
Diyalektik genel hareket yasalarının kılavuzudur. Şeyleri kendi iç çelişkileri ve bağlantılarıyla ele alır. Biz de doğru sonuçlara ulaşmak için önümüze çıkan meseleleri bu felsefi yaklaşımla ele almak zorundayız.
Bilimin gelişmesiyle gözlem ve tahlil imkanlarımız artmış ve bu önerme, yani evrende her şeyin değişerek varlığını sürdürdüğü (ya da dönüştüğü) defalarca kez kanıtlanmıştır.
Hiçbir şey gökten zembille inmediği gibi, hiçbir olgu da bir anda ortaya çıkmamıştır.
Tıpkı diğer her şey gibi, insana dair meseleler de bir gelişim/değişim, çatışma ve birikim seyri içerisindedir. Tarihi de bu bilimsel yaklaşımla ele alırsak kendimizi bulanık tarih anlatılarından ve ideolojik savrulmalardan koruyabiliriz.
Marksizm’in üç kaynağı vardır; Alman klasik felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve erken dönem Fransız sosyalist yaklaşımlar.
Marksizm, bilimsel niteliğini ve dolayısıyla günümüzdeki geçerliliğini işte bu üç başlığın içerisinde yürüttüğü mücadelelere borçludur.
Marks ve Engels bir sabah uyandıklarında Marksist olmamışlardı; derinlikli bir araştırma, inceleme, kavrama ve amansız bir mücadeleyle Marksizm’in temelini ve fikrini ortaya koyabildiler. İşte bu mücadele dahi dönemin sosyoekonomik arkaplanından ve gerçekliklerinden bağımsız düşünülemez.
Bu silsilenin bağrından diyalektik, tarihsel materyalizm, Marksist ekonomi politik ve bilimsel sosyalizm ortaya çıkmıştır.
Marksist felsefenin temelini oluşturan diyalektik ve tarihsel materyalizm, bize devrimci görevlerimizi ve bunun bilimsel nedenlerini ispatlamaktadır.
Diyalektik felsefe yoluyla, kapitalizmin ekonomi politik eleştirisi bize kaçınılmaz olarak tarihsel materyalizmi ve dolayısıyla sınıf mücadelesi kavramlarını vermiştir.
Bir toplumun bazı kesimlerinin uğraşısı ile bir başka kesimin uğraşılarının çatıştığı, toplumsal yaşamın çelişkilerle dolu olduğu ve tarihin, uluslar ve toplulukların iç çelişkileri kadar, uluslar ve toplulukların kendi aralarında da çelişkilerin ve savaşımların bulunduğu ortadadır.
Bununla birlikte tarihin birbiri ardına gelen devrim ve karşı devrim, barış ve savaş, durgunluk ve ilerleme gibi dönemleri kapsadığı da bilinen bir gerçektir.
Marksizm işte bu bilinmezi ve kaosu yöneten yasaların kavranması için bir teoriyi, yani sınıf savaşımı teorisini sağlamıştır.
Sınıf mücadeleleri tarihinin kapsamlı ele alınışı bu yazının konusu değildir. Ancak sınıf savaşımı tarihsel materyalizmin bize sunduğu bilimsel bir kılavuzdur.
Günümüzde, gerek ulusal hareketlerde gerekse küçük burjuva çevrelerde tarihsel materyalizmi sözde ifade edip, iş tahlil ve pratiğe geldiğinde onu güdük bırakan ya da tersinden tutan durumları gözlemlemekteyiz.
Eğer meseleleri ve olguları tarihsel bir kapsamla ele almazsak, elde edeceğimiz sonuç bizi hataya sürükleyecektir. Bu bağlamda özellikle vurgulamak gerekirse, bu tür yaklaşımlar genellikle Marksizm’den devrimci ilkeleri ve sınıfsal mücadele yöntemlerini ayırarak ona yalnızca belirsiz bir toplumculuk ve demokratik nitelikler atfeder ve toplumları burjuva ideologların ya da öncüllerinin tanımlarıyla ifade eder. Böylece bu tanımları yeniden üretir.
Kadın-erkek, doğu-batı, siyah-beyaz, Türk-Kürt vb. ikili durumları sınıfsal, tarihsel materyalist bir perspektiften ele almadığımızda bir çözüme ulaşamayacağımız gibi, kendimizi de burjuva ideologların sözlerinin içerisinde çırpınırken buluruz.
Marksist olup Marks’ı, Bolşevikleri ya da Çin deneyimini reddeden çeşitli “Marksist” çevreler vardır. Elbette Marks, Lenin ya da Mao birer peygamber değildi.
Tüm hareket yasalarında olduğu gibi hatalarla, duraklamalarla, gerilemelerle dolu insanlardı. Ancak geriye bıraktıkları mirası değerli kılan onların meseleleri bilimsel bir şekilde ele alışı ve her aşamayı, her dönemeci tarihsel materyalizm bağlamında ifade edebilmeleriydi.
Buna ek olarak kuşandıkları devrimci ruh ve örgütlenme bilinci de bıraktıkları mirasın bir başka yüzüdür. Bu saydıklarımız yalnızca bu insanlar için geçerli değil; yaşamını bu minvalde örgütlemiş, adları bilinen ya da unutulmuş, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan ya da yaşamış tüm insanlar bu mirasın sahipleri ve geliştiricisidir.
Unutmamalıyız ki dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir!
Oldukça toplama bir felsefi arkaplana ve söyleme sahip bu tür anti-Marksist “Marksist” yaklaşımlar genellikle bulanık ve çarpık devlet anlatılarına ve her nasılsa Marksist olmalarına rağmen anti-sınıfsal analizlere sahiptirler.
Toplumun sınıflara ve onun bir yığın çelişki ve savaşımlarına göre biçimlendiğini kabul etmektense toplumun bir bütün olarak belirsiz bir yığın olduğunu iddia etmektedirler.
Bunlar Marks’ın döneminde ütopik sosyalistlerde de görülen, toplumsal mücadelenin tarihe ve her nasılsa tarafların iyi niyetlerine ve akılcılıklarına emanet edildiği, sömürü düzenini yaratan koşulları ve süreçleri göremeyen niteliksiz yaklaşımlardır.
Halkçı ya da toplumcu söz ve ideallere sahip oldukları doğrudur ancak bu tür tartışmaların sonu statükoya ya da en iyi ihtimalle ekonomizme çıkacaktır.
Oysa ücretli kölelik gibi kapitalizmin milyonlarca insana dayattığı koşullar sürüp gidecektir.
Bir kapitalist neden demokratik olmak istesin ki?
Bununla birlikte modernizmle ortaya çıkan, toplumu yine kendi içinde tek vücut olarak ele alan ve yine her nasılsa “demokratik” olmanın koşulunun ancak toplumun tamamını kapsadığı biçimde gerçek anlamına ulaşacağına dair, yer yer devleti de eleştiren Marksizm yaklaşımları da söz konusudur.
İşte bu karmaşanın içerisinde “demokratik sosyalizm” diye bir tanım ortaya çıkmaktadır. Başına getirilen demokratik sıfatı, sosyalizmin esasen demokratik olmadığı iddiasını taşımaktadır.
Demokratik sosyalistlere göre proletarya diktatörlüğü anti-demokratik bulunmaktadır. Bu zaten başlı başına sorunlu bir yaklaşım olmakla birlikte, demokratiklik tanımı da burjuva ideologların demokrasi tanımı üzerinden ilerlemektedir.
İşte burada tarihsel materyalizmin eğilip bükülmesinden kaynaklanan bir çarpıklaşma ortaya çıkmaktadır.
Meselenin özü sayılabilecek, devlet denilen olguyu ortaya çıkaran şeyin sınıflı toplum olduğunu görememek, geriye kalan meseleleri de hatalı bir noktaya taşımaktadır.
Bu yüzden “demokratik” sosyalizm tanımı sosyalizme ve onun tarihine dönük, temelsiz ve oportünist bir tanımdır. Aynı anda ulus devletleri mahkum ederken sosyalist devleti de aynı potaya koyarak mahkum etmek oportünist bir yaklaşımdır.
Ulus devletlere ilişkin Marksizm’in ya da Marks’ın yetersiz olduğunu iddia etmek boşa düşecek bir söylemdir.
Zira Marksist külliyat ulus devletin, yani burjuva modern devletin analizleriyle ve nasıl yıkılacağına ilişkin tartışmalarla doludur.
“Sovyet faşizmi”, “reel sosyalizmin 1991’de çözülmesi” gibi güdük, yanlış ve bozguncu ifadeler bu yaklaşımları anlamak için örnek olarak verilebilir. Sovyet faşizmi var ise 1991’de çözülen nedir gibi vurucu soruları bir kenara bırakıyoruz.
Tarihsel materyalizmi elimizde oyuncak ettiğimizde ona istediğimiz şekli verebileceğimizi zannederiz. Oysa tarih ortadadır. Ekim Devrimi tarihin sorumluluğunu kuşanmış, demokratik bir yaşam için Çarlık Rusya’yı alaşağı etmiş bir devrimdir.
Ne var ki, Stalin’in ardından revizyonistlerin ihanetiyle sosyalizmden geriye dönüş yaşanmıştır. Aslında 1991’de sosyalizm değil yalnızca revizyonizm yelkenleri suya indirmiştir.
Yani aslında sosyalizmde dahi sınıf savaşımı devam etmiştir. Bu yenilgi bile sınıfsal bakışın doğruluğunu ispat etmektedir.
Çin’de de benzer bir süreç yaşanmış, insanlığın devrimci potansiyelinin en yüksek olduğu Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne rağmen revizyonistler pusuda beklemiş ve Mao’nun ardından sosyalizmden geriye dönüş yaşanmış, kapitalist yolcular iktidarı ele geçirmiştir.
Tarihi istediğimiz gibi anlatılarla süslemek burjuva ideologların işidir. Onlar için olgular, tarih denen boşlukta havada süzülen, işe yaradığına aralarında birliktelik ya da çelişki yaratılan şeylerdir.
“Gözlerini kasten kapatmayan birinin, sosyalizm içindeki bu yeni “eleştirel” akımın, oportünizmin yeni bir türevinden başka bir şey olmadığını görmemesi olanaksızdır. Ve eğer insanlar, üstlerine giydikleri göz alıcı üniformalara, kendi kendilerine yakıştırdıkları etkileyici unvanlara göre değil de, sergiledikleri davranışlara ve gerçekte neyin propagandasını yaptıklarına göre değerlendirilecek olurlarsa; “eleştiri özgürlüğü”nün … oportünist akımın özgürlüğü, … partiyi bir demokratik reformlar partisine dönüştürme özgürlüğü, sosyalizme burjuva düşünceler ve burjuva unsurlar sokma özgürlüğü anlamına geldiği açıkça görülecektir.” (Lenin, Ne Yapmalı?)



