GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Kadın Cinayetlerine ve Çocuk İşçi Katliamlarına Karşı 25 KASIM’DA ALANLARA

İşçi sınıfına ve emekçi halka yoğun bir sömürü, katliam ve yoksulluk dayatan bu rejim aynı zamanda kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik katliam ve nefret söylemi üreten bir rejimdir.

Uluslararası alanda son bir haftada yaşanan gelişmeler, emperyalistler arası rekabetin sürdüğü ve dahası çelişkilerin keskinleşerek devam ettiğini gösteriyor. Halihazırda Orta Doğu’da “Gazze Ateşkesi”nin gerçekte yeni savaşlara hazırlık için kısa bir “ara” olduğu kesindir.

Diğer yandan ateşkese rağmen Siyonist İsrail’in başta Filistin olmak üzere bölgedeki saldırıları sürmektedir. Filistin’in tümden işgal edilip ilhak edilmesi, Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve Suriye’de cihatçı çetelerin iktidarının sağlamlaştırılarak İsrail’in güvenliğinin tesis edilmesi amaçlansa da esas hedefin İran’a yönelik yeni bir saldırganlık olduğu sır değildir. Taraflar yeni bir savaşa hazırlanmaktadır.

Emperyalistler arası rekabetin askeri bir çatışma olarak sürdüğü Ukrayna Savaşı ise tüm hızıyla sürmektedir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan ve gerçekte bir tarafta ABD, İngiliz ve Avrupa Birliği (AB) emperyalistleri, diğer tarafta ise Rusya ve Çin emperyalistlerinin yer aldığı savaşın üçüncü yılı biterken kesin olmamakla birlikte yüzbinlerce kişinin öldüğü, milyonlarca kişinin ise yerinden edildiği kesindir.

ABD, İngiliz ve AB emperyalistleri Ukrayna’daki faşist iktidara verdikleri askeri ve mali destekle savaşın uzamasını ve Rusya’nın güçten düşürülmesini hedeflemektedir. Böylelikle batı emperyalistleri üçüncü emperyalist paylaşım savaşında Rusya ve Çin karşısında avantaj elde etmeyi hedeflemektedirler. Ayrıca özellikle İngiliz ve AB emperyalistleri, Rusya’nın Ukrayna işgalini, kendi halklarını yeni bir emperyalist paylaşım savaşına hazırlama gerekçesi olarak kullanmaktadır.

AB emperyalistlerinin savunma adı altında silahlanma ve zorunlu askerlik gibi adımları bu hazırlığın kapsamı içindedir.

Öte yandan üçüncü emperyalist paylaşım savaşı hazırlıkları kapsamında değerlendirilebilecek iki bölgede yaşanan gelişmeler dikkat çekicidir. Bu bölgelerden birisi Karayipler Denizi’nde yaşanan gelişmelerdir. Son birkaç aydır ABD emperyalizmi, “uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele” gerekçesiyle bölgede balıkçı teknelerini vurmaktadır. Eylül ayı başından bu yana bu tür saldırıların toplam sayısı 16’ya, ölenlerin sayısı da 67’ye yükselmiş durumdadır. (13 Kasım)

ABD bu saldırılarının yanı sıra bölgeye aralarında en büyük uçak gemisinin de onlarca gemi ve binlerce askerin olduğu orantısız bir askeri güç yığmış durumdadır. ABD’nin hedefinde Venezuela’ya yönelik bir askeri harekat olduğu, ABD’li üst düzey askeri yetkililerin, Başkan Donald Trump’a, Venezuela topraklarına saldırı da dahil olmak üzere ‘güncellenmiş askeri seçenekleri’ sunduğu propaganda edilmektedir.

Elbette ABD emperyalizmini asıl amacı propaganda edildiği gibi “uyuşturucu ile mücadele” değildir. Asıl amaç ABD tekellerinin Venezuela’nın başta petrol olmak üzere yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanması ve Çin sosyal emperyalizminin etkisinin kırılması olduğu açıktır.

Rusya’nın ise ABD’nin herhangi bir askeri saldırganlığı karşısında Venezuela’ya destek vereceğini açıklaması, emperyalistler arası rekabetin ABD’nin “arka bahçesi”nde de tüm hızıyla sürdüğünü göstermektedir.

Çelişkilerin keskinleştiği bir diğer bölge ise ABD emperyalizminin Çin’i çevreleme stratejisi kapsamında Uzak Asya’dır. ABD Başkanı D.Trump’ın bölgeye yaptığı ziyaret sonrasında yeni göreve başlayan Japonya Başbakanı’nın Çin’i doğrudan hedefleyerek; “Tayvan’da askeri güç kullanımını gerektiren bir acil durum, ulusal güvenlik mevzuatı doğrultusunda Japonya için hayatta kalma tehdidi oluşturabilir” açıklaması yapması dikkat çekicidir. (7 Kasım) Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ise Japonya Başbakanı’nın bu açıklamasına “Japonya Tayvan Boğazı’na müdahale etmek üzere askeri güç kullanmaya cüret ederse bu bir ‘saldırı eylemi’ olacaktır ve Çin buna güçle karşılık verecektir” yanıtını vermektedir. (13 Kasım)

Bu açıklamalar net olarak göstermektedir ki emperyalistler arasında yeni bir paylaşım savaşının hazırlıkları bütün cephelerde tüm hızıyla sürmektedir. Dünyanın hemen her bölgesinde bölgesel çelişkiler emperyalist kamplar arasındaki saflaşmaya uygun olarak şekillenmekte ve topyekûn bir emperyalist paylaşım savaşına hazırlanılmaktadır. Paylaşım savaşının baş kışkırtıcıları olarak ise ABD ve İngiliz emperyalizmi öne çıkmaktadır.

Emperyalist tekellerin sözcülerinin barış söylemlerinin gerçekte savaşa verilen ara ve saldırganlığa hazırlanmak olduğu emperyalist tekellerin doğası gereğidir. Özel mülkiyet rejimi ve kapitalizmin kâr hırsı beraberinde bir avuç tekelin pazarlar üzerinde hakimiyet mücadelesi demektir. I. ve II. Emperyalist paylaşım savaşları da emperyalist tekellerin bu mücadelesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. ABD emperyalizmi de emperyalist kapitalizmin bu işleyişinden bağımsız değildir.

Bu nedenle ABD Başkanı D.Trump’ın kendisini “barış elçisi” ilan etmesi nedensiz değildir. Bu anlamıyla Orta Doğu’da ABD öncülüğünde ilan edilen “Trump Barışı”nın gerçekte bölgede Siyonist İsrail devletinin güvenliğini sağlamak ve İran’a yönelik olası bir emperyalist saldırganlık için hazırlık olarak değerlendirmek gerekir.

ABD’nin ‘Küresel Barışı’na Eklemlenen Kürt Barışı!

Bu noktada tıpkı İsrail gibi TC devletinin de batı emperyalizmi açısından rolüne özellikle işaret etmek gerekir. Türk hakim sınıflarının sözcüleri tarafından dillendirilen “İsrail’le savaş” söylemine prim vermemek gerekir.

Emperyalizmin bölgesel uşakları olan bu iki gerici gücün; İsrail Siyonizmi ve TC faşizminin karşı karşıya gelmesi kendi bölgesel çıkarlarıyla ilgilidir ve temelde ise bölgede emperyalistlerin çıkarlarının bekçileri olarak işlev görmektedirler.

Nitekim Suriye’de iktidara getirilen El Kaide ve IŞİD artığı Colani’nin D.Trump’la gerçekleştirdiği görüşmede Türk Dışişleri Bakanı’nın da yer alması ve sonrasında yapılan açıklamalar, TC devletinin başta Suriye’deki görevi olmak üzere İsrail’le ilişkilerine dair bir fikir vermektedir.

Bu görüşme sonrasında ABD Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack yaptığı açıklamada; “Türkiye-Suriye-İsrail ilişkilerinin yeniden tanımlanması” ifadelerini kullanmakta ve bölgesel düzeyde HTŞ çetesi ve onun hamisi rolündeki TC devletinin önümüzdeki süreçteki görevine işaret etmektedir: “Şam artık IŞİD, Devrim Muhafızları, Hamas, Hizbullah ve diğer terörist ağların kalıntılarıyla mücadele ve bunların tasfiyesinde bize aktif olarak yardımcı olacak ve küresel barışı sağlama çabalarında kararlı bir ortak olarak yer alacak.” (13 Kasım)

ABD’nin bölge valisinin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere Suriye’de ve Orta Doğu’da özel olarak ABD, genel olarak batı emperyalizminin çıkarlarına göre bir düzen kurulmak istenmektedir. Bu hedefte İsrail’in güvenliği öncelikli olmakla birlikte, batı emperyalizminin çıkarlarıyla uyumlu olmayan bütün aktörlerin tasfiye edilmesi ve “küresel barış” denilen şeye yedeklenmesi hedeflenmektedir.

TC devletinin ve Türk hakim sınıflarının misyonu ABD’nin “küresel barış”ı için bölgede rol oynamak üzere belirlenmiştir. R.T.Erdoğan’ın ABD ziyaretiyle kendisine verilen “meşruiyetin” nedeninin de bu olduğu anlaşılmaktadır.

Bu “meşruiyet” karşılığında ise TC devletinin başta Suriye’de ‘HTŞ’nin hamiliği’ olmak üzere, İsrail devletiyle var olan ilişkilerinin “yeniden tanımlanması” hedeflenmektedir. TC devleti açısından bu misyonunda sorun olarak ortaya çıkan somut gelişme Suriye’de Kürt ulusunun herhangi bir statü elde etmesi tehlikesidir.

Bu amaçla hemen her platformda, Suriye’de Kürtlerin herhangi bir kazanım elde etmesini engellemek istemektedir.

AKP-MHP iktidarının “Terörsüz Türkiye” Kürt Ulusal Hareketi’nin “Demokratik Toplum” olarak adlandırdığı sürecin, iktidar açısından bir hedefi de Suriye’de Kürt ulusunun herhangi bir kazanım elde etmesini önlemektir. Başta faşist MHP lideri D.Bahçeli olmak üzere, iktidar sözcüleri hemen her açıklamalarında, Suriye’de Kürtlerin koşulsuz olarak HTŞ çetesine teslim olmasını dayatmaktadırlar.

“İç cepheyi tahkim etme” hedefiyle Kürt ulusal hareketiyle başlatılan sürecin, TC açısından ağır aksak işlemesinin nedeni sadece bürokratik hantallık değildir. Esas olarak TC devletinin faşist karakteri ve ‘ne koparırsam kârdır’ pragmatizmidir.

Öte yandan Türk hakim sınıfları tarafından “Terörsüz Türkiye” olarak tanımlanan sürecin hedefi sadece Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi değildir. Aynı zamanda önümüzdeki süreçte de kendi iktidarları açısından tehdit oluşturabilecek olası düzen dışı yönelimlere, başta hak talepleri olmak üzere her türden devrimci demokratik talepli örgütlenmelere yönelik de bir hazırlık içerisindedirler.

Zira Türk hâkim sınıfları açısından sadece “PKK’nin feshi”nin yeterli olmadığı açıktır.

Nitekim AKP Sözcüsü Ömer Çelik “PKK’nın silah bırakmasına ilişkin bir teyit mekanizması işliyor” açıklaması yapmakta ve süreç için “Ayrıca bu bahsettiğim yöntem ve mekanizma oluşturulduğunda, bundan sonra Türkiye’yi tehdit eden başka terör örgütleri için de bugün olmasa bile 10 yıl, 20 yıl, 50 yıl sonra ortaya çıkabilecek örgütler için de geçerli bir mekanizma olacaktır. Çünkü bunun 3-4 boyutu vardır: Silah bırakma, Yıkıcı ideolojik faaliyetten vazgeçme, İllegal yapılanmadan ve mali yapılanmadan vazgeçme, Türkiye’ye karşı propagandayı bırakma” ifadelerini kullanmaktadır. (10 Kasım)

Bu açıklamadan da net olarak anlaşılacağı gibi Türk hakim sınıfları sadece güncel olarak Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi bağlamında “Terörsüz Türkiye”yi hedeflememektedirler. Aynı zamanda önümüzdeki yıllar içinde Kürt ulusal sorunu başta olmak üzere, kendi iktidarlarına ‘sorun’ teşkil edebilecek hemen her çelişkiyi ve onun ürünü olarak gelişebilecek her türlü devrimci demokratik örgütlenmeyi engellemek istemektedirler.

 

Suç ve Katliam Cumhuriyetine Karşı Örgütlü Mücadele

Gelinen aşamada TC devleti sınıfsal karakteri gereği işçi sınıfına ve ezilen emekçi halka karşı bir suç cumhuriyeti olarak örgütlenmiş durumdadır. Cenevre merkezli Küresel Organize Suç Endeksi’nde 2025 raporuna göre Türkiye, 193 ülke arasında 10. sırada yer almaktadır.

Raporda, suç aktörlerinin siyasi ve ekonomik çevrelerden güç alarak dokunulmazlık kazandığı net olarak ifade edilmektedir. Bunun anlamı TC devletinin komprador burjuvalarının emrinde sadece işçi sınıfına yoğun bir sömürü ve iş cinayetlerinde olduğu gibi ‘katliam rejimi’ olarak ortaya çıkması değildir. Aynı zamanda komprador bürokratların da halk düşmanı olarak örgütlenmiş olmasıdır.

Her türlü kriminal suça bulaşmış bu komprador bürokratlar sadece işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik saldırıda aktif olarak yer almamaktadırlar. Türk hakim sınıf kliklerinin kendi aralarındaki iktidar mücadelesinde de rol oynamaktadırlar.

Nitekim Saray iktidarının burjuva muhalefet partisi CHP’ye yönelik yargı aracılığıyla gerçekleştirdiği saldırıda belirleyici bir rol oynayan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın aynı zamanda bor ve bor ürünlerinin yurt dışındaki satış, pazarlama ve lojistiğini yapan Eti Maden İşletmesi’nin Lüksemburg’daki şirketinde yönetim kurulu üyesi olduğu ve buradan maaş aldığı ortaya çıkmıştır. Bunun anlamı sadece komprador patronların değil komprador bürokratların da hemen her türlü yöntemle halkın soyulmasında rol aldıklarıdır. Devlet aygıtının en üst kademelerinden en alta kadar tam bir soygun düzeni kurulmuştur.

Orta düzey bir bürokrat olan DHMİ bürokratı Mehmet Cemil Acar’ın malvarlığı bunu fazlasıyla kanıtlamaktadır. (Acar’ın görevdeyken bildirmediği mal varlıkları müfettiş raporu ile belgelendi. Çok sayıda konut, lüks otomobiller, 128 banka hesabı, milyonlarca liralık mevduat ve kasalar tespit edildi.)

Komprador burjuvalarla komprador bürokratlar elbirliğiyle işçi sınıfını sömürmekte ve katletmekte, halkı soymayı sürdürmektedirler. İBB iddianamesinin açıklanmasının hemen öncesinde Türkiye’nin en büyük komprador burjuvalarından Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ali Koç’un İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın Akın Gürlek’i ziyaret etmesi bu açıdan anlamlıdır.

TC rejiminin komprador burjuvalar ve komprador bürokratlar eliyle işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik tam bir sömürü, katliam, soygun düzeni biçiminde bir ‘suç cumhuriyeti” olarak örgütlenmiş olduğu gerçeği Dilovası’ndaki 3’ü çocuk 7 işçinin hayatını kaybettiği iş cinayetinde de görülebilir. Parfüm deposu sahibi olan patron uyuşturucu kaçakçılığından 170 yılla yargılanıp 4 ay hapis yatıp tahliye edilmiştir.

İşletme ruhsatsız olarak faaliyet göstermekte ve işçiler tarafından çocuk işçi çalıştırıldığı, sigortasız ve güvencesiz üretim yapıldığı belirtilerek defalarca CİMER’e şikayet edilmesine rağmen, işletme denetlenmediği gibi herhangi bir yaptırım uygulanmamıştır.

Bunun anlamı en alttan en üste kadar bürokrasinin patronların emrinde olduğu bir sömürü ve katliam cumhuriyetinin varlığıdır. Uyuşturucu kaçakçısı bir patronunun, belli bir pay karşılığında hemen her türlü korunup kollandığı bir ‘Suç Cumhuriyeti’ yaratılmış durumdadır.

Nitekim İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi verileri bu gerçeği fazlasıyla kanıtlamaktadır. AKP’nin iktidarda olduğu yıllarda en az 35 bin iş cinayeti gerçekleşmiştir. Her gün en az 5 işçi çalışırken, her gün 18-30 yaş aralığında en az 2 işçi çalışırken, her hafta okulda olması gereken 5 ila 18 yaş aralığında 1 çocuk işçi çalışırken, her hafta emekli olmasına rağmen çalışmak zorunda kalan 60 yaş üzeri en az 2 yaşlı işçi çalışırken iş cinayetlerinde katledilmektedir.

Sadece Kasım ayının ilk 11 gününde 7 çocuk işçi hayatını kaybetmiş durumdadır.

İşçi sınıfına ve emekçi halka yoğun bir sömürü, katliam ve yoksulluk dayatan bu rejim aynı zamanda kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik katliam ve nefret söylemi üreten bir rejimdir. AKP’nin 23 yıllık iktidarında, en az 8 bin 33 kadın katledilmiş ve bin 381 kadın da şüpheli bir şekilde hayatını kaybetmiştir.

Hemen her gün bir kadın katledilmektedir. Bütün canlılar ‘Suç Cumhuriyeti’nin hedefindedir. Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) 2025’in ilk 6 ayını kapsayan raporuna göre sadece haber sitelerinde yer alan olaylarda 477 binden fazla hayvan katledilmiştir. Yıl sonunda bu rakamın bir milyonu aşacağı kesindir.

Bu anlamıyla 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde alanlara çıkıp bu ‘Suç Cumhuriyeti’nden hesap sormak önemlidir. Daha da önemlisi işçi sınıfına, emekçi halka, kadınlara ve hatta sokak hayvanlarına karşı örgütlenmiş olan bu ‘Suç Cumhuriyeti’ne karşı örgütlenmek ve mücadele etmekten başka yol bulunmamaktadır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu