
Sınıf mücadelesi bitmedi. Tam tersine, her gün yeniden başlıyor. Fabrikalarda, atölyelerde, maden ocaklarında, market kasalarında; emeğiyle yaşayan herkesin omzuna yüklenmiş bir savaş bu. Bizlere yalnızca hayatımızı kazanmak değil, sessiz kalmak, boyun eğmek ve dağınık durmak da dayatılıyor. İşte tam bu yüzden, bugün taktik düşünmek, stratejik davranmak ve örgütlü hareket etmek her zamankinden daha hayati bir hal aldı.
İşçiler için mücadele artık sadece toplu sözleşme dönemlerinde yapılan grevlerden ibaret değil. Patronlar, esnek çalışmayı, taşeronlaştırmayı, düşük ücret politikasını bir taktik olarak kullanıyorsa, biz de her günkü mücadelemizi bilinçli hamlelerle yürütmeliyiz. Bir işyerinde tek bir işçi baskıya uğradığında, bu sadece onun meselesi değil; hepimizin meselesidir. Sınıf mücadelesi, bireysel kahramanlıkların değil, örgütlü aklın zaferiyle ilerler.
Taktik, o anki şartları görüp doğru hamleyi yapmaktır. Strateji ise uzun vadede neyi hedeflediğimizi bilmektir. Bizim stratejimiz bellidir: Emeğin hakkını almak, insan gibi yaşamak, sömürüsüz bir düzen kurmak. Taktiklerimiz ise her gün yeniden doğar: Sessizce örgütlenmek, gücümüzü gizli tutmak, en uygun anda birlikte harekete geçmek.
Bazen bir fabrikada sessiz bir iş yavaşlatma, bazen bir mağazada topluca izin isteme, bazen de sosyal medyada patronların gerçek yüzünü ifşa etme… Bunların hepsi birer taktiktir. Her biri, patronların “böl, parçala, yönet” oyununu bozmaya yöneliktir. Küçük hamlelerdir belki ama doğru yapıldığında büyük sarsıntılar yaratır.
Örgütsüz bir işçi sınıfı, dümensiz bir gemi gibidir. Nereye gideceğini bilemez, ilk fırtınada dağılır. Oysa örgütlülük, en büyük kuvvetimizdir. Sendikalar, inisiyatifler, dayanışma ağları… Bunlar yalnızca tabela için değil, gerçek mücadele için var olmalı. Patronlar birbiriyle rekabet eder gibi görünürler ama işçileri bastırmak için her zaman birleşirler. Biz neden birleşmeyelim?
Mücadele sadece meydanlarda değil, her işyerinde, her toplantıda, her sohbet arasında örülür. Bugün güçlü bir taktik hamle, yarının büyük direnişinin temelini atar. Sabırla, akılla ve inançla… Çünkü biz biliyoruz: Kazanmak, en çok direnenlerin hakkıdır.
Bizi yalnızlığa, sessizliğe mahkûm etmek isteyenlere karşı cevabımız örgütlü irade olmalıdır. Her yere dağılmış küçük kıvılcımlar, bir gün büyük bir yangına dönüşür. Ve o zaman, hak ettiğimiz hayatı kurmanın önünde hiçbir engel kalmaz.
Mücadele yalnızca sokakta başlamaz; önce insanın bilincinde başlar. Her sabah işe giderken içinden geçirdiğin cümlelerle, sana “şükret” diyenlere sessizce içinden verdiğin yanıtla başlar. Sana dayatılanları hak etmediğini hissettiğin anda başlar. Çünkü sınıf bilinci dediğimiz şey, sadece kitaplardan öğrenilen değil; yaşanarak kazanılan bir farkındalıktır. Bu farkındalık, her şeyi değiştirmenin ilk adımıdır.
Bugün bizi en çok zorlayan şey, yalnızlıktır. Çünkü sistem, yalnızlaştırarak yönetmeyi tercih eder. Yan yana gelmeyelim, aynı sofrada oturmayalım, aynı dertten konuşmayalım diye aramıza görünmez duvarlar örülür. Halbuki patronlar birlikte hareket ediyor. Bankalar, şirketler, medya kuruluşları… Hepsi bir ağızdan konuşurken işçiler hâlâ birbirinden habersiz yaşıyor. Bu duvarları yıkacak olan, örgütlü iradedir.
Örgütlenme, sadece kalabalık olmak değildir. Örgütlenme; disiplinle, güvenle, ortak akılla yürümektir. Birlikte karar almak, birlikte plan yapmak ve birlikte geri adım atmamak demektir. Küçük bir iş yerinde üç kişinin kararlılığı, bazen yüz kişilik bir sessizliği kırabilir. Çünkü örgütlülük, sayıdan çok cesaret ve kararlılıktır. Cesaret ise bulaşıcıdır. Bugün bir kişi konuşur, yarın üç kişi ayağa kalkar, ertesi gün onlarca kişi yürür.
Bize düşen görev, bu kıvılcımları büyütmektir. Ama bunu yaparken de sadece heyecanla değil; taktik zekâ ile hareket etmek zorundayız. Her eylem zamanı geldiğinde yapılmalı. Her adım yerinde atılmalı. Mücadelede acelecilik kadar geç kalmak da zarar verir. Bu yüzden her direnişin, her kampanyanın, her ses yükseltmenin bir planı olmalı. En güçlü hamle, en doğru anda yapılandır. Taktik dediğimiz tam da budur.
Bugünün işçisi, sadece fabrikada değil, aynı zamanda ekran başında da mücadele veriyor. Dijitalleşme, işçiyi yalnızlaştırmak için kullanılıyor ama aynı zamanda direnişin yeni cephesine de dönüşebilir. Online dayanışma ağları, ifşa kampanyaları, anlık mobil örgütlenmeler artık mücadele araçlarımızın bir parçası olmalı. Bu yeni araçları küçümsemek değil, doğru kullanmak gerekir. Çünkü düşman sürekli güncelleniyor; bizim de mücadelemiz güncel kalmalı.
Bu noktada dayanışma, sadece duygusal bir bağ değil; bir stratejik kuvvettir. Bir işyerindeki direnişin başka bir sektörde yankı bulması, zincirin halkalarını birleştirir. Metal işçisiyle market işçisinin, tekstil işçisiyle kargo emekçisinin kaderi ortaktır. Aynı sofrada oturmasalar bile aynı kazanın kaynadığını bilmek, sınıf bilincinin ta kendisidir. Bu ortaklık duygusu, sadece güçlü hissetmek için değil; gerçekten güçlü olmak için gereklidir.
İşçi sınıfı, tarihi boyunca her büyük kazanımı örgütlü mücadeleyle elde etti. Kazanılan her hak, patronların insafından değil, direnişin gücünden doğdu. Bugün bu kazanımlar birer birer geri alınırken, biz hâlâ örgütsüz kalırsak, sadece bugünü değil yarını da kaybederiz. İşte bu yüzden, şimdi taktik konuşmanın, strateji kurmanın ve örgütlülüğü yaymanın tam zamanıdır.
Bazıları hâlâ “Bir şey değişmez” der. Ama tarih bize başka bir şey gösterir: Değişim, küçük ama kararlı adımlarla gelir. Direnişin büyümesi için büyük meydanlara çıkmak gerekmez her zaman; bazen bir işçinin susmaması yeter. Her soruya cevap veremeyebiliriz, ama her sorunu birlikte tartışarak çözebiliriz. Bu birlik, bizim geleceğimizi kuracaktır.
Ve unutulmasın ki mücadele sadece bugünkü maaş için değil, çocuklarımıza bırakacağımız hayat içindir. Onlara yalnızca geçinmeyi değil, direnebilmeyi de öğretmek zorundayız. Çünkü mücadele eden bir işçi sadece emeğini değil, onurunu da savunur. Onurunu kaybedenler ise en sonunda her şeyini kaybeder.
İşçilerin canı, patronlar için yalnızca bir istatistiktir. Bir üretim bandında kolunu kaybeden işçi, patronun ajandasında sadece “üretim kaybı” olarak geçer. Ne kadar acı değil mi? Sabah işe gidip akşam dönmeyen bir emekçinin arkasından fabrika durmaz; çünkü onların gözünde o işçi, sadece yerine yenisi konabilecek bir parçadır. İşçinin hayatı değil, çalıştığı saat önemlidir patron için. Patronun umurunda olan, makinenin dönmesidir. Senin çocuğun aç mı, kirayı ödeyemedin mi, annen hastaneye mi gidemedi? Patronun umurunda değil. Çünkü sen onun gözünde sadece ucuz, geçici, susturulması kolay bir işçisin.
Gerçek budur: Biz onlar için istatistikten ibaretiz. Kaza oranı, devamsızlık oranı, verimlilik yüzdesi. Bir insanın tüm emeği, tüm hayatı, bir tablonun içine sıkıştırılmıştır. Duygusuz ve mekanik. Aynı tabloda patronun gördüğü tek şey, kendine kalan kârdır. O yüzden ne kadar üretirsen üret, ne kadar çalışırsan çalış; hep eksik kalırsın. Çünkü sen ne verirsen ver, onların gözünde hiçbir zaman “yeterli” olmazsın.
Patronlar tokken bile doymak bilmez. Onlar için servet, yalnızca zenginlik değil; güçtür, tahakkümdür. Bir villası varsa ikincisini ister. Bir yatı varsa bir ada alır. Yediği önünde yemediği arkasında olduğu halde hâlâ işçiden kısmaya çalışır. Çünkü onların karnı toktur ama gözü açtır. Bu yüzden işçinin bir lirasına bile göz dikmişlerdir. Vardiya molanı kısaltır, servis parasını senden alır, maaşını üç ay geç öder, sonra çıkıp utanmadan “ekonomik kriz” der.
Peki bu doymazlık neden? Çünkü servet artık ihtiyaçtan değil, egemenlikten doğar. Patron, seni sadece sömürmekle kalmaz; seni sessizleştirerek rahatlar. Sen konuşmadıkça, o rahat uyur. Çünkü bilir ki sesini çıkaran işçi, onun düzenini bozar. O yüzden seni aç bırakır ama televizyon verir. Seni bitirir ama ulusa moral konuşması yapar. O yüzden bütün çabası seni avutmak, seni oyalamak üzerinedir. Her gün biraz daha yoksullaşırken, sana “memleket iyi gidiyor” der. Evet, memleket iyi gidiyor ama yalnızca patronlar için.
İşçinin bayramı, patronun tatilidir. Sen üç kuruşla çocuğuna oyuncak bakarken, o aynı saatlerde özel jetinde şampanya içer. Ve sonra dönüp “hepimiz aynı gemideyiz” der. Hangi gemi? Onlarınki yat, bizimkisi suda zor tutulan sandal. Ve o sandal batmasın diye kürek çekenler yine biziz. Ama yetti artık. Sınıf bilinci, işte tam burada devreye girer. Biz onların umursamadığı hayatlarız, ama aynı zamanda onların üretime mecbur olduğu elleriz. Bizi umursamayanların düzenini, biz ayakta tutuyoruz. Ve biz istemezsek o düzen bir günde yere çakılır.
O yüzden kendimizi değersiz hissettirmelerine izin vermemeliyiz. Çünkü onların kasaları, bizim sabah uykularımızı feda edişimizle doluyor. Onların arabaları, bizim bel ağrımızla yürüyor. Onların rahatlığı, bizim geçmeyen baş ağrımız. Eğer biz olmazsak, onlar da yoktur. Bunu hatırlamak değil, bunu haykırmak gerek. Sınıf bilinci, sadece acıyı bilmek değil; acının nedenini ve çözümünü de bilmektir.
Patronlar bizi birer makine gibi görmek istiyor olabilir, ama biz insanız. Ve her insan gibi onurumuz, emeğimiz, geleceğimiz için yaşamak istiyoruz. Patronlara düşen tek görev; sömürüyü sürdürmek. Ama bize düşen görev; direnişi örgütlemektir.
Çünkü onların açgözlülüğüne karşı, bizim ortak vicdanımız var. Ve bu vicdan bir kez harekete geçtiğinde, en büyük sermayeyi bile sarsar.
Ama biz yalnız değiliz. Asla da olmadık. Bu topraklarda, fabrikaların paslı çitlerinin gerisinde, sabahın köründe işe giden herkesin kalbinde bir isyan taşı var. Kimisi dile getiremiyor, kimisi bastırıyor, kimisi unutmuş gibi yapıyor ama o taş hep orada. Çünkü hepimiz biliyoruz: Böyle gitmez.
Değişim mümkündür. Çünkü tarih, işçilerin ayağa kalktığı her anı altın harflerle yazdı. Paris Komünü’nde işçiler kendi yönetimlerini kurdu. Şikago’da sekiz saatlik iş günü için direnenler tüm dünyaya umut oldu. Latin Amerika’dan Asya’ya kadar her coğrafyada patronların korkulu rüyası olan şey, örgütlü bir sınıf oldu. Bizi güçsüz gösteren, sistemin kurduğu yalandır. Gerçekte, çarkları döndüren biziz. Makineleri çalıştıran, kargoyu taşıyan, çocukları eğiten, hastayı iyileştiren biziz. Patronlar sadece oturur. Biz durursak, onlar düşer.
Bu yüzden örgütlenmek, artık bir tercih değil; bir zorunluluktur. Sendikalarda, derneklerde, mahalle meclislerinde, işyerlerinde, sokakta, sanalda… Nerede olursa olsun yan yana gelmek zorundayız. Artık yalnızca “hakkımızı istiyoruz” diyerek değil, hakkımızı alana kadar bırakmayacağımızı göstererek yürümeliyiz. Çünkü patronlar bize hiçbir şeyi gönüllü vermez. Ne izin günümüzü, ne sigortamızı, ne ikramiyemizi… Hepsi mücadeleyle kazanıldı. Ve mücadeleyle korunabilir.
Yeni bir kuşak geliyor. Sessiz kalmayan, sorgulayan, geçmişten öğrenen bir kuşak. Bu kuşağa bırakacağımız en büyük miras; mücadele eden bir halkın onurudur. Çünkü insan bazen ekmeğinden vazgeçebilir, ama onurundan vazgeçerse yaşarken bile ölür. Biz yaşayarak direnmek, direnerek kazanmak zorundayız.
Bu düzen bize hiçbir şey vadetmiyor. Ama biz birbirimize çok şey vaat edebiliriz. Birlikte yemek yiyebileceğimiz sofralar, çocuklarımızın korkmadan büyüyebileceği mahalleler, çalışırken hasta olmayacağımız işyerleri… Hayalini kurduğumuz her şey, biz örgütlenirsek mümkün. Yeter ki bir araya gelelim. Yeter ki birbirimize güvenelim. Yeter ki artık susmayalım.
Çünkü dünya patronların değil, onu alın teriyle döndürenlerindir.
Örgütlenmeden mücadeleye: İşçi sınıfı nasıl kazanır?
Sistemin en çok korktuğu şey, örgütlü bir halktır. Patronlar, işçilerin birbirine güvenmesini istemez. Birbirine güvenen işçi, birlikte davranmayı öğrenir. Birlikte davranan işçi, haklarını ister. Ve hakkını isteyen işçi, artık yalnızca bir üretim aracı değil, bir özne haline gelir. İşte bu yüzden sistem, bizi tek tek bırakmak, bölmek, parçalamak ister. Ama biz her şeyi birlikte kuruyoruz. O zaman birlikte direnmeyi de öğrenmek zorundayız.
Örgütlenmek, işyerinde başlar. Aynı vardiyada çalışan, aynı kantinde yemek yiyen, aynı iş güvenliği zaafıyla hayatını riske atan işçiler arasında başlar. Kimsenin kimseden üstün olmadığı, ama herkesin birbirine ihtiyaç duyduğu o üretim alanında. Küçük konuşmalarla başlar: “Sen de mi fazla mesai ücretini alamadın?” diye başlayan cümleler, zamanla “ne yapabiliriz?”e dönüşür. Ve oradan kolektif irade doğar. Çünkü hiçbir değişim, fark edilmeden başlamaz.
Sendikalar hâlâ örgütlenmenin temelidir, ama onlar da tepeden gelen değil tabandan gelen bir baskıyla işler. Patronla el sıkışan değil, işçinin elini tutan sendikalara ihtiyacımız var. Eğer yoksa, kurmalıyız. Kuramıyorsak, başka işyerlerindeki öncülerle temas kurmalıyız. Teknoloji çağında iletişim kurmak zor değil; zor olan güvenmek. Ama güven olmadan hiçbir şey olmaz. Bu yüzden ilk adım güven inşa etmektir.
Birlikte hareket etmenin yolları çoktur. Sendika olur, işçi inisiyatifi olur, işyeri komitesi olur, mahalle meclisi olur. Önemli olan ad koymak değil; ortak karar alabilmek, birlikte hareket edebilmektir. “Biz” diyebilen her yapı, patronun uykusunu kaçırır. Çünkü “ben” diyen işçi, yalnız kalır. Ama “biz” diyen işçi, var olmayı bilendir.
Peki mücadele nasıl olmalı?
Sessiz olmak yok. Önce içeride konuşacağız. Sonra dışarıya yayacağız. Basına, sosyal medyaya, mahalleye… Herkesin duyması lazım. Biz ne yaşıyoruz, ne istiyoruz, neden susmuyoruz? Bunu anlatacağız. Çünkü işçi mücadelesi sadece fabrika duvarlarıyla sınırlı değildir. Bu toplumun her yerine yayılmalıdır.
Direniş biçimleri çeşitlidir.
Bugün grev hakkımız kağıt üstünde olsa da, fiilen baskı altındadır. Ama her şey grev değildir.
Üretimi yavaşlatmak bir direniştir.
Servise binmemek bir direniştir.
Toplu istifa tehdidi bir direniştir.
İşverenin karşısına 3 kişi değil 30 kişi çıkmak bir direniştir.
Sosyal medyada ses olmak, görünür olmak, kamuoyu oluşturmak bir direniştir.
Mahallede dayanışma ağı kurmak, evine ekmek götüremeyeni unutmamak bir direniştir.
Çocuğumuzun okulunda velilere anlatmak, pazarda komşumuza söylemek bir direniştir.
Her yerde olmak zorundayız. Fabrikada, otobüste, kahvede, okulda, pazarda… Çünkü biz her yerdeyiz. Patronlar televizyona çıkıyor diye güçlü sanılıyorlar. Ama biz sokağa çıkınca asıl o zaman dünya yerinden oynuyor. Ve bizim sokakta olmamız için illa ki bir sendika başkanından izin almamız gerekmiyor. Kendi aramızda karar verip harekete geçmek, en doğal hakkımız.
Korku gerçek. İşten atılma korkusu, kara listeye girme korkusu, dışlanma korkusu… Bunların hepsi gerçek. Ama bunlardan daha büyük bir gerçek var: Sessiz kalırsak bu düzen değişmeyecek. Her şeyimizi kaybetmeden önce, birlikte kazanmayı öğrenmek zorundayız. Dayanışma, korkuyu yener. Çünkü yalnız korkarız ama yanımızda biri varsa, biraz daha cesur oluruz. İşte bu cesaret birikir, birikir ve sonunda büyük bir sel olur.
Ve bu sel yalnızca işyerini değil, düzeni de sarsar.
Unutmayalım:
Tarih boyunca hiçbir iktidar işçilere haklarını altın tepside sunmadı.
Her şey mücadeleyle alındı. Sekiz saatlik iş günü, çocuk işçiliğin yasaklanması, hafta sonu tatili, sigorta, ücretli izin… Hepsi bedel ödenerek kazanıldı. Fakat günümüzde patronların işçiden çaldığı hala açık bir gerçek! Biz de bugün örgütlenerek, aynı kararlılıkla yeni kazanımlar elde edebiliriz.
Çünkü biz çoğunluğuz.
Çünkü biz haklıyız.
Çünkü biz halkız.
Ve biz birlikte güçlüyüz.
Gerçek değişim sandıkta değil, sokaktadır
Her seçim döneminde aynı sözleri duyarız: “Sandığa gidin, değişim orada.” Bizi yıllardır bu oyuna çektiler. Sanki hayatlarımızın, alın terimizin, açlıktan uykusuz geçen gecelerimizin çözümü o pusulada saklıymış gibi. İşçinin kaderi sandıkta değişmez. Çünkü o sandık, o düzenin sandığıdır. Patronların kurduğu, onların finanse ettiği, onların sınırlarını çizdiği bir sistemde seçim sadece dekor olur. Gerçek kararlar seçimle değil, sermaye kulislerinde alınır.
Siz oy verirken, patron pazarlık yapar. Siz sandığa giderken, o vergi affı alır.
Siz “bu sefer değişecek” diye umut taşırken, o yeni ihalelerle servetine servet katar. Oy verdiğiniz parti kim olursa olsun, eğer onun eli patronun cebindeyse, o sizin değil, onların temsilcisidir. Bugün hangi partiyi iktidara getirirseniz getirin, eğer o parti kapitalist düzenin temellerini yıkmıyorsa, işçinin değil, patronun hükümetidir.
İşte bu yüzden mücadelemizi sandıkla sınırlayamayız. Gerçek değişim, yalnızca oy pusulasında değil; sokakta, işyerinde, mahallede, dayanışmada ve direnişte yazılır. Bizim gücümüz kalemle değil, eylemle ortaya çıkar.
Çünkü sermayeyi yenecek olan şey bir “oy” değil, bir “örgütlü sınıf bilinci”dir.
Kapitalistleri nasıl deviririz?
Kapitalizm, bir kişinin çok kazanması için milyonların aç kalmasına dayanır. Bu düzen yalnızca üretimden değil, yoksulluğumuzdan beslenir. Patronlar ne kadar çalıştığımıza değil, ne kadar sustuğumuza bakar. Bu yüzden ilk adım susmamaktır. İkinci adım, yalnız kalmamaktır. Üçüncü adım, örgütlü olmaktır. Ve son adım, onların kurduğu bu çarkı paramparça etmektir.
Kapitalistleri devirmek demek yalnızca birini koltuktan indirmek değildir. Fabrikayı işçinin yönetmesi demektir. Mahallede sözü halkın söylemesi demektir. Hastanenin, okulun, toprağın, suyun halkın kontrolüne geçmesi demektir. Bu ancak ve ancak işçi sınıfının devrimci iradesiyle mümkündür. O irade, günlük mücadeleden doğar. Her hak arayışı, her iş bırakma, her direniş o iradeyi büyütür.
Patronları devirmek, onların düzenini yerle bir etmek demektir. Ama bu bir gecede olmaz. Bu, sabırla örülen, ilmek ilmek dokunan bir sınıf hareketiyle gerçekleşir. İşçilerin kendilerine güvenmesiyle, önderlik etmesiyle, öncüler çıkarmasıyla olur. Bunu yaparken sadece hak talep etmeyiz; kendi kurumlarımızı da kurarız. Kendi sendikalarımızı, kendi meclislerimizi, kendi karar mekanizmalarımızı yaratırız. Çünkü bu düzeni yıkmanın ilk adımı, ona mecbur olmadığımızı göstermekle başlar.
Ve unutmayalım: Biz sadece karşı çıkmıyoruz. Biz bir başka dünya istiyoruz. Daha adil, daha eşit, daha yaşanabilir bir dünya… O dünya yalnızca bizim ellerimizle kurulacak. Patronlar o dünyayı vermez, vermekte istemez çünkü verdikleri an koltukları sallanır. Ama biz alırız. Birliğimizle, örgütlülüğümüzle, kararlılığımızla alırız.
Çünkü bu dünya yalnızca zenginlerin değil, biz milyonların. Biz o dünyayı geri almaya geliyoruz. İşçilerin, insanlığın kanını emen patronların sonu olmaya geliyoruz.
…