Güncel

ANALİZ | Pakistan ve Hindistan Sınırında Gerilim: Savaş Tarzında Yeni Perde

ABD başta olmak üzere birçok devlet ve Birleşmiş Milletler, bu iki devletin barışması için hemen devreye girdi. Nitekim bu gerilim de çabuk bitti.

Pakistan ve Hindistan Sınırında Gerilim: Savaş Tarzında Yeni Perde

Ukrayna’nın Rusya Federasyonu tarafından işgalinde ve 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail topraklarına düzenlediği büyük saldırı sonrasında yaşanan İran ile İsrail arasındaki füze/dron saldırılarından yeni savaş tarzının artık genel kabul gördüğünü anlıyoruz.

Konvansiyonel savaş tarzları ve stratejilerinden oldukça farklı olan bu yeni “muharebe” tarzının en son versiyonu, Mayıs ayının başlarında -zaten 1947’den beri sürekli gerilimli olan- Hindistan ile Pakistan devletleri arasındaki çatışmada gördük. Füze ve dronlar, gelişen uydu teknolojileriyle eşgüdümlü olarak çok uzak bölgelere piyade/komando gibi “biyolojik sınırlayıcılığa sahip kuvvet”e gereksinim duymadan saldırı ve imha olanağı sunabiliyor.

Bu yönüyle hemen her devletin/ordunun ana ilgi odakları arasına girdiler. Hatta bugün, bir ordunun gücünün ana kriterlerinden biri -nükleer başlıklı füzeler başta olmak üzere- füze ve dron (insansız hava araçları) teknolojisindeki düzey olmuştur. Hindistan ile Pakistan devletleri savaşın eşiğine geldiğinde, tüm haber kanalları, asker sayısıyla birlikte füze sayısını da kıyasladı.

Dünyanın en güçlü sayılan orduları, füzeleri en güçlü olan ordulardır. 10 bin kilometre menzile sahip füzeler sadece birkaç devlette bulunuyor. Yanı sıra nükleer başlıklı füzelerin neredeyse %90’ı ABD ve Rusya gibi en büyük iki askeri gücün elindedir. Bu açıdan her yeni çatışma, gözlerin füze ve dron saldırılarına çevrilmesine sebep olabiliyor.

Hindistan ile Pakistan devletlerinin nükleer başlıklı füze başlıklarına sahip oluşunun yarattığı kaygılar da bu bölgelere ilgiyi artırabiliyor. Diğer taraftan 3. Paylaşım Savaşı beklentileri de bu vesileyle yeni savaş tarzıyla birlikte yeniden gündeme taşınmıştır. Hindistan ve Pakistan devletleri arasındaki gerilim bize yeni savaş tarzının sorunlarını ve sınırlarını yeniden görme/tartışma fırsatı da vermiştir.

Füze ve dronlar yüzlerce/binlerce kilometre ötedeki nokta hedefleri vurabiliyor. Haliyle taktiksel avantajı stratejik avantaja çevirebilen bir teknoloji gibi görünüyor.

Yüzyıllardır sayısız komutan, ordu veya devletin hayalini kurdukları bu silahın getirisi kadar götürüsü olabildiğinden dolayı hiçbir devlet/ordu, bu yeni teknolojiyi rahat rahat kullanamıyor.

Dünyanın hemen her tarafı, özellikle Akdeniz Havzası, Ortadoğu ve Himalayaların güney kısımları, her an binlerce uçağın uçtuğu bir güzergahı kapsıyor. Turizm, ticaret, siyaset, eğitim vb. amaçlı gerçekleşen bu uçuşlar, hızlanan dünyanın kan damarlarından bazısını oluşturuyor.

Bu damarlardaki tıkanıklık kapitalizmin kalp krizi geçirmesine sebep olabilecek önemdedir. İşte dron ve füzeler, uçaklardan henüz net ayırt edilemediğinden ya da füzelerin GPS ayarlarını bozmaya dayalı savunma tarzı uçakların “kaybolmasına” ya da vurulmasına sebep olduğundan, füzelerin yaygın/etkin kullanımı hala mümkün olamıyor. Füzelerin çok pahalı oluşu da çabası. Bu yıl Rusya ordusu, bir Azerbaycan yolcu uçağının GPS ayarlarını -Ukrayna ordusunun füzesi/dronu olabileceği şüphesiyle- bozduğunu itiraf etti; bu uçak kaza yaptı. Rusya 2014 yılında da benzer “hata”yı yapmış ve Ukrayna üzerinde uçan bir Malezya yolcu uçağını düşürmüştü. 2020 yılında ise İran ordusu bir Ukrayna uçağını füze zannederek vurmuş ve 176 yolcunun ölümüne sebep olmuştu.

Bu “kaza”lardan dolayı füze teknolojisi randımanlı işletilemiyor. Ayrıca ortaya İsrail ile İran arasında ilk sıcak temasta karşımıza çıkan ilginç (“Biz, bu akşam müsaitseniz baskına geleceğiz” gibi!) durumlar yaşanabiliyor. Hindistan ile Pakistan devletleri arasındaki gerginlikte de benzer durumlar yaşandı. Hindistan Devleti’nin saldırısı sonrasında Pakistan Devleti misillemede bulunacağını ilan etti; hava sahasını kapattı; uçak şirketlerini uyardı. Ardından “baskın” saldırıyı gerçekleştirdi. “Baskın” saldırısının gücü/etkisi, habersiz ve ani oluşuyla mümkün olsa da füzelerle yapılan “baskın”ın geleneksel savaş tarzlarındaki etkiyi yaratamadığı malum.

Pakistan ve Hindistan, Himalayalar’ın yeni dünyanın en büyük/yüksek sıradağlarının eteklerinde yer almasından dolayı, ticari açıdan dünyanın çok önemli bir hattında yer alıyorlar. Bu sebeple ABD başta olmak üzere birçok devlet ve Birleşmiş Milletler, bu iki devletin barışması için hemen devreye girdi. Nitekim bu gerilim de çabuk bitti.

Ancak gerilimin bitmesi, sorunun bittiği anlamına gelmiyor. Hindistan ile Pakistan devletleri arasındaki sorunların kökenini, Pakistan Devletinin kurulduğu 1947’den yani Hindistan’ın kadim yerleşim yeri olan İndus Vadisi’ni vatan edinip bağımsızlığını ilan etmesiyle başlatabiliriz. 1946 yılında İngiltere’den bağımsızlığını ilan eden Hindistan’ı zayıflatmak isteyen İngiltere, Müslümanlarla Hindular arasındaki gerilimi gerekçe göstererek Pakistan’ın kurulmasına onay vermiştir.

Diğer taraftan bu sorunun kökenini Arap İslam Devleti’nin kadim Hindistan topraklarına yayılmasıyla birlikte, Kast sistemi altında ezilen Dalitlerin başta olmak üzere pek çok Hindu’nun büyük gruplar halinde Müslümanlaşması ve böylece her Kurban Bayramı’nda (Sünni Müslümanların Kurban Bayramı’nda) Hinduların önemli bir tanrısının avatarı olan sığırın, Müslümanların tanrısına kurban edilmesiyle her yıl yaşanagelen çatışmalarla da başlatabiliriz. Kast bile sayılmayan ve fiilen en aşağı kast olan Dalitler (“Dokunulmazlar”) en yoksul ve en dışlanmış kesimler olarak İslamiyet, Hristiyanlık, Budizm gibi inanç sistemlerine büyük gruplar halinde geçebilmişlerdir.

Hindistan-Pakistan Arasında Bitmeyen Gerilim

Haliyle sınıfsal çatışmalarla dini ayrımcılığın iç içe geçtiği bu bölgedeki sorunlar günümüze kadar gelmiştir. Sınıfsal karşıtlığa eklemlenen kasta dayalı sömürü ve tahakkümün varlığı, dini ayrımcılığa dayalı gerilimlerin sürmesini de sağlamakta (ve tersi); böylece dinsel, etnik ve sınıfsal/kastsal kimliğinin iç içe geçtiği politik arenalar bölgesel politik dengeleri biçimlendirebilmektedir.

Her iki ülkenin devletleri başta olmak üzere hakim iktidar odakları, sınıfsal, kastsal, dinsel, etnik, cinsel (eril) kimliklerin içiçe geçtiği politik arenalara biçim verirken -Batı Avrupa veya Kuzey Amerika’nın aksine- uzlaşıyı nadiren sağladığından dolayı gerilimler hiç eksik olmuyor. Hem içte hem de birbirleriyle olan gerilimleri bitmeyen bu iki bölgede öne çıkan dinsel kimlik sınıf çatışmalarının veya bölge devletlerinin birbiriyle olan sorunlarının da dini biçimli görünmesini sağlayabiliyor.

Her iki devletin hakim blokları dini ve milliyetçi (etnik) kimlikleri öne çıkartarak sınıfsal sorunları bu kimliklerle manipüle edebildiklerinden dolayı, son yaşanan gerilimi de bu çerçeveyle darlaştıran pek çok yorumcu olmuştur.

Mayıs ayı başlarında yaşanan Hindistan Devleti ile Pakistan Devleti arasındaki gerilimin bağlamları oldukça eski ve geniştir. Bu gerilimin sürekli canlı kalmasını sağlayan etkenlerden birisi olan Keşmir Bölgesinde aileler/kabileler bölünmüş haldedir. Sınırda hemen her gün gerilim yaşanabiliyor.

Bu iki devlet 2017 yılında Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’ne üye olduysa da aradaki gerilim bitmedi. ŞİÖ’nün iki öncü gücü olan Rusya ile Çin, bu iki devletle çok sayıda ekonomik, askeri antlaşmaya sahip olduğu gibi, Güney Asya’nın nüfuzunun ŞİÖ’de kalmasının ana koşulunun bu iki devletin hegemonya altında tutulması olduğunu bildiklerinden bu bölgeye özel önem veriyorlar.

Yanı sıra Çin, yüzyılın projesi olarak öne çıkarttığı Kuşak Yol Projesi’nin güney ayağı (Çin Denizi, Umman Denizi, Kızıldeniz, Akdeniz) için sırf Pakistan’a 50 milyar dolarlık yatırım yaptı. Karayolu, trenyolu ve deniz yolunun birbirine entegre edilmesini sağlayacak bu yatırımın Pakistan ayağı, Himalayaların yarattığı engelin etkisini azaltıp ticaret/meta akışını hızlandırmayı amaçlıyor. Bu çerçevede Rusya ile uzlaşan Çin, Güney Asya’da son 20 yılda elde ettiği kazanımlarla ABD ve AB devletlerinin nüfuzunu çok zayıflattı. Bu kazanımları korumak için de Hindistan ile Pakistan devletleri arasındaki gerilimi sürdürebilir sınırlarda tutmak istiyor.

Bundan dolayı Çin başta olmak üzere ŞİÖ, Pakistan ile Hindistan devletlerinin kendi arasında çatışmasını istemiyor. Ancak gerilimi sonlandırabilecek bir kapasitesi/gerçekliği de yok. Her iki ülkenin demografik, sınıfsal, kastsal, dinsel, etnik dağılımı ve bu eksendeki gerilimlerini sonlandırmak, kendi varoluşlarına yani sömürü üzerine kurulu düzenlerine aykırıdır.

Bu iki devletin füze ve dronlarla çatışmasının doğrudan etkisini bütün ŞİÖ hissedebiliyor. Ticari yolları kilitleyen füze ve dron saldırıları, hava sahalarının kapanmasına sebep olduğundan her saat milyonlarca dolarlık zarara neden olabiliyor. Dahası GPS aldatması sonucu oluşan “kazalar” devletlerin meşruiyetini zedeliyor. “Vatandaşını koruyamayan devlet” imajını hiçbir devlet tercih etmez. Dolayısıyla füze ve dron saldırıları, bir hayalin gerçekleşmesi gibi bir görünüm arzetse de hala -büyük sorunlara yol açarak- stratejik bir öneme/güce erişebildiği söylenemez. İstikrarlı, kararlı ve güvenilir taktikler üretilmesine engel olabilen füze ve dron teknolojisi bu sınırlı ve sorunlu niteliği sebebiyle stratejik önemden ziyade psikolojik üstünlük için kullanılabiliyor.

Bu tür gerilimler ve füze/dron saldırılarına karşı demokratik/sosyalist güçlerin güçlü bir refleks oluşturabilmesi gerekiyor. Lakin bugünden çözülmesi aciliyet içeren pekçok toplumsal sorunun devletin ele geçirilmesine odaklı stratejilerin darlığına kurban edebilen anlayışlar yıkılmadıkça toplumu bugünden değiştirmek mümkün olamıyor.

İç dinamikleri zayıflayan Filistin Direnişi’nin dünya ve bölge kamuoyunun sayesinde sağlanan dış güçle/etkiyle kendini motive edebildiği ve saldırgan/işgalci devletin görece sınırlandırabildiği hatırlanırsa, Pakistan ve Hindistan devletleri arasındaki kadim/daimi gerilime karşı dünya kamuoyu oluşturup bu basıncın ezilenlerin lehine sonuçlanması çabasının önemi anlaşılabilir. İletişim ve ulaşım olanaklarının hızlanışına paralel artan ve globalleşen politik-sosyal tepkilerin ezilenlerin lehine merkezileştirilmesi yeni dünyanın yeni gereklilikleri arasında yer almaktadır.

Hindistan ile Pakistan 1947’den beri süren bu gerilimi kasıtlı diri tutmak, ülkedeki yoksulluğu, sefaleti, yolsuzluğu, tahakkümü, ayrımcılığı vb. bütün sorunları bu gerilim eksenli manipüle edebilmekte; sorunların kaynağını dış mihraklara atfederek kendi tabanlarını konsolide edebilmektedirler. Dolayısıyla bu bölgesel soruna Ortadoğu’dan tepki koymak, iktidara ve küresel boyuttaki politik dengelerle hegemon güçlere tepki koymak anlamına da gelecektir.

Yerel, bölgesel ve küresel çaplı politik dengelerin çok fazla/sıkı iç içe girdiği düşünülürse, dünyayı ilgilendiren bölgesel çatışmaların daha geniş bağlamlarla ele alınması gerektiği görülebilir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu