GüncelMakaleler

YORUM | Krikor Balakyan Ermenilerin Golgothası: Tehcir ve Ölüm Yolculuğunda Bir Firar Öyküsüdür!*

"Ayaş-Ankara-Çankırı-Çorum-Yozgat-Boğazlıyan-Kayseri-Haçin (Saimbeyli)- Sis (Kozan)-Osmaniye Amanos Dağları-Gavur Dağları (Kanlı Geçit) geçtik. İstanbul’dan sürüldüğümüzden beri ilk defa bir tren garına uğramıştık."

“24 Nisan 1915, Cumartesi saat 18.30, Selimiye-Üsküdar’daki evimizde annem, kız kardeşim, kayınbiraderim ve yeğenlerimle birlikte akşam yemeği yemekteyim. Aniden kapı çalındı, yeğenlerimden biri kapıya gelen Ermeni mahalle muhtarının beni görmek istediğini söyledi. Adamın ağzını yoklaması için kayınbiraderini gönderdim, ama muhtar şahsen önemli bir bilgi ileteceğini söylemişti. Yanına giderek “mahalle karakolunun komiseri seni kısa bir süreliğine görmek istiyor. Benimle gel, çok zaman almaz geri dönersin” dedi. Sözde gidip dönecektik, ölümlerle dolu 4 senelik yolculuğum böyle başladı.”

Krikor Balakyan 1876’da Tokat’ta doğdu. Babası Garabed ile amcası Hovhannes Tokat’ın tanınmış tüccarlarındandır. Annesi Şebinkarahisar-Tokat’ın meşhur Hüsisyan ailesinin kızı olan annesi Varvar, dönemin varlıklı yaşayan ailelerinden eğitimli bir kadındı. Genelde Ermeni yayın organlarına yazılar yazıyor, oğlunu dini ve entelektüel kariyeri sürdürmeye teşvik ediyordu. Hayırseverliği ile bütün Üsküdar’da dillere destandı. Derdi veya sıkıntısı olan Diramayr’a, Papaz Anası’na koşardı. Krikor, 1894’te burslu yazıldığı Erzurum Sanasaryan Akademisi’nden mezun olduktan sonra, mühendislik eğitimi için Almanya’nın Saksonya eyaletinde Mittwedia Üniversitesinde eğitimine devam etti.

“Dünya savaşının başlamasından sonra, Berlin’de yaşayan farklı ülkelerden insanlar, kendi ülkelerine dönüp, sorumluluklarını yerine getirmek tebligatları ile çağrılıyordu. Yurt dışında bulunan Almanlar kendi ülkelerine Berlin’e dönmüş askeri üniformalarını giymişlerdi bile… Her tarafı sarmış olan bu yurtseverlik ateşinden etkilenmemek elde değildi. Şimdi sıra biz Ermenilere gelmişti. Kendi aramızda yaptığımız toplantılarda herkes bir şekilde hizmet etme konusunda anlaştık. Ben de Türkiye’ye dönmeyi düşündüğümü birkaç samimi arkadaşıma açıkladım. Hepsi İstanbul’a dönmemi sakıncalı ve tehlikeli buldular. Birçoğu Kafkaslara gidip gönüllü guruplara katılmamı, sonra da Türkiye Ermenistan’ına geçmemi öğütlüyorlardı.

1915 yılına kadar, Türkiye’de yaşayan sayıları 2 milyonu bulan Ermenilerin geleceği dünya savaşı öncesinde Almanlar, Ermenileri kazanmak Rus hükümetinden uzaklaştırmak için Alman-Ermeni Derneği’ni kullanırken, Türk ordusunu organize eden Rüdiger Von der Goltz Paşa öbür taraftan Alman ırkından olduğu halde kalben ve zihnen aslında Türkleşmişti. Alman-Türk Dostluk Derneği’nin kurulması için uğraşıyordu. Rusya’nın amacı bir reform planı ile Türkiye’de yaşayan Hıristiyan halkların hakları güvence altına alınması için kendi egemenliğini sağlama almak istedi. Balkan savaşları yenilgi ile sonuçlanmış, birçok toprak kayıpları yaşanırken, Türkiye’yi yeni bir felaketten korumak için Rus-Türk sınırına komşu Van-Bitlis-Erzurum vilayetlerinde yaşayan Ermenileri kesinlikle bu sınır bölgelerinden, Güney’e Halep ve Mezopotamya-Der Zor yakınlarına taşınması planlandı.”

Goltz Paşa’nın, Türk-Alman Derneği’de yaptığı sunumda şeytani planın, Ermeni halkının tarihsel Anavatan topraklarından çıkarılması planın farkına varan Krirkor Balakyan, İstanbul Ermeni Patrikhanesini uyarma ve önlem alınması gereğini duydu. “Ermeni halkının tehlike altında olduğunu düşündüğüm halkıma elimden geldiğince faydalı olmak için” İstanbul’a dönmeye karar verdi. Eylül 1914’te Berlin’den ayrılarak, 15 gün gibi uzun yolculuktan sonra, İstanbul’a döndü.

II

“Rusya ile Türkiye arasında savaşın başlamasından sonra İttihatçılar ‘Genel Af’la Türk hapishanelerinin kapılarını açarak çetelerin serbest kalmasını sağladı. Çeteler Küçük Asya’da bütün yolları keserek Hıristiyanların yolculuk yapmaları imkansız hale gelmişti. Türkiye Ermeni Patrikhanesi Erzincan’da episkoposluk vekaletini üstlenmem için, Sivas yolu ile yeni görev alanına gitmemi önerdiler. Tehlikelerle dolu bu görevi üstlenmemin imkansız olduğunu, İstanbul Patrikhanesi Zaven Yeğyeyan’a ilettim. Sorun gitmek istememem değil, gitmenin imkansızlığı idi. Benim yerime kıdemli Peder, Bursa episkoposu Sahag Odabaşyan atandı. Ama maalesef burnunun ucunu göremeyen yöneticilerimizin yüzünden Peder Sahag, Sivas’tan uzak Suşehri yakınlarında, Talat’ın görevlendirdiği Teşkilat-ı Mahsus-a bağlı çeteler tarafından vahşice 9 kurşunla öldürüldü.

Patrikhane içerisinde Ermeni halkının siyasal gelişmeler karşısındaki tavrını belirleyen 20 kişilik Yurttaşlar Gurubu maalesef siyasal gelişmelerden habersizdi. Yine Patrikhane içerisinde yuvalanmış, Ermeni hainlerinin en tehlikelisi olan Beşiktaş muhtarı Artin Mıgırdiçyan ile Patrikhanenin içişlerinden haberdar olmak için görevlendirdiği Kamer Şirinyan’dı. Kuzu postuna bürünmüş, kurt sürüsünden olan yine Hımeyag Aramyants gibi köstebekler, Patriği Ermeniler için bir tehlikenin olmadığına inandırmak istiyorlardı. Talat, Ermeni ve Türklerden oluşan hain ve casuslardan oluşan bir ordu kurmuştu. Talat, Er-meni örgütlerini de böylelikle kullanmak istedi. EDF-Taşnak’ların Erzurum Parti Kongresinde, Türkiye’nin savaşa katılması durumunda tarafsız kalma kararına karşılık, Türk Hükümeti’ne yardım etme karşılığında, 1913’te Balkan Savaşında başlatılan 6 Ermeni vilayetinde uygulanan reform planın geniş olarak uygulanacağı sözü verdiler.

1908’de Selanik’ten özgürlük idealleri ile yola çıkan Jön-Türkler ile Taşnaklar arasında varılan Anlaşmalarda, Ermeni reformu, hak ve özgürlükleri için verilen sözlerin ne kadar inandırıcılıktan uzak olduğu, hemen Adana Katliamlarında ortaya çıktı. Suçlu Ermeniler gösterildi. Yazar Agnuni (Haçadur Malumyan) tutuklanırken, şaşkınlık içerisinde ‘Talat’ın bundan haberi var mı?’ diye sormuştu, Tutuklanma emrini gösterince ‘biraz önce Talat ile yemek yedik’ kendisinden neden çıt çıkmadı, diye hayretler içerisine düşmüştür. Oysa, Talat’ı 31 Mart 1909 ayaklanmasında, kendi hayatını tehlikeye atarak kurtarmış, evinde saklamıştı.

Yine aynı şekilde Adana Taşmalarının ünlü lideri Vahakn’a ‘tüm arkadaşların tutuklandı ve öldürüldüler, ortalıkta fazla görünme iznini kaybettir’ denildi. O da soğukkanlı bir şekilde ‘Cemal Paşa sağ olduğu sürece kılıma bile dokunamazlar, odasında asılı Cemal Paşa’nın fotoğrafını göstererek ‘Yaşasın Ermeni dostu Cemal Paşa’ diyordu. Oysa Vahakn kendisi, dostluğuna inandığı Cemal Paşa’nın emri ile Adana’nın (Karaköprü) meydanında (Bahripaşa) çeşmesinde asıldı. Taşnakların, Türklere körü körüne inanmanın ne kadar yanlış olduğunu ağır bedeller ödenerek öğrenildi. Bu yanlış yönelim sadece kendi hayatlarına değil milyonlarca Ermeni’nin hayatlarına mal olmuştu.

Ermeni haini Artin Mıgırdiçyan yardımı ile hazırlanan Ermeni tutuklanacaklar listesi, İstanbul Emniyet Müdürü Bedri, tüm karakollara yazı göndermiş, belirlenen günden önce zarfın açılmamasını, emirlerin harfiyen yerine getirilmesi talimatı vermişti. Tutuklanan yüzlerce kişi Merkez Cezaevi, oradan yüzlerce jandarma eşliğinde Sarayburnu Gülhane korusuna, gemilere bindirilerek, Marmara denizinden geçip Haydarpaşa iskelesine ulaştık. Pek çoğumuz sonradan yaşadığımız zulümlerden sonra, o gece keşke denizde boğulmayı tercih edecektik. Çünkü denizde boğulmak işkence, balta ve palalarla şehit olmaktan daha zalimce değildi. Küçük Asya’nın içlerine götürülmek üzere bekleyen özel trenlere bindik. Annelerimizi, eşlerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi bırakarak sonsuza dek gömülü kalacağımız mezarlarımıza doğru yola çıktık…”

III

“250 kişilik Ankara-Ayaş sürgün listesinde kimler yoktu? Agnuni (Haçadur Malumyan), Taşnak lideri-yazar. Urfa yolunda şehit edildi. Dr.Nazaret Dağavaryan, Meclis Üyesi, tıp kitapları yazarı ve yayıncısı, Urfa’da şehit edildi. Nerses Papazyan, Azadamard editörü, Ankara’da şehit oldu. Adom Yarcanyan (Siamanto) Meclis Üyesi, Ankara’da şehit oldu. Ölüm yolculuğunda bizimle birlikte Gomidas Vartabed’in ruh sağlığı bozulmuştu. Gomidas Vartabed’in hüzünlü ve yürekleri burkan ‘Der voğormiya’ (Rab bize merhamet et) duasını okuyunca hıçkırıklarımızı tutamadık. Hepimiz çocuklar gibi ağlamıştık. Kafilemizde 5 din adamı mevcuttu. Bir ara rüşvet karşılığı ve hatırı sayılır kişilerin araya girmesiyle, Talat’tan yardım talep eden Amerikan Büyükelçisi Margenthau’nun araya girmesiyle 5 sürgün İstanbul’a geri gönderildi.

Ayaş-Ankara-Çankırı-Çorum-Yozgat-Boğazlıyan-Kayseri-Haçin (Saimbeyli)- Sis (Kozan)-Osmaniye Amanos Dağları-Gavur Dağları (Kanlı Geçit) geçtik. İstanbul’dan sürüldüğümüzden beri ilk defa bir tren garına uğramıştık. Bir yıldır en doğal ihtiyaçlarımızdan uzak, Anadolu’nun içlerine doğru, dağdan dağa, ovadan ovaya dolaşıp duruyorduk. Yabanileşmiştik. Bağdat Demiryolu’nun Alman hatlarına ulaştığımızda, içimizde bir kurtuluş umudu doğdu. Ama bu boşuna idi, çoğumuz Der-Zor’a sürülüp ölüp gidecektik. Kanlı Geçit, Amanos Dağları’nda derin vadide yer alır. Bizden önce 450 binden fazla Ermeni bu Kanlı Geçit’ten geçip Suriye-Mezopotamya-Resulayn-Nusaybin’den Der-Zor’a gönderilmişti.

Hınçak üyesi olmakla suçlanan ve Der Zor’a sürülen, İstanbul’da yaşayan 2 yurtsever kardeşin dosyalarında ‘bu 2 kardeş Hınçak Partisi’nin eski üyelerinden olup Osmanlı topraklarını yabancı güçler arasında parçalamaya çalıştıklarından, Türk Devleti’nin düşmanıdır’ yazılı idi. İlk defa bu 2 cesur kardeş kaçmamı tavsiye ettiler. Ben ise bütün kervanın beraberce kaçmasından yana idim. Arkadaşlarımı yalnız bırakmak istemedim. Yozgat’a gelene kadar rüşvet ile altın para vererek ancak kuru bir ekmek satın alarak idare edebiliyorduk. Kafileden kaçmak, intihar etmekten yana olanlar vardı. Ben hiç bir zaman böyle düşünmedim.

Kafileden 18 yaşında bir genç sayım sırasında eksik çıktı. Astsubay ‘merak etmeyin ben onu bulur arkanızdan gönderirim size yetiştiririm’ dedi. Yola çıkışımızdan çok geçmemişti ki, Yozgat’ta jandarmalar yakaladıktan sonra sopalarla döve döve öldürdüklerini söylediler. Talihsiz kader arkadaşımızı kaybetmenin üzüntüsünü, kaçmayı düşünen herkes ümidini yitirmesine neden oldu.”

 50 Altın Lira’ya Özgürlüğümü Satın Aldım!

“Bu sefer Kanlı Geçit’te tanıştığımız iki Ermeni astsubay kaçıp canımı kurtarmamı önerdi. Kaçmam için bütün düzenlemeyi yapıp, bana eşlik etmeye söz verdiler. Almanca bildiğim için ‘kurtuluşun garanti’ dediler. Alman İnşaat Mühendisleri, tercüman olarak çalışacak Ermeni arıyorlardı. Oraya kapağı attı mı, artık hiç kimse dokunamazdı. Fakat beni ikna edemediler. Benim tek isteğim, yoldaşlarımı da kurtarmak, onlarla kaçmaktı. Gavur Dağı denilen Amanos Dağları’na gelmiştik. Ermenilerin günde 10 saat demeden, sadece kuru bir parça ekmek karşılığı çalıştırılıyordu. Adana’dan Halep’e giden bu yolda ‘sağ kalıp yaşadığınıza şükredin, daha ne istiyorsunuz ki…’ diyorlardı.

Kaçmak için karar verdiğimde en yakın dostum, Setrağ Şahyan’a söylemiştim. Bana ‘sizin hayatınız değerli, benim işim bitmiş. Siz kendinizi kurtarın ve acılarımızın hikayesini yazın. Gelecek nesiller, milletlerinin kurtuluş ve hürriyeti için ne kadar büyük bedeller ödediğini bilsinler…’ dedi. İstanbul – Bağdat Demiryolu’nun inşaasını üstlenen Alman Holzmann Şirketi’nin yanında, hızlı cephane ve asker sevkiyatının olması için, İttihatçı Hükümet Almanları sıkıştırıyordu. Türk Harbiye Nezareti, Alman Şirketi’ne asker kaçakları, tehcirden kaçan Ermeniler dahil herkesi istihdam etme, hatta devletin takibinden kurtarma yetkisi veren Alman Genel Kurmay Başkanı General Liman Von Sanders’di. Alman mühendisleri içinde, Ermenilere karşı şefkat gösterenler olduğu gibi, İtilaf güçlerinin işbirlikçileri olarak görenler vardı.

Artık bir kaçak olmuş Kirkor Garabedyan sahte kimlik ile şirkete kaydolmuş kimseyle ilişki kurmadan istasyonda hem evimiz hem de işyerimiz olmuştu. Birgün Filistin-Mezopotamya cephelerini ziyaret ederken buradan geçen Enver Paşa, ‘Taşra’da hiç Ermeni kalmadığı söyleniyordu? Ne kadar çoğunun sağ kalıp bu demiryolu inşaatında iş bulabildiğine bakın!’ diyerek hayretlerini gizlememiştir! İstisnasız birçok kişi Tehcir yürüyüşlerinden kaçmış şantiye ve bahçelerde çalışan 10 bin işçi vardı. Adana Valisi Cevat ile Jandarma Komutanı Avni, İstanbul’dan gelen emirlerle, Amanos’ta çalışan Ermeni işçilerin imhası için tedbir aldılar. Alfabetik sıralaması ile hazırlanan listeler yapıldı. İşçiler teslim olup oradan ormana götürülüp kurşuna dizilince firar olayları başladı. Polis Avni’nin ekibi yakaladıklarını kurşuna dizmeye başladılar. Zalimliği ile ünlenen Avni’yi Talat terfi ettirmişti. Ama Rumların İzmir’i işgalinden sonra, Bursa’ya kaçtı. Rumların intikamından korktuğu için, çareyi intihar etmekte buldu.

İntihar etmeye gelince 3-4 yıllık Tehcir ve çilekeş yolculuklarda, intihar etmek aklımın ucundan bile geçmedi. Tersine yaşamak için elimden geleni yaptım. Ermeni halkının tahrip edilmiş mabedinin yamuk bir sutünu ya da taşlarından bir teki daha ayakta kalsın diye her türlü cefaya güle oynaya katlandım. Yeter ki Ermeni katliamlarının bir canlı tanığı daha sağ kalması için çalıştım…

Ermenilerin korkunç acılarının hikayesini yazacak zaman değildi. Ama belleğim çok güçlü olduğundan sürgünün tüm önemli olaylarını ve gerekli ayrıntılarını belleğime depoladım. Sağ kalmam halinde bu korkunç öyküyü yazmaya karar verdim. Ermeni kuşaklar sahip olduğu özgürlüğün hangi bedeller ödenerek kazanıldığını öğreneceklerdir. Öykünün adına da Ermenilerin Golgothası olacağına karar verdim.”

IV

“Türklerin bıyık altından gülümsemelerine ve tuzak yüklü vaatlerine kanan bütün o iyimserlerin trajik sonları hakkında her geçen gün kulağıma bir şeyler geliyordu. Şimdi tek amaçları gizlenen Ermenilerin ortaya çıkmasını sağlamak, böylece tutuklayıp öldürebilmek amacıyla Genel Af ilan edildiği söylentileri dolaşıyordu. Tehlikenin geçtiğine, fırtınanın dindiğine inanan yüzlerce kaçak ortalıkta dolaşan ve yem amacıyla çıkarılan söylentilere inanıp gizlendikleri yerden çıkmışlardı. İlk ortaya çıkanlara dokunmuyorlardı. Serbestçe dolaşıyorlardı. Ortaya çıkanlar, gizli polis tarafından saptanmışlardı. Kara liste hazırlayan polis onları yine 24 Nisan gibi bir gecede tutukladı. Onları Amanos ormanlarına götürüp sopa ve taşlarla öldürdüler. Ben ise görünmemeye toz olmaya karar vermiştim.

Sığındığım bağ evinde Ermeni ailenin üzümlüğü ile meyve bahçelerinde günümü gün ediyor, çalışıyordum. Kaçış planları yaparken bir jandarma astsubayı beni dikkatlice süzdü. Kaçak olduğumdan şüphelenerek beni tutuklamaya kalktı. Astsubay beni kasabaya teslim etmeye götürürken, onunla hemen pazarlığa kalkıştım. 50 altın liraya özgürlüğümü satın aldım. Sonra biraz konuştuktan sonra bağ evine döndük, oturduk ve dost olduk. Subay başkalarını birkaç altın liraya serbest bırakırken benden neden bu kadar yüksek bir fidye istediğini sordum. ‘Bu adamdan adama değişir, sen okumuş yazmış bir adama benziyorsun kişinin konumuna göre değişir’ dedi.

Halen peşimi bırakmamışlardı. İstanbul’dan o polisler Üsküdar-Selimiye’de evimize sık sık uğrayıp ‘Vartabed’iniz (bekar papaz) nerede, ona hayırlı haberlerimiz var’ diyorlardı. Azrail’in gölgesinde pençesini hep ensemde hissedeceğim sonucunu çıkarıyordum. Ama ben yaşamak istiyordum. Felakete uğrayan Ermeni halkından sağ kalan kişileri bir araya toplamak yeni bir Ermeni cemaati oluşturmak ben kötümser olan ‘Ermeni milleti sonsuza kadar yok oldu, biz sağ kalanların artık yapacağı şey kalmadı’ diyenlerden değildim.

Adana’dan İsviçre’ye gitmeye karar verdim. En yakın dostum Dr.Vartabedyan kaçış planında bana yardımcı oldu. Başarılı olacağımı ileri sürdü. 50 altın borç para istediğimde ‘50 altın lira iş görmez, ben sana 200 kağıt lira vereceğim, hayatın bizim için değerli, parayı düşünme, sadece başarılı olmaya bak, bu sefer son kartlarını oynadığını da unutma’ dedi. Yine Ermeni ileri gelenlerinden Sarkis Babelyan’lar yakalanma halimde 2000 altın lira rüşvet vermeye hazırdı. Fabrika sahibi Osmanlı ordusuna un tedarik eden Babelyan, vali üzerinde büyük rolü vardı. Türkler arasında sağlam dostları vardı. Tutuklanmam halinde yardıma hazırlardı.

Adana’dan Belemedik’e oradan kısa bir moladan sonra Karapınar’a ulaştık. Bu yıl Adana’dan Pozantı’ya açılan dağ yolu yeni bitirilmişti. Ermeni memurların, istasyon şefleri B.Hamamcıyan-O.Postacıyan’ın yolculuğu sağ salim sürdürmem için yardımcı oldular. En emin yolun, Alman kimliğini kullanmak olduğuna karar verdik. Alman üniforması temin edildi. Alman binbaşı kaçışımın ayrıntılarını belirledi. Almanya’ya giden iki Alman askeri ile birlikte yolculuk edecektim. İzin kağıdımı da imzaladı. Üç Alman askerine İstanbul’a seyahat etme izni verilmişti. Alman askerleri ile dost olmuştuk. Ermeni halkının imha edilmesi konusunda sohbet ettik. Sosyalist görüşlü bu askerler, Almanya’nın bu savaşı kaybettiğini daha devam ettirilmesi halinde çok kan akacağını söylediler.

Ermeni halkının trajedisini anlattığımda şefkat gösterdiler. Herhangi bir tehlike ile karşılaşınca beni savunacaklarına yemin ettiler. İlişkilerimiz o kadar iyi hal aldı ki Alman askeri kimliği ile İstanbul’dan Avrupa kaçışını sağlayacaklarının sözünü bile verdiler.”

V

“İtilaf güçlerinin Türkiye’de hakimiyeti ele geçirip Mondros Anlaşması’nın imzalanmasından sonra genelde evimizin üst katında, bazen de kız kardeşimin evinde zamanımı Ermeni şehitlerinin hikayesini yazmak için harcadım. Büyük emek ve çaba harcayarak yazdığım, tutuklandıktan hemen sonra Türk polisinin evi didik didik aradığını Kanonagir Hay Yeğeğetsvo (Ermeni Kilisesinin Kanonları) dahil tüm kitap ve el yazmalarımı götürdüğünü söylediklerinde başımdan aşağı sanki kaynar su döküldü. İtilaf güçlerinden Fransız Amirali Amet’e legale çıkabilmek için koruma istedim. Ona Türklere zerre kadar güvenimin olmadığını söyledim. Gazetelere ilan vererek artık geri döndüğümü paylaştım. Ama nasıl ve ne şekilde geldiğimi hiçbir şekilde açıklamadım. Bu ilandan hemen bir hafta sonra beni 4 yıl önce tutuklayanlar arasında bulunan Üsküdar-Selamsız karakolunun Türk komiseri hakkımda gizli bir tahkikat başlattı.

Artık İstanbul’da kalmanın zor ve riskli tehlikelerle dolu olacağından tavsiyelerine başvurduğum ruhani pederim Yeğişe Turyan’a başvurdum. Paris’e gitmeye kesin niyetli olduğumu söyledim. İngilizlere sunulan şehirden ayrılmak için sunulan listede yer aldım. Gitmeden önce Üsküdar Surp Haç Kilisesi Semt Konseyi beni semt kilisesi ayinine ve Üsküdar’lı Ermenilerin idaresini üstlendikleri yakındaki bir Ermeni Yetimhanesinin açılış ayinini yönetmeye davet etti. 4 Ocak 1919’da Başpiskopos Yeğişe Turyan-Dr.Parseğyan-Prof.Der Hagopyan ile birlikte Galata Rıhtım’dan İngiliz Amiral gemisi ile gözü yaşlı annemi-sevdiklerimi ve dostlarımı bırakarak yeni bir yolculuğa koyulduk.

Paris’e giderek Ermeni Ulusal Heyet’ine dahil oldum. Ermeni Ulusal Meclis’inde Başpiskopos Yeğişe Turyan, Abraham Der Hagopyan, Dr.Armenak Parseğyan vardı.”

Krikor Balakyan, artık omuzlarında sorumluluğu ağır olan Ermeni davasını taşıyordu. Bir dakika bile zamanını boşa harcayacak vakti yoktu. Tehcir ve soykırımın bir canlı tanığı olarak, uluslararası görüşmelerde Ermeni Heyeti’ne 1919 Paris Barış Konferansında başkanlık etti. 1920 yılında ise Sevr Anlaşması’nı imzalayanlar arasında yer aldı. Ve en önemlisi Talat Paşa’nın Ermeni halkı adına cezalandırıldığı tarihi Soğomon Tehleryan Davasına katıldı. Soykırımın canlı tanığı görülen mahkemede tanık olarak dinlendi.

Lepsius ile Almanya’da tanıştı. Ağustos 1921 yılında Talat Paşa suikastından sonra, Berlin Adalet Sarayı’nda görülen davaya katıldı. “Her milliyetten insanların katıldığı ve yoğun ilgi gösterildiği bu duruşmaya, Ermenilerin baş celladı, Talat’ın dul eşi ile Türklerin doldurduğu büyük duruşma salonunda gördüklerimi ve bildiklerimi anlatmam için 40 dakika süre verilmişti. Duruşmadan sonra Soğomon Tehleryan beraat ettti.”

Krikor Balakyan tıpkı annesi gibi entelektüel, bilgi dolu Ermeni halkının yetiştirdiği en değerli şahsiyetleri arasında yer aldı. Daha ilk günden itibaren Türkiye Ermenileri Apostolik Kilisesi’nin geleceğin adayı olarak gösteriliyordu. Evinden alındıktan sonra acılarla dolu geçen 4 yıllık ölüm yolculuğunda Anadolu’nun uçsuz bucaksız topraklarını, Ermeni halkının kanları ile boyanan ve Ermeni halkına yapılan soykırımı bizzat yaşadı. Canlı tanığı oldu. 102 kişilik kafileye önderlik etti. İntihar olaylarının önüne geçerek, ‘ne olursa olsun yaşama tutunmayı ve umutlarını hiçbir zaman kaybetmemelerini’ öğütledi. ‘Savaştan sonra Ermenistan kurulacağı hayali ve eşsiz tarihsel olayı yazmak için kendinde kutsal bir vazife’ olarak gördü.

Yol güzergahı boyunca Müslümanlaştırılmış Ermeniler ile tanıştı. Onların acıklı hayatlarına, pişmanlık dolu üzüntülerine tanıklık etti. O’nun yaşayabilmesi için, yol boyunca birçok Ermeni ölüm pahasına da olsa firar etmesine yardımcı oldular. Adana’ya gelene kadar, Türk subaylarına rüşvet vererek yaşadılar. Yine çok varlıklı Ermenilerden olan ve Meclis’te mebus olan Nalbantyan’lar, Adana Sis-Kozan’da açlıktan ölen 102 kişilik kafileye, sadece ekmek ihtiyacı olan 25 altın lira borç para vermedi. Patrikliğin borcu vermesi için senet imzalamak istemesine rağmen, Nalbantyan’ların bencil yaşantılarına kendilerini, ailelerini ve servetlerini kurtarmak için ihanetlerine de şahitlik etti.

Yurt dışında iken İngiltere’de yaşadı. Marsilya’ya yerleşti. Başpiskopos olarak hizmetlerine devam etti. Marsilya ile Nice’de O’nun sayesinde Ermeniler bir topluluk olarak varlıklarını devam ettirdiler. Kiliseler ile şapel açılması O’nun sayesinde oldu. Soykırım yıllarında yaşadığı ağır psikolojik, sosyal, ekonomik sağlık sorunları yüzünden maalesef 59 gibi erken yaşta Marsilya’da hayatını kaybetti.

* “Golgotha” Hristiyanlıkta “Golgotha Yolu” İsa Peygamberin sırtında gerileceği ağır haçı taşıyarak aldığı meşakkatli yolu simgelemektedir.

Not: Bu makalede yapılan alıntılar Krikor Balakyan’ın yazdığı “Ermenilerin Golgothası” kitabından alınmıştır. Kitap Türkçe olarak “Krikor Balakyan, Ermenilerin Golgothası”, başlığıyla Belge Yayınları tarafından 2014 tarafından yayınlanmıştır.

Belge Yayınları baskısında kitabın tanım bölümde şu ifadeler kullanılır: “Krikor Balakyan 1915 yılında soykırıma dönüşen zorunlu göçün meşakkatli uzun yürüyüşünü Golgotha metaforu ile simgeler ve bir anlamda imha edilen Ermeni halkını da kutsar. Bir mimar olan Balakyan, yaşadığı ağır travmayı kendini dine vererek, hayatta kalmış olan halkının kendini yeniden toparlamasına adayarak aşmaya çalışır.

Ermeni Golgothası, birçok açıdan dönemin ruhunu çok iyi yansıtıyor, dönemi ve olayın çok faklı boyutlarını kavramamızda yardımcı oluyor. Çünkü anlatı kitlesel savaş isterisinin egemen olduğu Berlin kentinden izlenimlerle başlıyor. Sonra aynı savaş isterisinin İstanbul sokaklarına yansımasına tanık oluyoruz. Ve sonra yazar, şair, gazeteci, yayıncı, aydın ve toplum önderlerine yönelik ünlü 24 Nisan Operasyonu ve sonrasındaki ruh haline ilişkin tanıklıklar.

Balakyan grubu, 1916 yılında sürgünden tehcir yollarına düşürülen 24 Nisan operasyonundan artakalan son kişilerden oluşuyor ve bu grupta Ermeni iş insanları ve eşrafı daha ağırlıklı. Belki de Balakyan’ın en son gönderilmesinin nedeni, onun Almanya ile olan bağlantısı. Bir yıl sonra o korkunç vahşetlerin yaşandığı tehcir yollarında yıkıntılar arasından geçerek ilerlemek ve bizzat bu kıyımları yapanlarla yüz yüze olmak, Balakyan’ın anlatısını çok daha değerli kılıyor.

Öte yandan, artakalmış direnişçi, insanları kurtarmaya çalışan grupların varlığına da tanık oluyoruz. Zaten sağ kalması da bu sayede mümkün oluyor…”

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu