
Genel anlamı ile toplumsal cinsiyet; kadın ve erkek rollerinin toplum tarafından, hakim kültürle yoğrularak yapılandırılması ve kadın ile erkekten beklentilerin bu şekilde inşa edilmesidir. Biyolojik cinsiyetten farklı olarak kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumun bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara yüklediği rolleri anlatmak için kullanılır. Bir bebeğin yaşamında daha doğmadan “kız” mı “erkek” mi olacağı sorusu ile başlayan, hazırlıkların buna uygun olarak yapılması ile devam eden ve doğduğu andan itibaren de süratle yaşamının sonuna kadar devam eden bir süreç bu.
Bu bitimsiz sürecin etkenleri aileden medyaya, eğitim, hukuk sistemine kadar uzanıyor.
Günümüzde kitle iletişim araçları, toplumsal cinsiyet rollerinin aktarılmasında ve pekiştirilmesinde önemli bir araç konumundadır.
Bu araçlar içerisinde halen televizyon oldukça etkilidir. Televizyon dizileri, reklamlar vb. tüm katılımlarda, kadının rolü daha doğrusu kadına yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri güncellenerek sürekli burnumuza sokulmakta, pekiştirilerek sağlamlaştırılmaktadır.
Kitle iletişim araçları, ataerkinin öngördüğü doğrultuda bireylere nasıl bir kadın ya da erkek olmaları gerektiğine dair rol modelleri sunarak, bu rol modellerin içselleştirilme ve yeniden üretilme sürecinde etkili olurlar.
Çünkü bu araçlar, izleyenlere bir takım davranış modelleri sunmaktadır. Örneğin sosyal medya da dahil her mecrada karşımıza çıkan ve temelinde kendini tekrar özelliği olan reklamlar. Reklamlar, toplumsal cinsiyet rollerinin aktarılması, pekiştirilmesi ve yeniden üretilmesinde oldukça önemli bir araçtır.
İzlesek de izlemesek de gün içinde defalarca kez karşımıza çıkan reklamlarda toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin kalıplar yeniden yeniden sunulur hepimize.
Değişen durumlar karşısında kadınlık rollerinde farklılaşmalar olsa da reklamlarda kadınlar genellikle ev emekçisi, derleyip toparlayan, mutfak ve banyodaki yapışmış kirleri ovalayan ya da iyi bir eş-bilinçli bir anne olması gereken ama bunun yanında da gündelik hayatın içinde çalışan, zorluklarla mücadele edebilen, tüm bunları yaparken bile “bakımlı olmak”tan ve ailesine zaman ayırmaktan vazgeçmeyenler olarak resmedilmektedir.
Yani belirlenen kalıpların dışına çıkılmamakta ama günün ihtiyacına göre güncellemeler yapılmaktadır. Aslında burada ev işlerinden, çocuk bakımından kurtulur gibi olan kadının, özgürlüğü yine erkek egemen sistemin çizdiği sınırlar kadardır.
Huzurlu ve mutlu, çocuklarına-eşine-ailesine sofralar kuran, ailesini her şeyin üstünde tutan, bir yandan kirlerle boğuşan diğer yandan kendini ailesine adayan ve tüm bu cendere içinde yüzünden de gülücük eksik olmayan kadın rolleri her dönem hakimdir.
İzlenme rakamları dönem dönem değişmekle birlikte TV dizileri de toplumsal cinsiyet rollerinin apaçık karşımıza çıktığı üretimlerdir. Türkiye’nin içinden geçtiği döneme paralel dizilerde işlenen roller değişmekle birlikte özünde aile yüceltilmekte, kadın “aile-eş-çocuk” üçgeninde iyi eş-iyi anne figürünü öne çıkarılmakta, “iyi” kadın, “kötü” kadın figürleri üzerinden hesap, hep kadınlara kesilmekte hatta fiziksel şiddet dahi toplumsal değerlerin arkasına sığınılarak meşrulaştırılmaktadır.
Kıskançlık ve namus bunlardan iki tanesidir. En “normal”, “izlenir” dizilerde bile cinnet-kıskançlık-şiddet-taciz vb. her ne yaşanırsa yaşansın aile yüceltilmekte, çözüm ise aile kazanının içine hapsedilmektedir. Aile, toplumsal cinsiyet rollerinin sürekli ve yeniden inşa edildiği alanlardan birisidir ve doğası gereği zorunlu olarak toplumsal cinsiyet rollerini destekler niteliktedir.
Kadını bir cendere içine hapsederek ataerkil toplumsal düzenin temel kurumu haline gelmiştir.
Ve sistem de aileyi sıkı sıkı korumuştur/korumaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri en açık şekilde ve ilk olarak ailede kendini göstermektedir.
Kadın ve erkeğin toplumsal konumu aile içinde üretilmekte, böylece aile, cinslerin toplumsal yaşamda üstlendikleri rollerin kuşaktan kuşağa aktarılmasında çok önemli bir görevi yerine getirmektedir.