
2025 yılı, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın faşist güçlere karşı zaferle sonuçlanmasının 80. yıldönümüdür.
Bu nedenle Rusya ve Çin her sene olduğu gibi çeşitli yürüyüş ve kutlamalara ev sahipliği yapmaktadır. Özellikle bu yıl “Çin Halkının, Japon Saldırganlığına ve Dünya Anti-Faşist Savaşına Karşı Direniş Savaşının Zaferinin 80. Yıldönümünü Anma” başlıklı bir askeri yürüyüş Beijing’te gerçekleştirildi.
Bu gösteride görmemiz istenen ve ders almamız gereken çokça şey vardı. Öncelikle Çin’deki bu yürüyüş son dönemlerde tüm dünyayı saran militarizmin ve “savaşa hazırız” mesajının ön planda olduğu, Çin’in şimdiye dek gerçekleştirdiği en yenilikçi ve modern askeri gösterisiydi.
Buna ek olarak gösteriye neredeyse hiçbir “Batılı” ya da “Batı taraftarı” ülke yöneticisi davet edilmezken Asya ülkeleri liderleri yürüyüşte yerini aldı; 20 Asya devlet lideri olmak üzere toplam 26 devlet lideri.
Görünen o ki Rusya ve Çin’in merkezine oturduğu bir emperyalist odak artık netleşmiş bulunuyor ve gururla boy göstermekten de geri kalmıyorlar. Çünkü Mayıs ayında Rusya’da gerçekleşen zafer yürüyüşünde de aşağı yukarı aynı devletlerin liderleri gösteride yerini almıştı.
Özellikle Çin’in çevresinde konumlanan bu devletler Çin’in yıllardır borçla teslim aldığı, bölgede yarattığı askeri ve ekonomik basınçla etkisiz hale getirdiği, Güney ve Güneydoğu Asya devletleridir. Aynı şekilde öbür yanda Rusya ile coğrafi olarak başka bir çıkış yolunun olmadığı Orta Asya devletleri ve de iki tarafa da oynayıp henüz taraf olmayan ülkeler bulunmaktadır.
Emperyalizme mi ABD’ye mi karşıyız?
Eski ya da yeni emperyalist güçler arasında artan anlaşmazlıklar ve çatışmalar; birbirlerini ezerek genişlemek zorunda olan sömürücü sınıflar arasındaki çatışmanın kaçınılmaz sonuçlarından başka bir şey değildir.
Emperyalist güçler, hali hazırdaki tüm kapitalist pazar ve sistem üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmak isterler. Bu yüzden her biri fiilen ele geçirebildiği kadarını kontrol etmeye çalışmaktadır. Devrimciler arasında, hatta MLM devrimciler arasında bile, ABD’nin tek düşman, tek süper güç olduğu ve ancak ABD egemenliğine karşı çıkarak bu sistemin yıkılabileceği yönünde bir yanılgı vardır.
Bu bakış, sınıf mücadelelerini ve halk ayaklanmalarını, aslında ABD’nin komuta ettiği dış güçlerin müdahalesine ve bu müdahaleye karşı ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlıklarını savunanlar arasındaki bir çatışmaya indirgeyen ya da bu şekilde tarif eden siyasi çizgilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Sınıf mücadelesinin bu şekilde reddedilişi, yerel işbirlikçilerin, yerel gerici güçlerin ya da onların dışarıdaki güçlü destekçilerinin bu çevrelerce kucaklanmasına sebep olmuştur. Elbette bu da, ABD’ye karşı tek taraflı bir muhalefet biçimine; rakip emperyalist güçlerin bir dizi “vekalet savaşları” ile karşı karşıya geldiğinin reddedilmesi anlamına gelmektedir.
Oysa bu anti-emperyalist yaklaşım olmadığı gibi, meseleye ezilen sınıfların perspektifinden bakan bir yaklaşım da değildir. Günümüzde çeşitli ülkelerdeki yerel işbirlikçilere ya da yerel gericilere karşı yapılan eleştiriler, bu eleştirilerin ABD emperyalistlerine “yardım ve destek” sağladığını söyleyen “anti-emperyalistler” ya da “solcular” tarafından karalanmaktadır.
Emperyalistler arasındaki çekişme ve krizler, devrimci hareketler için nesnel olarak iyi koşullardır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz eğilim tarihte Alman sosyalistlerin Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde benimsedikleri ve İkinci Enternasyonal’in çöküşünün önemli bir nedeni olan, tarihsel olarak yenilgiye uğramış “vatan savunması” çizgisinin günümüzdeki bir yansımasıdır.
Ancak bu dönemde bu çizgi, “dışlanmış” veya ABD emperyalizmine karşı olan herhangi bir gücü savunma biçimini almaktadır. Bu çizginin tarihsel olarak reddedilmesi, Lenin ve Bolşevik Parti tarafından gerçekleşmiş ve zafere ulaşmıştır.
Devrimciler için tek doğru tutum olarak tüm emperyalist ve gerici güçlere karşı “devrimci yenilgicilik” savunulmuştur. İşbirlikçi milliyetçiliğe, devrimci enternasyonalizm ile karşı çıkılmıştır.
İşte bu çizgiyle de Ekim Devrimi kazanılmıştır
“Aşağılanma Yüzyılı”ndan halkları aşağılayan yüzyıla!
Çin’deki gösteri, devrimci figür ve simgelerle donatılmış ve Çin’in yüzyıllık aşağılanmasının sona ermesinden bugüne aldığı yolu işaret eden anlatılarla doluydu. Devrimden önceki Çin başlı başına ele alınması gereken, karmaşık ve birçok tarihsel sürecin derinlemesine incelenmeksizin anlaşılamayacağı fenomenlerle doludur.
Ancak Çin halkının “aşağılanma yüzyılı” diye adlandırdığı, dünya emperyalist güçlerinin Çin halkının, tarihinin, ekonomik ve kültürel değerlerinin üzerinde tepindiği bir dönemi işaret ediyordu. Bu ifade hem milliyetçi hem de komünist çevrelerce kullanılan bir tabirdi. Çünkü gerçekten dünyanın en kalabalık ülkesi emperyalistlerce derdest edilmiş, her yeni dönemde bir parçası daha koparılan bir ülkeydi.
Aşağılanma yüzyılı, Çin’in İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve Çin-Japon Savaşı’ndan Mao ve Çin Komünist Partisi önderliğinde zaferle çıkışı ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sona ermiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) kuruluşuna giden 20. yüzyılın fırtınalı ilk yarısını ele almak ve aktarmak bu yazının kapsamını aşacaktır ve üzerine de çok şey yazılıp çizilmiştir.
Ancak ÇHC’nin ve Çin Komünist Partisi’nin üzerinde yükseldiği tarih ve değerler günümüzde ayaklar altına alınmaktadır. ÇHC, yüzyıllık aşağılanmayı ve üzerine uzanan emperyalist elleri püskürtüp atarak tüm dünya halklarına coşku ve cesaret vermiştir; günümüzde ise ÇHC yeni bir emperyalist bloğu ve diğer halklar için aşağılanmayı ve borçlanmayı temsil eder bir haldedir.
Çin, Maoist dönemde, Stalin döneminin ardından itibaren var olan iki rakip emperyalist bloğun (ABD öncülüğünde “Batı” bloğu ve SSCB sosyal-emperyalizmi, yani “Sosyalist” blok) dışında kalmıştı. Ancak Mao’nun ölümünden sonra, Deng Xiaoping liderliğindeki kapitalist yolcular, Çin’i kapitalist bir ülkeye dönüştürmenin kapısını açtılar.
ÇKP’de egemen olan ulusal burjuvazi, Çin’i kapitalist dünyanın geri kalanından ayrı olarak geliştirmeye çalışmak ya da mevcut dünya kapitalist emperyalist sistemine katılmak, onun bir parçası olmak arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Dolayısıyla kapitalist dönüşüm için başarı şansı en yüksek olan tek seçenek olan ikinci yolu seçtiler.
Kendi devlet kapitalizmi programlarını, tekelci kapitalist çizgide önemli ölçüde “reform” ettiler, yabancı kapitalist yatırımlara “açıldılar”; IMF’ye (1980), Dünya Bankası’na (1980) ve Dünya Ticaret Örgütü’ne (2001) katıldılar.
Çin’in halihazırda çok düşük ücretli işçilerden oluşan devasa işgücünü çok daha fazla sömürebilmesi sayesinde, ABD ve diğer büyük güçleri kendi oyunlarında yenebileceklerini düşünerek, bu hamleleri gözleri açık bir şekilde yaptılar. Şu ana kadar, kapitalist-emperyalist standartlara göre, bu riskli girişimleri büyük bir başarıya ulaştı (GSYİH büyüme oranları, ticaret fazlası, Çin burjuvazisi için büyük servet yaratılması vb.).
Çin bu sayede kapitalist-emperyalist sistemin bütünsel bir parçası haline geldi. İçeride süren ekonomik dönüşüm hızlıca kapitalizme geri döndürüldü; sosyalist ekonominin yarattığı teknik birikim ve endüstriyel dönüşüm devlet kapitalizmine, oradan da tekelci kapitalizme evriltildi.
Ekonomi diğer ülkelerdeki çokuluslu şirketlerin yatırımlarına tamamen açıldı ve bu şirketlerin hem Çin pazarını hem de ihracat için düşük ücretli Çinli işgücünü sömürmelerine izin verildi. Buna karşılık entegre olduğu kapitalist emperyalist sistem Çin’i uluslararası ticaret örgütlerine dahil ederek Çin’de ucuza üretilen malların dünya pazarında düşük gümrük vergileriyle hareket etmesine izin verdi. Aynı şekilde malların Çin’e ulaşmasına da.
Böylece yalnızca Çin’deki yabancı fabrikalar değil kendi yerel fabrikaları da en güncel üretim teknolojilerine erişim sağlamış oldu.
Yaşanan kapitalist dönüşümün ve yoğun kapitalist üretimin neticesinde dünya emperyalist sistemindeki diğer ülkelere sermaye ihraç etme, Çin ekonomisinin ihtiyaç duyduğu hammaddelerin önemli bir kaynağı olan yabancı madenleri ve diğer şirketleri satın alma, yabancı ülkelerde kendi şirketlerinin (devlet veya özel) ortaklarını kurma ve dünyanın dört bir yanındaki varlıkları satın alma imkanını elde etmiş oldu.
“Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak meta üretiminin temel özelliğidir; tekel, serbest rekabetin tam karşıtıdır; fakat bizzat serbest rekabet büyük üretimi yaratarak, küçük üretimi saf dışı bırakarak, büyük işletmenin yerine daha büyüğünü geçirerek, kısacası, üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasını tekelleri doğuracak kadar artırarak, gözlerimizin önünde tekel durumuna dönüşmeye başlamış ve karteller, sendikalar, tröstler ve sermayeleri bunlarla iç içe geçmiş, milyarları çekip çeviren bir düzine banka oluşmuştur. Bu arada tekellerin içinden çıktıkları serbest rekabeti yok etmediklerini, onun üstünde ve yanında var olmaya devam ettiklerini, böylece de son derece keskin, şiddetli sürtüşmelere, çatışmalara yol açtıklarını görüyoruz. Tekel, kapitalizmden, daha yüksek bir düzene geçiştir.” – (Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları)
Kapitalist yolcuların iktidarı ele geçirmeleriyle Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD) sona erdirildi, düşmanlaştırıldı ve karalandı. Toplumun en ileri kesimleri ve figürleri yoğun devlet baskısına maruz kaldı.
Çin stili sosyalizm ya da orak çekiçli sömürü
Mao’nun tüm öğretileri baştan aşağıya çarpıtılarak yalanlarla dolu bir “Çin stili sosyalizm” anlatısı inşa edildi. Burjuva ideologlar ülkedeki kapitalist dönüşümün önünü açabilmek için ellerinden geleni yaparak kolları sıvadılar.
Ülkede yoğun bir işçileşme süreci yaşanmaya başladı; 1960’ta %16,2 olan kent nüfusu oranı Deng’in iktidarı ele geçirdiği 1978’e dek yalnızca %17,9’a kadar yükselmiştir. Bu noktadan sonra kentlere olan göç olabildiğine yükselmiş, ülkedeki tüm üretim ilişkileri yeniden dizayn edilmiş ve işçilerin kaderi dönen çarklara teslim edilmiştir. Günümüzde Çin’deki kent nüfusu oranı %64,57’dir. Bu da yaklaşık 911 milyon insana tekabül etmektedir.
Yaşanan tüm bu değişim ise panolardan eksik olmayan çekiç-oraklarla, kent meydanlarına dikilen Mao heykelleriyle gerçekleştirilmiştir.
Bu düzenleme geliştikçe ve Çin dünya ekonomisinde giderek daha önemli hale geldikçe, Çin’in ABD ve diğer ülkelerin giderek artan bütçe açıklarının büyük bir kısmını kapatmak için kullanması koşuluyla büyük bir ticaret fazlası elde etmesine izin verilecekti.
Bu durum kapitalist piyasaya aradığı geçici ferahlığı vermişti.
Günümüzde döviz rezervi en yüksek beş ülke Çin, Japonya, İsviçre, Hindistan ve Rusya’dır. En yüksek olmak üzere Çin’in döviz rezervi, ikinci Japonya’nın neredeyse üç katı, 3292 trilyon Amerikan Doları’dır. Dolayısıyla Çin, dünya kapitalist emperyalist sisteminin ayrılmaz bir parçası olmakla kalmıyor, egemen sınıfı da bu sisteme katılımından muazzam bir fayda sağlıyor.
Çin’in sistemdeki hayati rolü nedeniyle küresel kapitalizm Çin’e ezici bir şekilde bağımlı hale geldi: Hem düşük maliyetli malların üreticisi olarak devasa rolü, hem de tüm uluslararası finansal sistemi ayakta tutmak için ABD ve diğer ülkelere kredi veren kritik rolüyle.
Sözün özü; gelinen noktada Çin, dünya emperyalist sisteminin sıradan bir parçası değil, üstlendiği üretim ve finansal rolüyle ABD’nin askeri rolü kadar önemli hale gelmiştir.
Görünen o ki, askeri rollere bürünmek için ise kolları sıvamıştır.
“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların, zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi – bütün bunlar emperyalizme, onu asalak ve çürüyen kapitalizm olarak nitelememize yol açan özellikler kazandırmıştır. Burjuvazisinin artan ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’la yaşadığı ‘rantiye devlet’, tefeci devlet, giderek daha belirgin biçimde, emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.” – (Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları)
Büyük Proleter Kültür Devrimi dünya halkları için bir devrim ve kurtuluş meşalesi anlamına geliyordu. Kapitalist yolcular tüm bu değerleri bir çırpıda kenara attı. Yıllar içinde Çin kendi şovenizmini yeniden inşa edebilmiştir. Bunu da Çin halkının aşağılanma yüzyılını sona erdirdiği tüm devrimci fedakarlıkları, deneyimleri ve hayalleri bir çırpıda ters yüz ederek gerçekleştirmiştir.
Burjuva ideologlar devrimci kahramanların itibarlarını zedeleyerek, zedeleyemediklerini ise millileştirerek sosyalist deneyim ve birikimleri çarpıtmıştır. Öyle ki Deng Xiaoping, modern Çin’in mimarı sayılmaktadır!
Tek bir kıvılcım hala tüm bozkırı tutuşturabilir!
Başkan Mao liderliğinde ÇKP, yedi düvelle savaşarak, içerideki karşı devrimcileri bertaraf ederek büyük bir zafer kazanmıştır. Çin saplandığı bataklıktan Mao’nun ideolojik ve askeri öğretileri sayesinde kurtulmuş, sosyalist bir inşaya girişmiştir. Mao Zedung’un hayatı ve külliyatı dünyanın ezilen sınıflarına ve halklarına hala ışık tutmaktadır.
ÇKP’nin öncülüğünde Çin halkı insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kültür devrimi için kolları sıvamasını bilmiştir. Bu devrimci çizgi yalnızca Çin halkı için değil, döneminde tüm dünya halklarında bir sarsıntı yaratmış, dört bir yanda ulusal kurtuluş hareketleri baş göstermiştir.
Burada ortaya konan azim ve sömürüsüz bir geleceğe olan inanç Çin sınırlarını aşan, enternasyonal bir çizginin temsilidir.
‘Aşağılanma yüzyılı’ tabiri gerçekten de ezilen halklar için ders niteliği taşımaktadır. Zira aşağılanma yalnızca bir halk için ortadan kalktığında son bulamayacaktır. Kurtuluş, dünyadaki ezilen sınıfların ve halkların topyekün kurtuluşundan geçmektedir.
Günümüzde Çin’deki kapitalist yolcular sosyalist değerlerin içini boşaltarak, devrimci tarihi kendi şovenist anlatılarına malzeme ederek yalnızca başka halklar ve sınıflar için yepyeni aşağılanma yüzyıllarını başlatma niyeti taşımaktadırlar.
Kapitalist yolcular yalnızca kendi dönekliklerini ve sinsiliklerini gizlemek için Mao’yu ve devrimci tarihi bulandırmakla kalmıyorlar. Aradıkları şovenizmin ve yayılmacılığın gerekçeleri olarak Qing hanedanlığının tarihte hüküm ve himaye altındaki bölgelerine de göz dikebiliyorlar. Ve bunu Mao’nun heykelleri önünde dünyaya duyuruyorlar!
Dolayısıyla bu durumda da bizim pozisyonumuz basitçe “onların” emperyalizmine karşı “bizim” emperyalizmimiz olamaz. ABD emperyalizmine karşı Rus-Çin emperyalizmine taraf olmamak doğru ve devrimci olan yol olacaktır.
Dünya devrimci ve sosyalist hareketlerinde, ABD emperyalizmine karşı Rus ya da Çin emperyalizmine yönelik sempatik söylemlerde ya da tutumlarda bulunan çevreler vardır.
Bunlar ta Marx’ın sağlığından beri Marksizm’i tahrif etmeye çalışan şovenistlerin, küçük burjuva ideologların, sosyal-emperyalistlerin, şarlatanların yaklaşımlarıdır. Tarih en iyi yargıçtır, geriye dönüp baktığımızda tarihin doğru tarafında olanlar ortadadır.
Emperyalistlerin desteğiyle revizyonistlerin ihaneti nedeniyle dünya proletaryası Sovyetler Birliği’ni, Sosyalist Çin’i ve tüm sosyalist kampı kaybetti. Artık devrimciler için bir dayanak kalmadı. Ekim Devrimi öncesindeki duruma geri dönüldü.
Durumun tüm özellikleri göz önüne alındığında, olumsuz yönleri nedeniyle büyük tehlikeler ve zorluklar olsa da, geçmişte benzeri olmayan fırsatların önünü açabilecek elverişli faktörler de bulunmaktadır.
Kuşkusuz, dünya proletaryası büyük zorluklarla ve zor bir durumla karşı karşıya kalsa da hala “Tek bir kıvılcım, bütün bir bozkırı tutuşturabilir” – Mao Zedung