Güncel

SÖYLEŞİ | “Tarihin Komün Yakasından’ Geleceğe Bakmak”

Emre Erdal, “Tarihin Komün Yakasından” adlı kitabında, Paris Komünü’nden günümüze devrimci mücadelelerin izini sürüyor. Kitabın oluşum sürecini, temel vurgularını ve 78 kuşağından bugüne devrimci mücadelede yaşanan dönüşümleri Özgür Gelecek’e anlattı.

Devrimci tarih, yalnızca geçmişin bir anlatısı değil, bugünü anlamak ve geleceği inşa etmek için bir pusuladır. Emre Erdal, “Tarihin Komün Yakasından” kitabında, Paris Komünü’nden günümüz mücadelelerine uzanan bir perspektif sunuyor. Kitap, Yılmaz Güney’in ideolojik mirasından Missak Manouchian ve Kaypakkaya’ya, komünist mücadele tarihinin izlerini sürerken, aynı zamanda kapitalist-emperyalist sistemin dayattığı neoliberalizme ve postmodernizme karşı güçlü bir itirazı da içinde barındırıyor.

Özgür Gelecek olarak, Erdal ile kitabının ortaya çıkış sürecini, vurgulamak istediği temel olguları ve 78 kuşağı ile günümüz devrimci mücadeleleri arasındaki farklılıkları konuştuk.

-İlk soruyu şu şekilde ele alalım. İlk kitabınız Tarihin Komün Yakası’ndan adlı bir kitap. Bu kitabı yazmanıza neden olan olgular nelerdi? Nasıl bir düşünce içerisinde ele alarak kitabı yazmaya gerek duydunuz?

-Evet, tabi kitap bir süreç içinde ortaya çıktı. Tek başına bir kitap yazayım diye başlanan bir çalışma değil. Kitap, farklı tarihlerde yazılan yazıların toplamından oluşuyor. En eski yazı, son bölümlerden birinde galiba sekizinci bölümde Yılmaz Güney’le ilgili olan. Yılmaz Güney’in ölümünün 5. yıldönümü vesilesiyle hazırlanmıştı. Yılmaz Güney’in sanat, sinema, özellikle sinema merkezli sanat aktivitelerine, parkuruna dair çok şey yazılıyordu. Ama onun ideolojik ve siyasi görüşlerine dair çok az yazı vardı. Ben de orayı özel olarak işlemeye karar vermiştim.

Yılmaz Güney’in, yani Türkiye Kuzey Kürdistan Komünist Partisi önerisinden tutalım, Enver Hoca’nın Mao Zedung’a yönelttiği eleştiriler, yani Uluslararası Komünist Hareketin sorunları, bütün buralardaki görüşleri, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın iktisadi ve sosyal yapısına dair görüşleri, gruplar arası ilişkiye bakışı, TKP/ML ile ilişkileri vesaire bütün bu siyasal ve ideolojik görüşlerinin bir özetini yapmıştım.

O zamanlar üç ciltte toplanan kitaplarına referansta bulunarak, yer yer uzun alıntılar yaparak, o dönemde kısaltılarak yayınlanmıştı Komün Dergisi’nde ama bu çalışmaya yazının tamamını aldık.

Sonraki dönemlerde farklı dijital mecralarda birkaç tanesi Komün Sanat, Kültür ve Edebiyat Dergisinde yayınlanmak üzere. Bir bölümü Gazete Patika’da yayınlanan yazılar. Ama yaklaşık kitabın üçte birini oluşturan dosya yazılar da ilk kez yayınlanıyor. Bunu geçen yıl hazırladığım biri işte  Missak Manouchain, Üç Fransa ve Kahreden Tezatlar başlığıyla.

Fransız burjuvasının ikiyüzlü bir şekilde Misak ve Mélinée Manouchain’ın kemiklerini Pantheon’a taşımalarının manevrasını hem ifşa etmek, hem teşhir etmek, hem de Manouchain kuşağının, direnişçi kuşağın, o kadın erkek komünist kuşağının kısa biyografik parkurlarını hatırlattım. Yaklaşık yirmi sayfa, belki yirmi sekiz sayfa tutarında bir yer işgal ediyor kitapta. Bunu çok önemsiyorum. Yani kitap haline gelmesi aslında birkaç arkadaşın önerisiyle oldu. Bunlar günün birinde bir kitap haline gelir düşüncesiyle yazdığım yazılar değildi. Ancak kendimce de tarihe önem veriyorum. Bugünkü her olgunun, olaylar silsilesinin ya da bizim ideolojik siyasi referanslarımızın doğal olarak bir geçmişi vardı. Yazıları elediğimiz zaman ki yaklaşık 12 tanesini ki kitap da çok volümlü olmaya başlamıştı. Bir bölümünü eledim ama diğerlerinde bir izlek olduğunu, bir tarihsel hat üzerinden geldiğini ve bir derdi olduğunu, geleceğe de bir projeksiyon tutma endişesinin olduğunu fark ettik. O şekilde ortaya çıktı kitap. Önü açık, o yüzden birinci kitap dedik ve ömrümüz vefa ederse ikincisi de gelecek ya da sonrası diyelim.

-Teşekkür ederim. Kitapta ana hatlarıyla öne çıkarmak istediğiniz, ana hatlarıyla vurgu yapmak istediğiniz olgular nelerdi? Yani sizi en fazla etkileyen, anlatma gereği duyduğunuz şeyler nelerdi?

-Kitabın asıl meramı aslında kapağında da var. Kapağına bakıldığı zaman ya da bu röportaja ek olarak kapak fotoğrafı kullanılırsa eğer orada Paris Komünü’nden ve özellikle Komün’ün kadınlarından ve bunun çok sembol isimlerinden ikisi, biri Louise Michel, öteki Elisabeth Dmitrieff (doğum adı: Elizaveta Lukinichna Kusheleva), Rus aristokrasisinden gelen genç bir kadın. Paris Komünü’nden Vartinik’e kadar uzanan bir tarihsel izlek. Yani bitmeyen, yolculuğu devam eden bir hat, bir yol, menzili belli olan yürüdüğümüz bir hat. Burada bizim ana kaynaklarımız, yani kendi coğrafyamız, tabii biz dünyayı kendi evimiz kabul ediyoruz. Bütün sınırların da sonradan yapay olarak oluşturulduğu kuramsal inanca sahip olduğumuz için yeryüzünü kendi evimiz kabul ediyoruz ve de haklı olarak, meşru olarak evrenselden yerele doğru bir geliş, o yüzden Paris Komünü ana kaynaklarımızdan biridir. Tabi ki bunun kuramsal düşünce akımları, Komünist Manifesto ya da Fransa’daki anarşist akımlar, Vartinik’e kadar gelen bir tarihsel izlek var ve sonrasına kadar uzanan, bu günümüze kadar gelen ana meramı bu. Hatta dünkü sohbette de söyledim, dertli bir kitap.

Ana derdi; bu uygarlık modeliyle, başında modern kapitalizmin bulunduğu sınıflı toplum uygarlığına bir itirazı var.

Tarihin komün yakasından derken, sınıflı uygarlığın yegâne alternatifi olan, komün temelli bir uygarlık modelini alternatif görürken, haklı olarak böyle görürken, buna kalın, kalın vurgular yapıyor.

Kapitalizmin yegâne alternatifidir. Özel mülkiyetin ilgası, devletin lağvedilmesi gibi tarihten gelen bir kavgadır bu. Biz bunun kendi kuşağımız içindeki izdüşümleriyiz.

O bakımdan bir, tarihsel mirasımıza sahip çıkmak, bunu gururla üstlenmek.

İki, buradan aldığımız ilham ve güçle bugünü kapitalizmin zihinlere kurduğu istilayı, zihinleri sömürgeleştirmesine bir itiraz.

Yani kapitalist-emperyalist dünyanın egemen ideolojisini, bunun günümüzdeki en tehlikeli biçimlerinden biri olan neoliberalizmi, bunun ……..sirayet ediş şeklini ve neoliberalizmin bir başka alt versiyonu, varyantı olan postmodernizme itirazı var. Böyle bir meramı da var.

Buna karşı boyun eğmememiz gerektiğini, kendi rezervlerimize dayanarak ama bugünü de doğru okuyarak itiraz etmemiz gerektiğini söylüyor.

Bütün derdini şöyle özetleyebilirim: Tarihe, bugünü doğru okumak, anlamak için bakacağız. Çünkü tarih bugünün öğretmenidir diyoruz. Bugünden de geleceğe projeksiyon tutmak ve gelecek doğrultumuzu isabetli saptamak. Bu diyalektik bakış iddiasındadır ve makalelerin çoğunluğuna da bu serpiştirilmiştir.

Diğer bir nokta aslında bunun devamı olarak geliyor. Şimdi 78 devrimci dönemini yaşamış, emek vermiş biri olarak bugünkü sürece baktığımızda artılarıyla, eksileriyle veya bizi bekleyen olgular neler olabilir? Ya da nasıl bir karşılaştırma yaptığında bu gerilemenin, ilerlemenin şeyini nasıl bir çerçeveye koyabiliriz? Yani karşılaştırdığımızda ya da daha fazla önem vermemiz gereken, daha fazla üzerinde durmamız gereken ana olgular nelerdir, bugün bu süreci yeniden canlandırabilmek için?

-Evet, güzel bir soru. Yani kuşaklar meselesine, kuşaklar arası ilişki ve çelişkilere, kuşaklar arası kopukluk ve devamlılıklara pek çok yazıda vurgu var. Tarihimize dönük yazılarda da vurgu var. Paris Komününü işleyen uzun dosya yazıları var. Missak Manouchainlar kuşağını izleyen şeyde de var zaten.

Paris Komünü’nden çıkan Alman devriminin parlak figürü olan Rosa Luxemburg, Missak Manouchain ve Kaypakkaya oraya bakıldığı zaman bir direniş, bir yani komün temelli bir uygarlığın farklı kuşaklar tarafından temsilini de görmüş oluyoruz.

78 kuşağı, 68 kuşağının ayak izlerinden yürüyerek yolunu bulmaya çalıştı. Burada belki bu kuşak meselesine bir kısa açıklama getirmek gerekebilir. Kuşak günümüzde biraz ucuz bir şey olarak kullanılıyor. Bir tür ezber ve bir tür klişe olarak kullanılıyor. Çeşitli, yani 15 yaş aralığı olarak genellikle hesaplanıyor. 15 yıl arayla doğan insan kümeleri gibi algılanıyor.

En azından algısal bilinçte böyle. Ama algısal bilinç her zaman yanıltıcıdır, muğlaktır, iki ucu keskindir. Bilimsel bilinçte, bilimsel bakışta, bilimsel temeline oturan bilinçte ise kuşak, şuna deniliyor, özellikle bu 68’den sonra kullanılan bir kavram, bir sözcük değil de bir kavram olarak kullanmamız gerektiğine vurgu yapıyorum sıklıkla.

Kuşakların dünyaya dair bir tahayyülleri var. İçinde yaşadıkları topluma dair tahayyülleri, itirazları, pratik mücadeleleri var. Ve adına paradigma denilen bir değerler manzumesi var. Bir yaş grubunu kuşak haline getiren aslında bu değerlerdir. Ve bu değerler aynı zamanda evrensel ölçekli değerlerdir. Sadece senin kendi köyüyle, nahiyesiyle, kasabasıyla ilgilenen değil. İçinde yaşadığı küçücük dünyayı düşünen, buna karşı kendini sorumlu hisseden değerlerdir.

78’de 68’in yani o izlek üzerinden gelerek, o ayak izlerine basarak ama çok daha haydut, çok daha ceberrut bir devletle, güçlenmiş bir devletle 12 Eylül gibi dünyada Şili’deki kıyımdan, askeri darbeden sonra çıplak faşist bir darbeyle boğuştu. Ondan öncesinde tabii MHP’nin, ülke ocaklarının komando sürüleriyle, kontrgerillanın eğitimli subaylarıyla ve bunların karanlık güçleriyle mücadele etti. Belki o toz duman içerisinde 68 gençliği gibi üniversite daha dar alanda böyle teorik tartışmalar belki bir teorik derinlik edinemedi ama pratik mücadelelerde yani dünyaya da bakmadan edemedi.

Çin’e bakıyordu, Sovyetler’e bakıyordu, Güney Amerika modellerine bakıyordu. Yani yeryüzünün bütün acılarıyla ilgileniyordu. Elbette ki yarım yarımdır. Bunların hiçbiri tam şeyine oturamıyordu. Çünkü gelişmeler ona fırsat vermiyordu. 78’e de bir kuşak denmesinin önünde bence bir engel yok. Bunda bir sakınca görmüyorum.

Çünkü 78’in de dünya tahayyülü, kapitalist-emperyalist dünyaya itirazı ve eski toplumun artık kapitalizmden devraldığı, eşitsizliklerini devraldığı, feodalizmden kalan her ne var ise yani inanç ve din dünyasının, derebeylik sistemlerinin özellikle kadını köleleştirmesine tüm eşitsizliklerine itiraz eden ve aynı zamanda işte tabi anti-emperyalist vurgu önemliydi orada, belki anti-kapitalist vurguyu biraz örtüyordu ama bizim içinden geldiğimiz damar, yani Vartinik’in temsil ettiği, Kaypakkaya’nın temsil ettiği devrimci damar, komünist bir devrimci damardı. Sadece anti-emperyalist söylemlerle yetinmeyen, anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunamayacağını, kapitalizme itiraz etmeden salt emperyalizm vurgusuyla hedef şaşırtılamayacağını ve sisteme temelleriyle birlikte o yüzden radikal bir kıymeti vardı. Daha köklü bir itirazdı. Bunu, bizim hareketimizin kurucusu İbrahim’in ölmeden 3-4 gün önceki savunma taslağında da görüyoruz. Tümden geliyor yani Paris Komünü’nden yola çıkıyor, komünizmin ne olduğundan, sosyalizmin ne olduğundan yola çıkarak kendi coğrafyasına, Cumhuriyet coğrafyasına kadar geliyor. Toplam içerisinde tabii ki o kuşağın en ileri devrimci damarı olduğu iddiasındayız. Bunu kanıtlayabiliriz. Bunu her ideolojik ve siyasi odakla da tartışabiliriz. Bu kendimize dönük bir övgü değil. Nitekim  dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı raporları, sonra MİT’in ekseninde çalışan insanlar, Avni Gürel gibi insanlar bile zamanla bunu itiraf ettiler. Yani Kaypakkaya’nın üzerinde yürüdüğü hattın nasıl böyle köklü bir itiraz olduğunu ve Kaypakkaya’yı devşirmenin mümkün olmadığını. Onu ne Kuvayı Milliyeci yapabiliyorsunuz, ne bilmem işte Kemalci falan yapabiliyorsunuz, onu üstünü örtmeye çalışıyorsunuz.

78 kuşağı içerisinde Kaypakkaya’nın ve Vartinik tarihinin bizlerin içinde yer aldığı o hareketli tarihin bir kuşak olarak adlandırılması yerindedir bence.

Ama sonraları bu böyle işte 90, 2000, 2010 kuşağı ve günümüzün o gülünç kuşak tanımlarına Z kuşağı, Y kuşağı, alfa kuşağı gibi belki sırasında gelinebilir ama bunlar kitabın bazı makalelerinde var zaten.

Kuşaklar meselesi, kıyaslamaya gelince günümüzde tabi bu kıyaslama bilim dışı bir şeye kapı aralayabilir. Her kuşağın bir nesnellik içinde oluştuğunu ve her kuşağın bir değerler paradigmasına, bir manzumesine sahip olduğunu unutmadan, tabi Sovyetler’in şeklen de çökmesi, Berlin duvarının yıkılmasının ardından kapitalist-emperyalist dünyanın, Vatikan Katolik Kilisesi’nin soğuk savaş boyunca yürüttüğü anti-komünist kampanyaları iyice zirveye taşıdı. Bunun karşısında ise devrimci-komünist güçlerin gardı düştü. Bir yenilgi psikozuna girdik ve o yenilgi psikozundan hala da tam çıkılabilmiş değil. Kapitalist-emperyalist dünyanın ya da böyle ayaklanan tanrıların ve dinlerin sanık ayağa kalk diyen anti-komünist gerici hezeyanların ve histerinin baskısı altında tam doğrulabilmiş değiliz. Bunu ibretle gözlemleyebiliyoruz. Aydınlarımızı kaybettik ya da yeni aydınlar yaratamadık, kazanamadık. Bugün bu şeyi tabi rüzgâr adım adım tersine dönmeye de başlıyor. Sonraki kuşaklara haksızlık yapmadan yani insan kümelerine ya da gençlik kümelerine haksızlık yapmadan ama Berlin Duvarı ile başlayan ki bunu bile doğru düzgün teşhir edemedik. Berlin Duvarı’ndan önce, kapitalist-emperyalist dünyanın ördüğü dünyaya, ülkelere, hatta ülkelerin içinde şehirlerin zengin, yoksul mahallelerini birbirinden ayıran, Peru’daki gibi utanç duvarı denilen, büyük asıl utanç duvarı, 19 bin kilometre uzunluğunda duvar var.

Bunu ben Dersim Belediyesi’nin Maçoğlu döneminde belediyenin önündeki küçük duvara kepçeyi attıkları zaman, ondan esinlenerek Duvar diye bir makale yazmıştım. Kitapta var. Berlin duvarı, 155 kilometrelik bir duvarın örülmesine bile savaş galipleri, kapitalist-emperyalist dünyanın haydutları sebep oldular. Ondan sonra dünyaya ördükleri duvarların uzunluğuna baktım. 26 bin kilometre. Bugün toplam duvar uzunluğu, yani ülkelere, kentlere, işte İrlanda’da, Belfast’ı ayıran duvarlardan, Meksika-Amerika sınırı, işte şeyde Brezilya’da, Peru’da yoksul zengin mahalleleri ayıran Orta Doğu, Koreler ve Suudi Arabistan modern Çin seddini artık gökyüzüne inşa ediyor. 45 bin kilometre duvar inşa eden kapitalist-emperyalist dünyanın bu ikiyüzlülüğünü bile teşhir edemedik. Öylesine omuzlarımız ve gardımız düştü. Bu normal bir durum değil. Kitap aynı zamanda buna da bir isyandır. Bunu böyle teşhir etmeyi unuttuk. Öylesine bir kompleksin, yenilginin, psikozun içine gömüldük. Buradan hızla çıkılması gerekiyor. Neoliberal, Anglosakson versiyon, kapitalizmin en saldırgan versiyonu, varyantıdır. Kendini rakipsiz, hükümran ilan etti dünyada ve o gün bugün insanı eşyalaştıran, genç kuşakları eşyalaştıran şimdi de telefonun dipsiz kuyusuna gömen, tüketim delisi haline getiren, bencilliğin abidesi haline getiren ya da içini boşaltarak kendi görüntüsüne, kendi imajına hayran bir kolektif narsizmin içine iten korkunç bir yabancılaşma, anaforunun içine itti. Burayı önce bir kavramak, tanımlamak sonra da bunun gereğine uygun olarak kolları sıvamak ve mücadele etmek. Yani burada pes etme lüksümüz yok.

Yani insan kuşaklarını ya da insan kümelerini, onlara karşı bir haksızlığa düşmeden bir sebep-sonuç diyalektiği içinde, bir nesnelliğin evrimi içerisinde izah etmemiz gerekir. Bunun asli failleri bellidir. Ama asli failleri bahane ederek yerimizde oturamayız. Biz de bu asli faillere suç ortaklığı yapma biçiminde, o tuzakların içinde gezinme biçiminde pay sahibiyiz. Burada da kendimize ayna tutmak önemlidir. Ama kitabın kapağından itibaren Paris Komünü’nden, Komünist Manifesto’dan tabi bunun öncesi de var. O gün, bugün direnişi elden bırakmayan, başka bir dünya tahayyülünü mütemadiyen harlayan, canlı tutan yüz akı bir mirastan geliyoruz. Bununla gurur duyma hakkımız var ama yerimizde oturma hakkımız yok. Bunu daha ileri nasıl taşıyabiliriz meselesi bizim kolektif sorumluluğumuzdur. Buraya gelebiliriz yani zaman yeterse.

– Yani bir gelenekten bahsettik Kaypakkaya geleneği. Bu geleneğin bize bıraktığı devasa miraslar var. Ama bu mirasın çok gerisinde ve aynı zamanda dağınık bir şekilde duruyor. Bu mirasın üzerine düşen çok büyük de sorumluluklar var. Sizce bu mirasın sorumluluklarını yerine getirebilme, bunu ileriye taşıyabilme, bu geleneğin çevresinde olanların bir arada bulunup o mücadeleyi geliştirme gibi bir sorumluluklarının olduğunu düşünüyor musunuz?

-Evet, sorumluluk hem de can alıcı, can yakıcı bir sorumluluk. Herhangi bir sorumluluk değil. Tabii Kaypakkaya bizim coğrafyamızda ya da işte Anadolu, Mezopotamya diye hani etnik grupların ismini kullanmadan o coğrafyanın bütün çeşitliliğini, etnik çeşitliliğini kapsayacak şekilde ele alırsak sembolik kavramlar ya da betimlemeler olarak Kaypakkaya komünistti ve komünistler doğal olarak dünyalı ve bir insanlık, beşeriyet tahayyüllerine sahiptir. Bu gerçekten böyledir. Pek çok inanç insanlıktan söz eder, pek çok ideolojik akım işte insanlık der, beşeriyet der, dünya der ama onun gereklerine uygun hareket edemez. Ama komünistlerin hem tarihsel iddiaları hem düşünce dünyaları ve tahayyül dünyaları hem de pratikleri ama gerçekten komünist olan Paris Komünü, nasıl öyle bir kararnameyle bütün göçmenleri kendi yurttaşı ilan ediyorsa, komünün yurttaşları ilan ediyorsa, nasıl bir yeryüzü kardeşliği ufkuna sahipse, komünistlerin bu mirası yeniden harlanması gereken bir mirastır ve komünistlerin bugünkü durumu bir yanıyla dram, siyasi planda bir dram. Örgütsel parçalanmışlıklar, uluslararası komünist hareketin tamamını kapsayabiliyor. Kendi coğrafyamıza geldiğimizde zaten tarihinde dinler, mezhepler, aşiretler, daha alt kabile toplulukları gibi çok parçalı bir sosyolojik tarihten geliyor. O yüzden siyasi yaşamında da parçalanmasının kolay olduğu ama birlikte yürümenin zor olduğu bir kültürel mirastan geliyor. Fakat bunu içselleştirmek, bu normal bir durummuş gibi bunu sorgusuz sualsiz alıp devam etmek büyük bir zafiyettir ve büyük bir körlüktür. Salt ideolojik değil, siyasi de bir körlüktür. Kendi amacına da aykırı bir durumdur. Yani baltayı ayağına vurmak gibi bir şeydir. Buna isyan etmeliyiz. Çünkü sadece soyut bir gerçeklik olarak değil, fiili bir gerçeklik olarak ezilenlerin tamamının, ezilen halkların, ulusların, inançların, sınıfların gücü birliğindedir. Ve biraz da rafine hale getirdiğimizde örgütlü birliğindedir. Eğer yeryüzü ezilenleri, yeryüzü lanetlileri birlikte hareket etmenin, küresel ölçekte hatta, sadece bölgesel değil, zamanla küresel ölçekli ki komünistler bunu geçmişte enternasyoneller biçiminde başardılar, örneklerini sundular en azından. Bunu başaramadıkları taktirde ilelebet ezilmeye kendilerini mahkum ederler. Bu kadar basit. Yani kapitalist-emperyalist dünya haydutlarının kendi aralarında dalaşmaları, hırlaşmaları, savaşmaları ki onlar savaştığında her zaman yoksullar, ezilenler ölür. Bunlar otomatik olarak, işte devrimci durum yükseliyor, devrimci durum yükseliyor diye kendi klişe haline getirdiğimiz bir soyutlamayla kendimizi kandıramayız. Eğer biz bu nesnel, objektif, sınıfsal fay hatlarının derinleşmesi, genişlemesi, vahimleşmesi, çoğalmasına örgütlü bir şekilde müdahale edemezsek, bu küçük küçük cemaatler değil, böyle enflasyona kapılmış haldeki grupçukların varlığıyla değil, adamakıllı, Paris Komün Konseyi’nin dört ana gruptan oluşan değil mi, en az Marksist komünistlerdir. Ama Proudhoncular, Blankistler, Jacoben Cumhuriyetçiler daha çoğunlukta. Nasıl birleşik bir güçle, bir evrensel model yaratıyorlar küçücük bir coğrafyada? O zaman 1 milyon 800 bindir Paris bölgesinin nüfusu ve nasıl bir laboratuvardır bugün hala insanlığın ileri kesimleri konuşuyor. Ya da Sovyetler? Adınız o güne kadar adı sanı duyulmayan etnik gruplar, diller, inanç grupları nasıl bir şeyi Sovyet Federasyonu ve Konfederasyonu halinde şey yaptılar değil mi? Bir tanınır, duyulur, görünür hale geldiler. Bütün bunlar işte Bolşeviklerin güçlü birliğine, aydın kadrolarına, sistemle cepheden çatışmayı, Çarlık hapishanesiyle cepheden çatışmayı göze alan aydınlar, tutarlı komünist aydınlar olmadan başarmak mümkün değil.

Daha da öncesinde iç birliğini sağlamadan, iç birliğini sağlamadan ezilen halklar birleşin, dünyanın bütün işsizleri, işçileri, yoksulları birleşin, dişsizler, donsuzlar bir araya gelin, gelin canlar bir olalım falan demekle olmuyor. Hiç öyle olmuyor. Bu otomatiğe bağlı bir durum değil. Bu kendini kandırmaya dönüşebilir.

Eğer yani işin, tarihin ve sorumluluklarının bilincinde komünistler, adamakıllı komünistler, yaşam tarzıyla beraber komünistler, sadece bir an önce iktidara gelek Burjuvazi’yi devirek hepsini biz yiyek derdinde olmayan, bu insanlığın, beşeriyetin en sonuncu kavgasıdır diyen yani sınıfsal uygarlığı alt etmeye dönük, yoksa hayatın en son durağı değil. İnsanın, toplumsal evrimin en son durağı anlamında değil. O anlamda bir nihayet durak, son durak değil. Ama sınıflı uygarlıkların sonu demek olan komün temelli bir uygarlık için yola çıkanların, yarını bugünden kurma gibi bir sorumlulukları var.

Bu, mülkiyet dünyasıyla epistemolojik olarak önce, kuramsal olarak ve fiili olarak kopmayı gerektirir. En azından önde yürüyenler, önde yürümesi, yürüme iddiası olanlar. Yani mülkiyet sadece para stoklamak, ev arsa stoklamak değil. Örgütle, otoriteyle kurulan ilişkide de başgösteriyor. Örgütü mülk gibi telaki etmek, makamlara ölünceye kadar yapışmak yani anca ölüm ayırıyor iktidar koltuğundan. Bu saplantıdan kurtulmak çünkü aynı zamanda buralar yabancılaşma alanlarıdır yani bireyin Tanrı ile kurduğu ilişki gibi devletle, mülkiyetle ve örgütle kurduğu ilişkide de işleyen bir olgudur yabancılaşma olgusu.

Yabancılaşma olgusuna değinen en azından tartışma başlatmak amacıyla o zamanlar yazılan dört beş tane yazı var.

Bugün bu dijital alan, teknoloji-insan ilişkilerinde de ortaya çıkıyor. Yabancılaşmanın çokça tartışılması gerekir. Yani artı-değer kadar ağırlık kazanan bir olgudur ve kavramdır aynı zamanda. Komünistlerin kendilerine ayna tutması, hele hele Kaypakkaya Vartinik damarından gelenlerin daha ciddi olarak, böyle grupçuluk var ama bizden uzak yani bizim payımız varsa da binde bir daha çok ötekiler diyen dar sadece yani kendi grup varlığını korumaya dönük darlıkların hayat karşısında hiçbir ciddi varoluşsal etkisi yoktur. En fazla kendi grup varlığını koruyabilir. Zamanla onu bile koruyamaz. Çünkü bu bir patinaj da değil. Patinajı genellikle yerimizde saymak gibi anlarız ama patinaj aslında geriye düşmektir. Çünkü hayatın akışı ve akışkanlığı hızlı bir şekilde geçip gidiyor bizi. Nesnel olarak bizim yeryüzü yoksullarını, bulunduğumuz coğrafyanın en dipte kalanlarını, sadece işçileri değil, işsizleri, evsizleri, kadınların en böyle saldırıya açık, her gün öldürülen kesimlerini, bütün bu ezilen dinamikleri kucaklayacak nesnel her şey var. Peki, niye güçlenemiyoruz biz? Neden dinciler ümmet adına, tanrı adına, 3-4 bin yıllık semavi din dogmalarıyla insan kazanabiliyorlar. Neden? Hepsi tek kalıptan, tezgâhtan, presten çıkmış gibi dünyanın birbirine benzeyen faşistleri. Göçmenleri düşman ilan ederek, siyahları düşman ilan ederek, bütün işte bütçe açıklarının sorumlusu bunlardır, işsizliğin sorumlusu bunlardır, ücretlerin düşmesinin sorumlusu bunlardır diyen kaba saba demagojik, cehalet abidesi argümanlarına karşı bizler, yani rezervleri tıka basa dolu olan bizler, ikna etmek üzere insanlara doğru gidemiyoruz.

Niye daraldıkça daralıyoruz, büzüldükçe büzülüyoruz? Bu bir kader değil. Bizim önümüzdeki en büyük engel yine biz kendimiziz. Özne olma iddiasında, komünist özne olma iddiasındaki arkadaşlarımızın grup kaygıları sadece grubunu böyle var etme öncelikle ya da bir adım ötesinde birbirlerinden sempatizan devşirmenin rekabeti, kendini kandırmanın ötesinde bir şey değil. Bunun giderek büyüyen dünya ölçeğinde işte bütün yazılarda, bütün bildirilerde, bütün bültenlerimizde var. Emperyalist savaş tehlikesi, ırkçılık, faşist hareket falan büyüyor, gelişiyor, tırmanıyor, tırmanıyor, tırmanıyor. Nereye kadar tırmanıyor? 30’lu yıllarda nereye kadar tırmandığını insanlık bir görmüştü. Bugün çok daha vahim boyutlarda ve bunun ilk kurbanlarının kimler olduğu da belli. Yani bu sadece geliyor, geliyor, geliyor, yaklaşıyor falan Aziz Nesin’in “Ah biz eşekler” hikâyesinde tarif ettiği gibi bir trajediyi yeniden yaşamak için konuşulmaz. Eğer biz gereğini yerine getiremiyorsak demek ki biz aslında söylediğinizi kavramıyoruz. Çünkü kavramanın ölçüsü tehlike geliyor, tehlike geliyor demek değil. Gelen tehlikenin gerekleri nelerdir? Siyasi, örgütsel, ideolojik planda gerekleri nelerdir? Eğer gereklerine uygun davranamıyorsak aslında biz tehlikeyi kavrayamıyoruz. Bir şairin dediği bir iki şeye sirayet etmiş yazıya “önemli olan karanlığı görmek değil” diyor şair. “Önemli olan karanlığın içinden görebilmektir”. Ve bugün tarih de komünistlere diyor ki; sadece gelen tehlikeyi değil, gelen toz, dumanı ve fırtınayı görmek değil. O görünüyor, herkes görüyor. Önemli olan bu fırtınanın ve toz dumanın içinde görmek ve bunun gereklerine uygun güç birliği içinde yürümek. Güçbirliğinin önündeki en büyük engel de senin kafandaki küçük mülk saplantılarıdır. Örgütü de mülk zannetmendir. Büyümekten korkmandır. Çünkü örgüt büyüdüğünde, gövde büyüdüğünde sen o küçük makamını kaybetme korkusu yaşıyorsun. Çünkü grupçuluğun özü, bireyciliktir. Grupçuluk; bireyciliğin ve bencilliğin kolektif halidir, kolektif dışavurumudur. Sen bunun felsefi köklerini anlayamıyorsan, siyasal alanda da işte böyle işin bahanelerini üretirsin.

-Çok teşekkürler

-Ben de teşekkür ederim.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu