
Uluslararası alanda yaşanan gelişmeler, gündemin çok hızlı değişmesine neden oluyor. Bu gündemlere bir de coğrafyamızda yaşanan ve dahası savaş aşamasına evrilen gelişmeler eklendiğinde, politik gündeme dair kurulan her söz çok hızlı bir şekilde eskiyor. Bu nedenle günümüz konjonktüründe doğru bir politik çizginin üretilmesi ve savunulmasında, enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya halklarının en ileri bilimi olan Marksizm- Leninizm- Maoizm’in yol göstericiliğine daha fazla başvurmak gerekiyor.
Emperyalist kapitalizmin içinde bulunduğu durum beraberinde dünya gericiliğinin enternasyonal proletaryaya ve ezilen dünya halklarına saldırılarını yoğunlaştırmasını doğururken diğer yandan da emperyalist kapitalist sistemin kendi içindeki çelişkilerin artmasına neden olmaktadır.
Bu ise objektif bir durum olarak günümüz koşullarında “tarihin tekerleğinin hızlanması” ve onlarca yıllık gelişmelerin birkaç günlük zaman içinde gerçekleşmesine neden olmaktadır. Bir gündem yerini hızla bir başka gündeme bırakmaktadır.
Örneğin Mayıs ayı sonlarında Hindistan proletaryasının ve ezilen halkının öncü ve önder partisi olan Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Genel Sekreteri Yoldaş Basavaraju’nun 27 Halk Kurtuluş Gerilla Ordusu üyesiyle birlikte katledilmesinin ardından, Hint gericiliği yeni bir katliam gerçekleştirdi. Aralarında HKP (Maoist) Merkez Komite Üyesi Yoldaş Sudhakar’ın da bulunduğu yedi komünistin esir edilip katledildiğini öğrendik.
Faşist Hindutva Hindistan devletinin Maoistlere yönelik başlattığı saldırı kampanyasının bir yanında Hindistan’ın doğal kaynaklarının emperyalist ve komprador sermayeye sınırsızca açılıp yağmalanması varken, diğer yanında ise HKP (Maoist) önderliğinde yürütülen mücadelenin enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının en ileri mevzilerinden birini oluşturması vardır.
Emperyalistler ve onların bölgesel gerici uşakları kendileri için yakın ve gerçek tehlike olarak gördükleri komünist ve devrimci direniş odaklarını tasfiye etmek için bütün imkan ve olanaklarını kullanmaktadır. Bu nedenle dünya gericiliği, uluslararası alanda tam bir saldırganlık içinde bulunmaktadır.
Emperyalist gericiliğin saldırganlığı ve faşist baskı kampanyaları sadece yarı sömürgelerde yaşanmamaktadır. Örneğin ABD’de D.Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle birlikte daha aktif olarak devreye sokulan “göçmen karşıtlığı” politikası beraberinde kimi ABD eyaletlerinde göçmen isyanına neden oldu. Emperyalist kapitalizmin merkez üslerinden birinde göçmenlere yönelik yaygın ve kitlesel terör kampanyası, önümüzdeki yılları etkileyecek son derece önemli bir politik gelişmedir.
Benzer durum Avrupa kıtasında da yaşanmakta ve göçmenlere karşı son derece saldırgan politikalar devreye sokulmaktadır.
Bu gelişmelerin temel motivasyonu ise sıklıkla işaret ettiğimiz üzere emperyalist sistemin hızla yeni bir paylaşım savaşına hazırlanmasıdır. Kapitalist merkezlerde bir yandan “savunma” adı altında bütçeler silahlanmaya ayrılmakta, diğer yandan ise “aşırı sağ” adı altında ırkçılığın, göçmen düşmanlığının ve faşizmin önü hızla açılmaktadır. Kuşkusuz bu objektif durumun temel nedeni, sistemin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve emperyalist tekellerin giderek sertleşen rekabeti ve mücadelesidir.
ABD emperyalizmi önderliğindeki “Yeni Dünya Düzeni”nin sonuna gelinmiştir. Şimdiki durumda emperyalistler iki ana kampa ayrılmıştır. Bir yanda ABD, İngiltere ve AB emperyalizminin yer aldığı, en genel anlamıyla “batı emperyalizmi” olarak adlandırılabilecek kamp; diğer yanda ise Çin sosyal emperyalizmi ve Rusya’nın başını çektiği, bu güçlere yedeklenen İran gibi devletlerin yer aldığı diğer kamp bulunmaktadır. İki emperyalist kamp yekpare bir bütün değildir.
Kimi noktalarda anlaşmakta ve uzlaşabilmekte, kendi içlerinde de çelişkiler barındırmaktadır. ABD’nin D.Trump’ın başkan olmasıyla birlikte Rusya’yla kurduğu ilişki ve özellikle AB emperyalistleriyle açığa çıkan çelişkisinin yanında; Çin ve Rusya’nın artık ABD’yi doğrudan hedef alan açıklamalarına tanık oluyoruz.
Nitekim SSCB’nin Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratmasının 80. yıldönümünde vesilesiyle Rusya ve Çin’in ortak açıklamalarında, “belirli ülkeler”i II. Dünya Savaşı’nın “zaferine müdahale gayretiyle” suçlayıp açıkça “ABD ve müttefikleri, NATO’nun doğuya, Asya-Pasifik bölgesine doğru genişlemesini teşvik ederek [bu bölgede] ‘küçük çevreler’ oluşturmaya ve bölge ülkelerini kendi ‘Hint-Pasifik stratejilerine’ kazanmaya çalışarak bölgesel barış, istikrar ve refahı baltalıyor” ifadelerini kullanmaktadırlar. (10 Mayıs 2025)
Halihazırda bu iki emperyalist kamp arasında pazar kavgası Ukrayna’da ve Ortadoğu’da olduğu gibi savaşta dahil olmak üzere çeşitli biçim ve içeriklerde sürmektedir. Ancak her durumda emperyalistlerin kendi aralarında yeni bir paylaşım savaşına hazırlandıkları anlaşılmaktadır. Üstelik bunu açıkça ilan etmektedirler.
Örneğin Alman Savunma Bakanı Karsten Breuer, Batı ittifakı NATO üyelerinin önümüzdeki dört yıl içinde Rusya’dan gelebilecek olası bir saldırıya karşı hazırlıklı olmaları gerektiğini açıklamakta ve “Analistlerin değerlendirmeleri bu yönde – 2029 yılında. Yani 2029’a kadar hazır olmamız gerekiyor. Şimdi bana sorarsanız, bu 2029’dan önce olmayacağının garantisi mi? Hayır, değil derim. Bu yüzden bu gece savaşabilmeliyiz” ifadelerini kullanmaktadır. (1 Haziran 2025) İngiliz emperyalizminin sözcüsü Başbakan Keir Starmer ise İngiltere’nin şu anda “Soğuk Savaş”tan bu yana en ciddi, en ani ve en öngörülemez tehditlerle karşı karşıya olduğunu” belirterek “savaş yapmaya hazır” hale geleceklerini açıklamaktadır. (2 Haziran 2025)
Siyonist İsrail ile İran Molla Rejimi: İki gericiliğin bölgesel Savaşı
Açıkça görüleceği üzere sistemin içinde bulunduğu durum ve emperyalistler arası çelişkinin giderek sertleşmesi beraberinde yeni işgal ve çatışmaları tetiklemektedir. Bu durum Ukrayna’da olduğu gibi emperyalistler arasında doğrudan savaşa evrilmekte, Ortadoğu’da olduğu gibi batı emperyalist ittifakının coğrafyamızda iki ileri karakolundan biri olan siyonist İsrail’in (diğeri NATO üyesi faşist TC’dir) bölgesel saldırganlığına yol açmaktadır.
Siyonist İsrail’in, Filistin ulusal direnişinin 7 Ekim 2023 hamlesi karşısındaki saldırganlığı, Gazze’de Filistin halkının soykırıma uğratılması ve yerinden edilmesiyle birlikte, Lübnan Hizbullahı’na yönelik saldırılarla sürmüş, Suriye’de Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte Şam’da rejim selefi cihatçılara teslim edilmiş ve nihai hedef olarak İran’a yönelmiş durumdadır.
ABD ile İran arasında “nükleer müzakereler” sürerken İsrail, İran’a yönelik “önleyici, kesin ve birleşik bir saldırı” başlattı. Gerekçe ise İran’ın başta nükleer silah yapmasını önlenmek (ki İsrail’in kendisi de nükleer silaha sahiptir), balistik füzelerin ve insansız hava araçlarının imha edilmesi olarak açıklandı.
İran Molla rejiminin askeri komuta kademesi de olmak üzere önemli bir darbe vurdu. İran ise İsrail’in bu saldırılarına karşı misilleme yaptı ve İsrail’in tamamını balistik füzelerle vurdu.
Karşılıklı saldırılarda sadece askeri tesisler değil sivil insanlarda katledildi.
İki emperyalist kampla “stratejik ilişkileri” olan bu iki gerici bölgesel gücün, karşılıklı saldırıları devam ederken sürecin bölgesel ve oradan da yeni bir emperyalist paylaşım savaşına evrilme riski var olmakla birlikte, her iki gerici gücün karşılıklı saldırılarının yeni olmadığı açıktır.
Ancak siyonist İsrail’in son saldırısıyla birlikte yeni bir eşiğin aşıldığı da ifade edilmelidir. Özellikle siyonist İsrail’in, İran’ın nükleer tesislerine saldırması burjuva hukukunda bile “savaş suçu” sayılan bir gözü dönmüşlüğe işaret etmektedir.
Kuşkusuz siyonist gericiliğin bu saldırısı tıpkı Gazze’ye, Lübnan’a ve Suriye’ye yönelik gerçekleştirdiği saldırganlığın bir devamı olarak “kendi varlığı ve bölgesel çıkarları” açısından değerlendirmek gerekir. Ancak bu saldırganlığın arkasında aynı zamanda başta ABD olmak üzere batı emperyalizmi vardır. Saldırıya TC’nin de NATO Kürecik radar üssünün kullanımı başta olmak üzere Konya ve İncirlik’ten kalkan NATO uçakları aracılığıyla ABD üzerinden İsrail’e istihbarat desteği sağladığı anlaşılmaktadır.
İran uzunca bir süreden beri başta ABD olmak üzere batı emperyalistlerinin hedefinde olan bir ülkeydi. Amaç Molla rejiminin devrilerek, İran pazarının, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının batı emperyalist sermayesine sınırsız bir biçimde açılmasıdır.
Bu anlamıyla ABD öncülüğünde batı emperyalizminin İran’da bir rejim değişikliği hedefi ve yönelimi bilinen bir gerçekliktir. Siyonist İsrail’in İran’a yönelik son saldırısı bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Bu noktada yaşanan saldırılardan hareketle, Molla rejiminin “anti-emperyalist” bir çizgiye sahip olduğu anlamına da gelmediğinin altı çizilmelidir. İran’da iktidar olan Molla rejiminin özel mülkiyetle ve kapitalizmle bir sorunu olmadığı; başta kendi işçi sınıfı ve halkı olmak üzere bölge halklarına yönelik katliamcı ve gerici bir devlet olduğu ortadır. Bir gecede beş bin devrimciyi hapishanelerde katleden, açıktan kadın düşmanı, başta Kürt ve Beluc olmak ezilen ulus, milliyet ve inançlara yönelik katliamlar gerçekleştiren bir rejimden bahsettiğimiz bilinmelidir.
İran Molla rejimi kuşkusuz geçmişteki Şah rejimi gibi kukla bir yapıya sahip değildir. Lakin İran’ın sosyo-ekonomik yapısı bütün ambargo ve yaptırımlara rağmen kapitalist sisteme bağımlıdır. Şah rejiminin devrilmesinden sonra Molla rejiminin 1979 sonrası Fransız emperyalizmiyle geliştirdiği ilişki ve dahası günümüzde Çin ve Rus emperyalizmiyle geliştirdiği ilişkiler bilinen tarihsel gerçeklerdir.
İran Molla rejiminin, emperyalist kapitalist sistemle esasta bir sorunu yoktur. Onun sorunu ABD emperyalizmiyledir. İran Molla rejimi, bölgede ABD emperyalizminin yayılması ve nüfuz alanları kurmasının önünde bir engel olarak durmaktadır. Bu durum Molla rejimini kesinlikle ilerici yapmamakta, emperyalist çıkar dalaşında bölgesel bir gerici güç olarak konumlandırmaktadır.
İran’ın batı emperyalizmi ve siyonizmin hedefinde olması, Molla rejiminin “anti Amerikancı” pozisyonu ile ilgilidir. Nitekim Molla rejiminin batı emperyalizmini karşısında konumlanan Çin ve Rusya’nın önderliğindeki diğer emperyalist kampla yakın stratejik ilişkileri vardır. Örneğin İran ile Rusya arasında bu yılın başında 20 yıllık “Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması” imzaladı. Molla rejimi benzer bir anlaşmayı Mart 2021’de Çin ile imzaladı.
Çin’in (ABD ve AB emperyalistlerinin İran’a yaptırım kararına rağmen) 2021 yılında İran’la yaptığı -ve içeriği İran halkından gizlenen- bu anlaşmayla, 25 yıllık 400 milyar dolarlık yatırım ve İran’daki 7 petrol rafinerisine ortak oldu. Böylelikle Çin bir yandan batı emperyalizmine net bir mesaj verirken diğer yandan Ortadoğu’da ise emperyalistler arası rekabette “ben de varım” demiştir.
Savaş karşıtı bir hareket örgütlemenin aciliyeti!
Rusya ve Çin, İran’la kapsamlı “savunma” anlaşmalara imza atarken, böyle bir saldırı karşısında İran’ın nasıl ve ne kadar destekleyebilecekleri süreç içinde görülecektir. Bu durum aynı zamanda İsrail ile İran arasındaki karşılıklı saldırıların bölgesel bir savaşa evrilip evrilmeyeceği ve dahası bu bölgesel savaşın emperyalist arası üçüncü emperyalist paylaşım savaşına yol açıp açmayacağını da gösterecektir.
İsrail ile İran arasında yaşanan savaş, iki gerici gücün bölgesel hakimiyet mücadelesi olmakla birlikte, Siyonizmin ve Molla rejiminin arkasında iki emperyalist kampın olması, bu çatışmanın yeni bir emperyalist paylaşım savaşını tetikleme ihtimalini de doğurmaktadır.
Kuşkusuz ki Siyonizmin başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin desteğini arkasına alarak İran’a saldırması kınanmalıdır. Yine bu blokun, İran’daki gerici Molla rejimini, emperyalist bir müdahaleyi meşrulaştırma aracı olarak kullandığı, İran içindeki dinamikleri de kendisine yedeklemek için çaba harcadığı ortadadır. İran Molla rejimi mutlaka yıkılmalıdır ancak bu gerekçe, hiçbir emperyalist-siyonist saldırıyı haklı çıkarmaz ve meşrulaştırmaz.
İran’a dışarıdan yapılan bir emperyalist saldırganlık karşısında olmak; İran gerici molla rejiminin ancak ve ancak İran halkının haklı ve meşru mücadelesiyle devrilmesi gerektiğini ısrarla savunmak gerekir.
İran gerici rejiminin niteliği hiçbir emperyalist saldırganlığı, işgal ve savaşı meşrulaştırmaz. Bu türden bir saldırganlık başta İran halkı olmak üzere bölge halklarına yönelik daha fazla katliam, yıkım ve göç getireceği açıktır. Dahası bu türden saldırıların İran içinde rejimine muhalifleri ve devrimcileri katletmek için bir koz verdiği ve vereceği de açıktır.
Öte yandan İran Molla rejiminin Siyonist İsrail’le (ve “Büyük Şeytan Amerika”yla) savaşının arka planında hem kendi hem de yedeklendiği emperyalist güçlerin bölgesel hakimiyet mücadelesi olduğu açıktır. Dolayısıyla kimi nüanslarla birlikte ABD emperyalizmi için bölgede İsrail neyse, Rus-Çin bloğu için İran odur. Bu nedenle coğrafyamızda işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz.
Coğrafyamızda işçi sınıfı ve ezilen halklar, ikisini de düşman olarak görmeli ve ikisini de devirmek için mücadele etmelidir. Ancak bu iki gerici güç arasındaki hakimiyet mücadelesine de kayıtsız kalınmamalıdır. ABD emperyalizmine ve İsrail siyonizmine karşı olmak adına İran Molla rejimine ve onun arkasındaki Rus ve Çin emperyalizminin yedeğine düşülmemelidir.
Kuşkusuz ki bu durumda okun sivri ucu ABD emperyalizmine ve İsrail siyonizmine yöneltilmeli ancak İran rejimi ve onun arkasındaki diğer emperyalist kampa karşı da mutlaka uyanık olunmalıdır.
Gelişmeler hem enternasyonal alanda hem de coğrafyamızda anti-emperyalist, anti-siyonist bir savaş karşıtı hareket yaratılmasını, bunun için çalışılmasını acil olarak dayatmaktadır.
Uluslararası alanda emperyalist savaş karşıtı bir cephenin hızla örgütlenmesinin yanında; coğrafyamızda da İsrail’in başta Filistin olmak üzere, bölgesel saldırganlığına ve son olarak İran’a yönelen saldırganlığına ve toplamda “bölgesel bir savaş” tehlikesine karşı tavır almak, birleşebilecek en geniş örgüt ve çevrelerle birleşmek, eylem birlikleri, “savaş karşıtı koalisyon” vb. çağrısı yaparak harekete geçmek gerekir.
Günümüz gerçekliği içinde işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından haksız savaşları önlemek ve bitirmek için devrimci iç savaşlara evet demek daha fazla önem kazanmış durumdadır.