
1984’ten bu yana süregelen Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile Türk devleti arasındaki savaş, tarihi bir dönüm noktasına ulaştı.
Ekim 2024’te başlayan barış girişimleri, PKK’nin Mart 2025’te ateşkes ilan etmesi, Mayıs ayında kendini feshetmesi, 11 Temmuz’daki sembolik silah yakma töreni ve 26 Ekim’de tüm militanlarının Türkiye sınırlarının dışına çekileceğini duyurmasıyla birlikte giderek ivme kazanıyor.
Kürt hareketi, Türkiye’nin bu adımlara karşılık olarak henüz somut bir düzenleme yapmadığından şikâyet ederken, şaşırtıcı biçimde, 2013-2015 arasındaki barış sürecine açıkça karşı çıkan ve on yıllardır Kürt karşıtı bir çizgi izleyen Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), mevcut barış çabalarını destekliyor.
Öte yandan, barış süreciyle birlikte Türkiye’de yeni bir ırkçılık dalgasının yükseldiği görülüyor. MHP dışındaki milliyetçi partiler ve örgütler barış sürecine açıkça karşı çıkarken, Kürt karşıtı, ırkçı söylemler de giderek yaygınlaşıyor.
Türkiye’de yeni ırkçılığın toplumsal, psiko-sosyal ve politik temelleri üzerine yapılmış ilk kapsamlı akademik çalışmalardan birinin yazarı olan Munzur Üniversitesi (Dersim/Tunceli) öğretim üyesi Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş, The Amargi’ye verdiği röportajda barış sürecinin önündeki en büyük engelin Türkiye’de yeni ırkçılığın yayılması olduğunu söylüyor.
Türkiye’de “yeni ırkçılık” tartışmaları oldukça yeni. Kitabınız bu alandaki ilk akademik çalışmalardan biri sayılabilir. Yeni ırkçılık, “eski” ırkçılıktan nasıl farklılaşıyor?
1950’lerden bu yana neredeyse hiçbir ulus-devlet, yasalarında veya anayasasında ırkçı düzenlemeleri veya kuralları korumamıştır. Uluslararası alanda da ırkçılığın yasaklanması genel kabul görmüştür. Ancak ırkçılık ortadan kalkmamış, özellikle göçmenlere veya yabancılara yönelik düşmanlık biçiminde yeni bir forma bürünmüştür.
1970’lerden itibaren, göçmenlerin kültürel farklılıklarını, yaşam tarzlarını, giyimlerini ve davranışlarını ötekileştirip nefret söylemine dönüştüren bir ırkçılık biçimi ortaya çıkmıştır. Bu yeni form, Batı Avrupa’da yapılan akademik çalışmalarda —özellikle Etienne Balibar, Pierre-André Taguieff ve Martin Barker gibi kuramcılar tarafından— kültürel ayrımcılığa dayalı bir ırkçılık biçimi olarak tanımlanmıştır.
Peki bu ırkçılık nasıl işliyor?
Kültüre odaklanan bu ırkçılığın iki biçimi vardır.
Birincisi, kültürel hiyerarşiye dayanır. Yani bazı kültürlerin “yeterince medenî olmamak”, “yeterince çalışkan olmamak” veya “çok çocuk sahibi oldukları için geri kalmak” gibi önyargılarla yetersiz olduğunu iddia eder. Bu bakış açısı, insanların toplumsal konumlarını kendi çabalarının eksikliğine bağlar.
İkincisi ise kültürel farklılıkların vurgulanmasına dayanır. Burada “farklı kültürlerin bir arada yaşaması imkânsızdır” gibi fikirler öne çıkar. Bu söylem, çokkültürlülüğü bir tehdit olarak sunar. Dolayısıyla yeni ırkçılık, biyolojik göstergeler (örneğin ten rengi) yerine her türlü kültürel farklılığa odaklanan, çok daha sınırsız, sinsi, örtük ve söylemsel biçimde işleyen bir olgudur.
Bu ırkçılık orta ve üst sınıflar arasında mı daha yaygın?
Yeni ırkçılar belirli bir sınıfa, cinsiyete veya kimliğe ait değildir. Türkiye’de Suriyeli mültecilere yönelik yaklaşım, sınıf, entelektüel düzey ya da ideolojik konumdan bağımsız olarak toplumun tüm kesimlerine yayılabilir. Kendini solcu olarak tanımlayanlar bile Suriyelilere karşı ırkçı söylemlere başvurabiliyor. Bu, farklı ideolojiler içinde kendine yer bulabilen dışlayıcı bir dil ve söyleme dayalı bir ırkçılıktır. En yoğun biçimde de sosyal medya gibi yeni iletişim araçlarının yoğun kullanımıyla kendini gösterir.
Yeni ırkçılık, örneğin Güney Afrika’daki ya da Nazi Almanyası’ndaki ırkçılıktan nasıl ayrılır?
Daha gizli ve sinsi biçimde işler. Örneğin Güney Afrika’daki Apartheid rejiminde, Nazi Almanyası’nda ya da ABD’de 1960’ların sonuna kadar ırkçılık yasalarla güvence altına alınmıştı. Kimin “aşağı”, kimin “üstün” olduğu anayasalarda, okullarda, hastanelerde, otobüslerde, yaşamın her alanında açıkça belirtilirdi.
Bugün hiçbir ülkenin anayasasında bu tür ifadeler yer almaz. Artık ırkçılık belirli bir ırkı ya da fenotipi değil, her türlü “farklılığı” hedef alıyor: görünüş, kültür, etnisite, din, hatta yaşam tarzı… Hoşlanmadığımız veya rahatsız olduğumuz herhangi biri kolayca “aşağı” olarak etiketlenebilir. Yeni ırkçılık, sınırları bulanık ama etkisi güçlü bir sistem gibi işler; herkesi her an içine çekebilecek bir dinamizme sahiptir.
Peki milliyetçilik, bu yeni ırkçılığın taşıyıcısı olan ideoloji midir?
Aslında sadece milliyetçilik değil; kültürel farklılıklar ve cinsiyetçilik de yeni ırkçılığın içine dâhildir. Yeni ırkçılık, daha çok gündelik yaşam içinde, özellikle de kadın bedeni üzerinden üretilir. Örneğin “Kürt kadınlar sürekli doğurur”, “Alevilerde kadın-erkek ilişkileri gevşektir”, “Rus kadınlar Türkiye’de kocalarını aldatır” gibi ifadeleri sıkça duyarız. Bu tür ayrımcı söylemler yalnızca sokakta değil, medyada da kolayca yer bulur. Türkiye’de “öteki kimlikleri” haritalandırmak istiyorsanız, medyaya ve medya diline bakmanız yeterlidir.
Türkiye’deki Kürt karşıtı ırkçılık dalgası hangi koşullarda yükseliyor veya düşüyor? Bu söylem ve saldırılar devlet kontrolünde mi, yoksa devletten bağımsız mı gerçekleşiyor?
Türkiye’de ırkçılık, döngüsel dalgalanmalara göre yükselip düşer. Dönemsel olarak bakıldığında “ötekiler” sık sık değişir: bazen solcular, komünistler, Ermeniler, Rumlar ya da farklı toplumsal gruplar hedef haline gelir. Ancak bu nefretin en kalıcı ve yapısal biçimde hedef aldığı grup Kürtlerdir. Kürt karşıtı ırkçılık, geçici bir politik atmosfer değil; devletin, bürokrasinin ve toplumun derin yapısına işlemiş tarihsel bir olgudur. Dolayısıyla sadece belli dönemlerde alevlenen bir öfke değil, sürekli yeniden üretilebilen bir alışkanlıktır.
Geçmişte Kürtlerin varlığı inkâr ediliyordu. Peki Kürtlerin varlığının kabul edilmesi yeni bir ayrımcılık alanı mı açtı?
Artık “Kürt yoktur” demiyorlar; bunun yerine “bunlar ayrılıkçı”, “şehre uyum sağlayamıyorlar”, “çok çocuk yapıyorlar”, “geri kalmışlar” diyorlar. Yani yeni ırkçılık, inkâr ederek değil, kabul ederek dışlıyor. Bu da ırkçılığı daha tehlikeli hale getiriyor. Çünkü ırkçılık gerçeklerden değil imgelerden beslenir; “Kürtler geceleri dağda terörist, gündüzleri evlerinde” gibi hayalî söylemler toplumsal bilince yerleşir ve her kriz anında kolayca tetiklenir.
Bu dalga ne tamamen devlet kontrolündedir ne de tamamen ondan bağımsızdır. Devletin dili, medyanın söylemi ve cezasızlık kültürü bu ırkçılığı besler. Yapısal olarak meşrulaştırılan, cezalandırılmayan, hatta zaman zaman dolaylı biçimde teşvik edilen bir sistemdir. Bu nedenle Kürtlere saldırmak bir refleks haline gelmiştir. Öfke, kriz ya da korku anlarında ilk hedef hep Kürtler olur.
Ancak sosyal medyadaki ırkçı söylemlere baktığımızda, eski ırkçılığın kodlarının da kullanıldığını görüyoruz.
Elbette. Karşımızda, eski ırkçılıktan beslenen ama onu aşan bir ırkçılık biçimi var. Tepkiler karşısında esnek olabilen, cezadan kaçış alanları yaratabilen ve “ifade özgürlüğü”, “mizah” gibi kavramları istismar eden bir ırkçılık bu.
Örneğin 2011’de, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı Van’da meydana gelen 7.2 büyüklüğündeki deprem haberi üzerine bir televizyon sunucusunun canlı yayında refleksle söylediği şu sözü hatırlayalım:
“Deprem Van’da oldu ama hepimizi derinden sarstı!”
Tepkiler gelince hemen “dil sürçmesi”, “yanlış anlaşıldım”, “bağlamından koparıldı” gibi savunmalar devreye girdi. Bu tür incitici, ayrımcı ifadelerin çoğu hiçbir cezai yaptırıma uğramıyor.
Alevilere yönelik nefret söylemlerinde de benzer bir cezasızlık pratiği mi var?
Evet. 2021 yılında Tokat’ta bir doktorun Alevi köylerini haritada işaretleyip paylaşması üzerine hakkında soruşturma başlatıldı; ancak doktor kendini “Hastalarımın köylerini tespit etmek istedim” diyerek savundu. Oysa Alevilere özgü bir tedavi yöntemi olmadığından, bu açıkça nefret eylemiydi.
Yeni ırkçılıkla mücadelenin en zor yanı da tam olarak budur. Çünkü bu ırkçılık, mutlak inkârla birlikte işler. “Ben ırkçı değilim ama…” diye başlayan cümleler hem ırkçılığı meşrulaştırır hem de eleştiriyi tersine çevirir; “Sözlerimi ırkçı olarak yorumluyorsan, demek ki asıl ırkçı sensin” diyerek bir manipülasyon alanı yaratır. Böylece ırkçı söylem sadece gizlenmekle kalmaz, aynı zamanda kendini meşrulaştıran bir savunma mekanizmasına dönüşür.
Irkçı söylemler cezalandırılmıyorsa, ırkçı saldırılar da mı cezasız kalıyor?
Fiziksel saldırılar, ırkçı saik taşıyıp taşımadığına bakılmaksızın cezalandırılabilir. Örneğin 16 Aralık 2018’de Sakarya’da, sadece Kürtçe konuştukları için “Sizden hoşlanmıyorum” diyerek saldıran Hikmet Usta, Kürt baba ve oğlunu vurdu. Baba Kadir Sakçı yaşamını yitirirken, oğlu Burhan Sakçı ağır yaralandı. Bu saldırı nedeniyle Hikmet Usta müebbet hapis cezası aldı.
Ancak saldırıların ırkçı saikle işlendiği gerçeği çoğu zaman “husumet” veya “tahrik” gibi gerekçelerle gizleniyor. Bu da ırkçı niyeti örtüyor. Öte yandan, ırkçı söylemin cezasız kalması ırkçı saldırıları tetikliyor.
Türkiye’de ırkçılığı yasaklayan bir yasa var mı?
Evet, var. 6701 sayılı Kanun’un 3. maddesi şöyle der:
“Cinsiyet, ırk, renk, dil, din, inanç, mezhep, felsefi ve siyasi görüş, etnik köken, servet, doğum, medeni hâl, sağlık durumu, engellilik ve yaşa dayalı ayrımcılık yasaktır.”
Ancak ayrımcılık genellikle fiilî (de facto) ayrımcılık olarak anlaşılır ve söylem bu kapsamın dışında bırakılır. Öte yandan, yasada sayılan kimlikler arasında gerçekte koruma altında olan tek kimlikler Türk kimliği ve Sünni İslam inancıdır.
Ne demek istiyorsunuz?
Türkiye’de ırkçı ya da ayrımcı söylemlerin cezalandırılma biçimi oldukça seçicidir. Alevilere, Kürtlere, Ermenilere veya LGBTI+ bireylere yönelik nefret söylemleri çoğu zaman cezasız kalırken, Türklere ya da Sünnilere yönelik benzer ifadeler çok daha ağır şekilde cezalandırılmaktadır. Bu durum, yasanın ve toplumsal vicdanın kimlere “duyarlı”, kimlere ise “sağır” olduğunu açıkça göstermektedir.
Örneğin, Kürtlerin ve Alevilerin yoğun yaşadığı Dersim’de, yabani domuzların şehre inmesine dair bir haberin altına “zaten orası domuzlara ait” gibi ırkçı yorumlar yapılabiliyor ve bu tür ifadeler hiçbir yaptırıma uğramıyor. Ancak aynı sözü Türk çoğunluklu bir şehir için söyleseniz, hemen yasal işlemle karşılaşırsınız.
Bu çifte standart, ırkçılığın yalnızca toplumsal değil, aynı zamanda kurumsal biçimlerde de yeniden üretildiğini gösteriyor.
Şu anda iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile milliyetçi ortağı MHP tarafından desteklenen bir barış süreci yürütülüyor. Ancak Kürt karşıtı, ırkçı partiler bu sürece açıkça karşı çıkıyor. Bu düzeyde baktığınızda, Türkiye’de nasıl bir politik kutuplaşma görüyorsunuz?
2015’ten Ekim 2024’e kadar AKP-MHP ittifakı, “PKK ile mücadele” adı altında sistematik olarak Kürt karşıtı politikalar yürüttü. Geçmişte Kürtlerin varlığını dahi inkâr eden MHP, Orta Doğu’daki gelişmeler karşısında bir anda “Kürtlerle barışmalıyız” politikasına yöneldi.
Ancak bu değişim, Kürt karşıtı duyguları ortadan kaldırmadı. Aksine, Türkiye’deki ırkçılık taraf değiştirdi ve bu kez iktidar partisini de hedef almaya başladı. Yıllarca süren Türk milliyetçisi-militarist söylemler ve anti-Kürt uygulamaların ardından gelen barış söyleminin, Türkiye’deki Kürt karşıtı ırkçılığı daha da yoğunlaştırdığını ve provoke ettiğini gözlemliyoruz.
AKP-MHP hükümeti “barış” söylemi kullanırken ırkçılık nasıl artıyor?
AKP ve MHP tabanları mevcut durumda görünürde “barış karşıtı” bir pozisyonda değiller. Bu tabanlar, bu aşamada hükümete muhalif ırkçı partilere dramatik biçimde kaymış da değiller.
Ancak barış görüşmeleri başarısız olursa, Türkiye’de Kürt karşıtı ırkçılık patlama noktasına gelebilir.
Yani, AKP ve MHP tabanlarının son bir yıldır bastırdığı Kürt karşıtı duygular, barış karşıtı gruplarla birleşip yıkıcı bir etki yaratabilir. Unutmayalım ki 2013–2015 arasındaki barış görüşmelerinin başarısızlığı, on yıllık ağır bir çatışma ve yıkım dönemine yol açmıştı.
Peki bu sürecin başarıya ulaşması, yani siyasi iktidarla Kürt hareketi arasında barışın sağlanması, Kürt karşıtı kesimleri nasıl etkiler?
AKP ve MHP tabanlarında lider itaatkârlığı çok güçlü olduğu için, iktidar partisinin tabanından ciddi bir itiraz geleceğini sanmıyorum. Devlete, hükümete değil de “devlet”e biat eden kesimlerden de ciddi bir karşı çıkış beklenmez.
Eğer barışı kalıcı hale getirecek çeşitli hukuki ve siyasi reformlar hızla hayata geçirilirse, barış karşıtı ırkçı tepkiler zamanla marjinalleşebilir.
Ancak bu, Türkiye’de ırkçılığın tamamen sona ereceği anlamına gelmez.
Kürtler “öteki” olmaktan çıktığında, yerine başka ötekiler bulunacaktır. Örneğin, Suriyeli mülteciler yeni “ötekiler” haline gelir ve ırkçılık odağını oraya kaydırarak siyasette yeniden güç kazanmaya çalışır.
Irkçılığı ve nefret söylemini azaltmak, çok daha kapsamlı bir sistemsel dönüşüm gerektirir. Türkiye şu anda bundan oldukça uzakta görünmektedir.
Sürekli “ırkçılar”, “ırkçı söylemler” ve “ırkçı gruplar”dan bahsediyoruz, ancak bunların açık bir adresini verebilir misiniz?
Yeni ırkçılığı tek bir kimliğe veya ideolojiye indirgemek mümkün değildir. Türkiye’de “Türkler ve Kürtler kardeştir” diyen bir sosyal demokrat bile, Suriyeli göçmenler hakkında kolayca ırkçı bir söyleme başvurabiliyor.
Bu nedenle yeni ırkçılık, eskisine göre çok daha belirsiz, çok daha kaçış alanına sahip ve dolayısıyla çok daha tehlikelidir.
Üstelik bu ırkçılık yalnızca söylem düzeyinde kalmayıp, fiilî saldırılara ve linç girişimlerine de dönüşme potansiyeline sahiptir.
Şu anda toplumda, Kürtlerle yürütülen barış sürecinin başarısızlığa uğramasını adeta sabırsızlıkla bekleyen çok geniş bir kesim bulunmaktadır.
Hepsine “ırkçı” demek doğru mu?
Elbette hayır. Hükümet tarafından baskı gören birçok grup, Kürtlerle yapılacak bir barışın hükümeti güçlendireceğine inanıyor. Bu nedenle barış süreci başarısız olursa, hükümete duydukları öfkeyi Kürtlere veya Kürt hareketine yöneltme eğiliminde olabilirler.
Türkiye’de Kürtlere saldırmak adeta refleks hâline gelmiştir.
Bu yüzden herkes öfkesini yöneltecek bir adres aradığında, ilk olarak kolay yolu seçip hesaplaşmayı Kürtlerle yapmaya başvuruyor.
Irkçılığa maruz kalan Kürtler nasıl tepki veriyor?
Kürtler de LGBTI+ bireylere ve Suriyeli mültecilere yöneltilen nefret söylemlerine karşı bağışık değiller.
Farklı kimliklere yönelik ayrımcı bir dilin Kürtler arasında da kullanılmaya başladığını görüyoruz.
Sürekli ırkçılığa maruz kalan topluluklar, artık kendi sorunlarını ve sıkıntılarını ırkçı bir söyleme yaslanarak dile getirmeye başlıyor.
Irkçılığa karşı kapsayıcı, demokratik bir dil veya çokkültürlü bir bakış açısı ise bir zayıflık, yani “tokat atana diğer yanağını çevirme” olarak algılanıyor.
Bu neden böyle?
Bu durumun psikanalitik bir çözümlemesi yapılmalı.
Kendimizdeki hangi eksikliklerin, ötekine atfettiğimiz özellikleri örtbas ettiğini derinlemesine tartışmamız gerekir. Bu da toplumsal bir yüzleşmeyi zorunlu kılar.
Mantık şudur:
“Öteki benim bütünlük ve tamlık duygumu bozuyorsa, adaletin sağlanması için ona karşı aynı söylemi veya eylemi geliştirmeliyim.”
Bu tür tepkiler, merkezden dışa doğru genişleyen halkalar halinde yayılabilir — ki bu son derece tehlikelidir.
Ayrıca ötekileştirilenler, kendilerini ötekileştirenlerle yüzleşmek yerine, kendilerinden daha zayıf gördüklerini ötekileştirerek “tamlık” duygusunu tatmin etmeye çalışabilir.
Kürtlerin Suriyeli göçmenlere karşı ayrımcı söylemlere başvurmaları bir ölçüde bu şekilde açıklanabilir.
Türkiye bir süredir ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya. Orta sınıf neredeyse çökmüş durumda, işsizlik derinleşiyor ve gelecek kaygısı artıyor. Bu koşullar ırkçılık dalgası üzerinde belirleyici bir etkiye sahip mi?
Elbette. Ekonomik kriz, yoksulluk ve hak ettiğini alamama duygusu, ırkçılığı doğrudan besliyor.
Doktora tezimi hazırlarken yaptığım mülakatlarda bu “ırkçı kıskançlık” duygusunu çok net gördüm.
Bir katılımcı şöyle başladı:
“Benimle aynı okula giden bir Kürt arkadaşım vardı,” ve ardından şöyle devam etti:
“Kürtler göründükleri gibi değil. Arkadaşım tuvaletten çıktıktan sonra ellerini yıkamazdı. Zamanla anlaşamadık ve yollarımız ayrıldı. Sonra bir gün evlendiğini, çocuk sahibi olduğunu ve devlette işe girdiğini öğrendim! Çıldırdım.”
Bu örnek aslında çok şey anlatıyor.
Kendi başarısızlığını veya yoksunluğunu açıklayamayan kişi, öfkesini bireye değil, onun kimliğine yöneltiyor.
Böylece kişisel hayal kırıklığı toplumsal önyargıya dönüşüyor.
Bu mantık hep aynı şekilde işler: bireysel bir deneyimden yola çıkıp genelleme yaparak tüm Kürtlere, Alevilere, Suriyelilere, LGBTI+ bireylere uzanır.
“İşsizlik Suriyeliler yüzünden arttı”, “Ekonomi Kürtler yüzünden kötü; kaçakçılık yapıyorlar, işlerimizi alıyorlar” gibi ifadeler bunun yansımasıdır.
Ekonomi kötüleştikçe, öfke sınıfsal ve politik olmaktan çıkıp kimlik temelli hâle gelir.
Artık sistem değil, ‘öteki’ suçludur.
Peki bu nasıl önlenebilir?
Türkiye’de anti-demokratik ve otoriter bir rejim olduğu için insanlar yöneticilere karşı tepki gösteremiyor.
Bir işçi iş yerinde patronu tarafından eziliyor, kölelik koşullarında çalışmaya zorlanıyor ama öfkesini evde karısına ve çocuklarına yöneltiyor.
“Kiralar Suriyeliler yüzünden arttı” diyor ve Suriyelilere nefret saçıyor.
Oysa insanlar, Suriyeli mültecileri fırsat görüp kiraları artıran ev sahiplerine karşı eleştirel bir tutum geliştirmiyor.
Kişiler, sorunlarının gerçek kaynağını görüp ona tepki verdiklerinde, en zayıf halkaları günah keçisi olarak görmekten vazgeçebilirler.
Ve elbette, yapısal reformlar yapılmadıkça ve ırkçılık cezalandırılmadıkça, bu sorun giderek daha da yaygınlaşacaktır.
Kaynak: https://www.theamargi.com/posts/if-peace-talks-fail-in-turkey-racism-will-erupt



