
Son dönemde devlet, üniversitelerde bulunan devrimci-demokrat gençliğe olan baskı ve şiddetini üniversite yönetimi, faşist çeteler, ÖGB iş birliğiyle artırdı. İktidar özellikle Mart sürecindeki hareketlenme ve gençlikte oluşan politikleşme, bilinçlenme sürecinin devam etmesi ve artması endişesiyle hem fiziksel hem de sosyal medyadan linç saldırısı girişimlerinde bulundu.
Üniversite öğrencileri, kampüslerin içinde ve dışında beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorluk çekiyor. Okul içerisindeki yemekhane fiyatlarının fahişliği, yaşam ve sosyalleşme alanlarının kısıtlanması, sözde öğrenciler faydalansın diye açılan ama aslında sermayenin okula girmesini ve ele geçirmesini sağlayan kafeler, yeterli nicelikte ve nitelikte yurt olmaması gibi problemler öğrencilerin gündemini oluşturuyor.
Buna karşılık devlet baskı araçlarını kullanarak gençliğin ses çıkarmasının, yaşanan haksızlığa karşı koymasının önüne geçebilmek için Mart sürecinden itibaren görece kitleselleşen daha da büyüyen öğrenci öz örgütlülüklerine ve yaptıkları etkinliklere saldırıyor.
ÖGB destekli faşist çeteler ve polis, geçtiğimiz günlerde Ege, Dokuz Eylül, ODTÜ, Yıldız Teknik gibi birçok üniversitede kurulan stantlara saldırdı. Dokuz Eylül’de oryantasyon sürecini iptal edip stant kurulmasını yasakladı.
ODTÜ’de sosyal medya üzerinden linç girişimi başlatarak algı operasyonu yürütmeye çalıştı. Bu süreçlerde faşist aparatlarını kullanmaktan da geri durmadı. Özellikle Mart sürecinde muhalif maskesi takanlar bu olaylarda gerçek yüzlerini göstermiş oldular.
Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi, gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla başlayan eylemlerde demokrat maskesi takan Zafer-İyi Partililer süreç içerisinde AKP’ye karşı muhalif gibi görünseler de devletin maşası olmaktan geri durmadılar.
Alanda kitle hareketini sönümlendirmeye çalıştılar, sosyal medyadan linç kampanyaları yürüttüler. Son dönemde üniversitelerde yaşanan olaylarda da AKP-MHP faşizminden yana bir tavır sergilediler. İktidarın yürüttüğü kadın düşmanı ve ırkçı politikalarının alandaki temsilcisi oldular.
Bu durum bize, devlet ideolojisine sahip ve bunları tekrar üreten yapıların aslında sisteme muhalif olamayacağını somut bir şekilde gösteriyor. Hem sosyal medyada hem de alanlarda kadın bedeni üzerinden eril, kadın düşmanı söylemler üreterek hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiklerini tescillemiş oluyorlar.
Devletin tek tipleştirme politikasının bizzat uygulayıcısı olabilmek için her türlü kanaldan nefret kusuyorlar.
Zafer Partisi, sorunların gerçek nedenini gizliyor!
Ülkemizde ekonomik şartlar gitgide daha da kötüleşiyor. Satın alma gücünün düşüşü artık temel ihtiyaçların bile karşılanmasının önüne geçiyor. İşçiler, işten tazminat verilmeden atılıyor ve grev yapma hakkına dahi sert saldırılar ile karşı çıkılıyor.
Yıllar boyu çalışarak hak ettiği tazminatı almak için iş yerine giden bir işçi dövülerek katlediliyor. Bu fakirleşme, sınıflar arası uçurumun da artmasına sebep oluyor.
Özellikle Türk hakim sınıflar halkın sırtında bir asalak gibi kan emmeye ve büyümeye devam ediyor. Burjuvazi, medya kanalları aracılığıyla da durumu olduğunun tam zıttı gösteriyor. Zafer Partisi’nin yürüttüğü ırkçı, mülteci karşıtı politikalar işte tam da bu noktada ortaya çıkıyor.
Halkın biriken kinini ve öfkesini manipüle edip sorunun kaynağından uzaklaştırıyor. Tüm bu sorunların kaynağı hakim sınıflar ve devlet iken, Türk olmayan herkese nefret kusarak günah keçisi arayışına giriyor. Halkın bilinçlenmesinin ve öfkesini doğru tarafa yöneltmesinin önüne geçerek aslında bir burjuva partisi olarak görevini yerini getiriyor.
Bu yalanı daha objektif bir şekilde görebilmek için şu anda dünyanın farklı yerlerinde ya da tarihteki tezahürlerini inceleyebiliriz. Almanya’da AFD İtalya’da FDL Japonya’da Sanseito en bilinen örneklerinden. Bu partilerin isimleri, bulundukları coğrafyalar farklı olsa da temel aldıkları şey ve misyonları aynı:
Ekonomik krizin sebebini göçmenlere, ezilen uluslara yükleyerek sorunun asıl kaynağı olan egemenlerin ve kapitalist şirketlerin çıkarlarına uygun davranmak!
Biz bu faşist partilerin söylemlerine kanmamalı, yalanlarını ve ikiyüzlülüklerini her fırsatta teşhir etmeliyiz. Sözde muhalif yaklaşımlarının arkasındaki gerçek niyetlerine odaklanmalıyız. Sorunun kaynağını görebilmeli ve doğru tahlil edebilmeliyiz ki, gerçek çözümler üretebilelim.
Peki devletin faşist aparatlarıyla kurduğu bu abluka ve baskı nasıl kırılabilir? Üzerimizdeki hakimiyetini pekiştirmek için şiddete de başvuran bu sisteme karşı bize düşen görevler neler?
Önümüzdeki süreçte safların daha da sıklaştığı, sınırların daha belirgin renklerle çizileceği bir dönem bizi bekliyor. Kitlelerin öfkesi günbegün artarken, faşist baskı ve zor araçları halkın sırtında bir kırbaca dönmüşken biz devrimciler için ne yapmamız gerektiği konusunda kafamızın net ve berrak olması, süreçteki özneliğimizi ve sürece hakimiyetimizi belirleyen ana konu olacaktır.
Mart sürecinde de gözlemlediğimiz gibi faşizme yönelik verilen mücadelede sol-sosyalist cephede farklı çizgiler karşımıza çıkıyor. Bunlardan biri kitlenin taleplerini görmezden gelerek çıkarcı, süregelen eylemlerde öğrenci hareketini bölen dar grupçu anlayışla hareket eden büyük oranda reformist bir anlayış varken bizim karşısına ne koyacağımız ve süreç boyunca sergileyeceğimiz tavır konsuunda net olmalıyız.
Halk gençliğinin meşru-militan mücadeleye dair inancı ve yaklaşımının yükseldiği böylesi dönemlerde bizim de bu çizgiyi güçlendirecek bir anlayışa sahip olmamız ve bu anlayışla hareket etmemiz belirleyicidir. Başkan Mao’nun da dediği gibi “Zayıflık ve güçsüzlük üzerine kurulmuş her türlü ideolojiyi saflarımızdan süpürüp uzaklaştırmalıyız. Düşmanın gücüne olduğundan fazla değer veren ve halkın gücünü küçümseyen her türlü görüş yanlıştır.”
Devrimci mücadelemiz, her toplumsal soruna cevap olmalıdır
Torba yasa önerileriyle kadınların ve LGBTİ+ bireylerin yaşam alanları kısıtlanıyor. “Aile Yılı” zırvasıyla ev içi emek sömürüsü meşrulaştırılıp kadınlar evlerine mahkum edilmek isteniyor. Nefret yasasıyla kılık kıyafete dahi bir müdahalede bulunmaya çalışarak sadece “bireysel özgürlüğe” değil yaşama hakkına bir taciz girişiminde bulunuluyor.
Bu gelişmeler aslında yeni mücadele alanları da açığa çıkarıyor. AKP-MHP faşizminin eliyle çıkardığı her problemi ona karşı yönelen bir ok haline getirebilmeliyiz. Bu sorunların kaynağını iyice gün yüzüne çıkarıp çözümünün devrimden geçtiğini gösterebilmeliyiz.
Çelişkilerin derinleştiği ve tahammül eşiğinin aşıldığı bir ortam aynı zamanda örgütlenecek alanlar demektir. Bizim, “bu süreçte halk gençliğindeki bireysel öfkeyi nasıl daha örgütlü ve organize hale getirebiliriz?” sorularına pratiklerimizle yanıt olabilmek görevlerimizden biridir.
Bizim gücümüz, ideolojik doğruluk ve haklılığımızdandır. Mücadelemiz gücünü büyük ölçüde bu damardan almaktadır. Eylem ve söylemlerimizi somut hedefler üzerinden kurmalı gerçeklik ve kitlelerin ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmeliyiz.
Toplumda etkisi gözlemlenemeyen dar pratiklerle vaktimizi harcamamalı, gündelik sorunlara pratik çözümler üretebilir bir pozisyonda durmalıyız.
Her daim kendimizi güncellemeli, nasıl ilerleme kat edebileceğimize ya da kendimizi nasıl geliştirebileceğimize ciddi bir şekilde kafa yormalıyız.
Çünkü ilerlemeyen her şey gerilemeye mahkumdur. Meşru-örgütlü mücadelemiz dün ve bugün nasıl gençliğin ihtiyaçlarına bir cevap olduysa yarın da olmaya devam edecektir.
Özellikle önümüzdeki dönem devrimci ve demokrat hareket ve kurumlara devletin baskısı iyice artacaktır.
Faşist yönetimlere karşı koymada ve onları yıkmada en güçlü aracımız olan meşru örgütlü mücadelemize sahip çıkalım!