
Son zamanlarda aramızdan ayrılan çok değerli yoldaşlarımız, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, topluma mal olmuş kişiler; uzun yıllar hapishanede yatma, soruşturma aşamasında maruz kalınan ağır işkenceler, psikolojik baskılardan kaynaklanan tahribatların seneler sonra ortaya çıkmasından kaynaklı hastalıklara yakalanıp sonradan ölümsüzleşmişlerdir. Geçmişte Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Garbis Altınoğlu gibi halkın saflarında olan değerli kişilikler yaşamak zorunda bırakıldıkları işkence, psikolojik baskı, hapishane koşulları vb. nedeniyle aramızdan erken yaşta ayrılmışlardır.
Benzer bir durum, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlük yıllarında, ağır işkencelerden geçen Sırrı Süreyya Önder’de de yaşandı. Önder, henüz genç denilebilecek 62 yaşında, işkence ve maruz bırakıldığı koşullar nedeniyle vücudun birçok hastalığın dışa vurması sonucu hayatını kaybetti. Önder ne ilktir ne de son olacaktır. Bir devlet politikası olan işkence, bugün de devam etmektedir.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEP) üyesi, TBMM Başkanvekili, İmralı Heyeti’nde görevli “Barış Elçisi”, sosyalist, yazar, yönetmen kimliği ile tanıdığımız Sırrı Süreyya Önder, 18 gün komada kaldıktan sonra, doktorların bütün müdahalesine rağmen 3 Mayıs’ta aramızdan ayrıldı.
Sırrı Süreyya Önder’in AKM’de düzenlenen cenaze töreninde toplumun Türk-Kürt-Ermeni ve diğer inanç sahipleriyle bütün kesimlerini buluşturdu. Son yolculuğuna uğurlanırken öyle ki TC devlet erkanı da anma töreninde hazır bulundular. S.S.Önder’in toplumun bütün kesimleri tarafından sevilmesi ve sayılması, sahiplenilmesi akan gözyaşları ile bu kadar ilgi gösterilmesi, onbinlerin cenaze ile yürüyüşe geçmesi, O’nun halkçı kimliği ile ancak özetlenebilir.
Türkiye’de toplum tarafından sevilen, devletin baskıları sonucu hayatlarını kaybettikten sonra halkın bağrına bastığı, uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen unutulmayan kişilerin akıbetleri de S.S.Önder’den farklı olmamıştır. Devrimci sosyalist-ilerici gelenekten gelen, aydın-yazar olup yaşadığı toplum üzerinde derin izler bırakan, halkın öncüsü olmuş, bedel ödemişler arasında olan Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, T.Ziya Ekinci, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Ahmet Arif’ler vb. hiç bir zaman unutulmamışlardır. S.S.Önder de şimdiden unutulmayacaklar kervanına katılmıştır.
Onbinler dün Hrant Dink’i sahiplendikleri gibi, bugün de S.S.Önder’i sahiplenmişlerdir. S.S.Önder Türk ve Kürt halkının dostu olduğu gibi Ermeni halkının da en yakın dostu oldu. Her zaman; “Hepinizden daha fazla Ermeni arkadaşım var diyordu.” Biz de senin gibi kıymetli bir dostumuzun olmasından gururlandık. Çünkü O, Misak Manuşyan’ın yetiştiği topraklarda yaşanan soykırım gerçekliğini çok iyi anlamış, hakikati söylemekten bir an olsun çekinmemiştir. Manuşyan’ın mücadelesini her daim savunarak sahiplenmiştir. Daha ileri giderek, senelerdir bir arada yaşayan Türk-Kürt-Ermeni halkına; eğer “biz, Ermeniler yok edilirken, ilk önce karşı gelseydik” diyerek, “bugün Kürt halkının başına bu felaket gelmezdi” diyerek, insanları düşünmeye sevk etmiştir.
S.S.Önder, 19 Ocak’ta Hrant Dink’in katledilmesinden itibaren sahipsiz bırakmamış, sormuş-soruşturmuş, dostluğunu bir an olsun esirgememiştir. Hrant Dink için “bu halk hiç bir evladına ağlamadığı kadar ağlamışsa, zalimler- muktedirler her zaman varlıklı, atlı iken, o attan düşmüş yoksul ve yaya kalmıştır, ispatı da altı yırtık ayakkabısıdır” diye açıklama yapmıştır.
S.S.Önder sadece yaşayanların ve canlıların dostu değildi. S.S.Önder’in doğayı, yaşam alanlarını rant uğruna talan edenlere karşı bedenini dozerlere siper edip, “ben ağaçların da vekiliyim” sözleri henüz unutulmamıştır. Nitekim, S.S.Süreyya’nın “vekili olduğu”nu söylediği ağaçların olduğu Taksim Gezi Parkı’nın yanından onbinlerin polis barikatını aşan yürüyüşle uğurlandı. Onbinler dün H.Dink’in katledildiğinde “hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız” sloganı atarken bugün ise dostluğun ve dayanışmanın, halkların eşitliği ve kardeşliğinin en iyi örneklerini, “faşizme inat, kardeşimsin Hrant”sloganları eşliğinde, Agos Gazetesi’nin eski binası önünden geçerken unutulmamıştır.
Türk Milliyetçiliğinin Panzehiri Halkların Eşitliği ve Kardeşliğidir!
S.S.Önder, Adıyaman’da Türkiye İşçi Partisi (TİP) yöneticileri arasında yer alan babasını, henüz 8 yaşında kaybettikten sonra 4 kardeşi ile yetim kaldı. Anne tarafından Nurcu olmalarına rağmen, babasının izinden gitti. S.S.Önder’in İslam dini üzerine bu kadar bilgili olması, başta Said-i Nursi olmak üzere İslamcı külliyatın bütün eserlerini okumuş olmasından kaynaklıdır. Devrimci düşüncelerle ilk defa gençlik yıllarında 1978 yılında Maraş Katliamını protesto gösterisinde tutuklanınca hapishanede tanıştı. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının koyu baskı yıllarında, Ankara Siyasal Bilgiler Üniversitesi’nde, öğrenim görürken tutuklandı. Ankara Derin Araştırma Laboratuvarları (DAL)’da 105 gün sorgulandı. Aldığı ağır darbeler, işkencelerin izleri seneler sonra ortaya çıktı. Ölümüne sebep oldu.
Ulucanlar-Mamak-Haymana hapishanelerinde 7 yıl kaldı. Mamak Askeri Hapishanesi’ndeki tutsaklığında diğer devrimci tutsaklarla birlikte; Kıbrıs işgali sırasında Rum halkına zalimlikleri ile tanınan, Mamak Cezaevi Müdürlüğü’ne atanmış, “kasap” olarak bilinen Raci Tetik’in işkencelerine maruz kaldı. 12 Eylül’de Mamak Hapishanesi’nde birlikte kaldığı Ülkücü-faşist hareketin bugün yazarlığına soyunan Mümtazer Türköne, S.S.Önder için şöyle diyordu: “12 Eylül’de Mamak’ta beraber yattık. Tam bir vahşet ortamıydı. Bir çoğumuzda kalıcı arızalar oluştu. Bazılarımız bu yüzden erken göçtü. Bana kalırsa Önder de onlardan biri oldu.”
S.S.Önder ise Mamak Hapishanesi’nde Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’a yapılan vahşetler hakkında ise şöyle demişti. “… şu ahir ömrümde asılmaya götürülen birini yakından görmek, tanımak acısını yaşadım. Levon Ekmekçiyan’dı. Birçok 12 Eylül istatistiğinde, niyeyse hep ’ayrı’ sayılan bazen de hiç sayılmayan bir infazdır. İdamdan bir gün önce gazete verilmedi koğuşlara. Bu durum, bir idamın daha onaylandığı anlamına geliyordu. Böyle günlerde herkes derin bir suskunluğa bürünürdü. O gece kimsenin gözünü uyku tutmadı. Koridorlar da gece yarısından sonra olabilecek her türlü hareketlilik dikkatle dinlenirdi. O gece geldiler, götürdüler ve astılar. O güne kadar hiç denenmemiş yöntemlerle işkence edildiğini öğrenmiştik Ekmekçiyan’a…”
Hapishaneden çıktıktan sonra esas hayat şimdi başlıyordu. “Yoksul, yoksun ve yetim kalmıştı.” Korkunun selamlaşmaya dahi engel olduğu karanlık yıllarda hayata tutunmak için, inşaat işçiliğinden, ağır vasıta şoförlüğüne kadar birçok işte, işlerde çalıştı. Ama hiç bir zaman okuma-yazma-sanat ve edebiyattan kendini alıkoymadı. Hayatın zorluklarını teker teker aşarken; bir gün yönetmen, sinemacı, halkına hizmet etmek için halkın vekili, barış elçisi olacağını hiç aklının ucundan geçirmedi.
S.S.Önder halkın vekili olduğu vakit bile hiç bir zaman halkından kopmadı. Her zaman halkın içinde yaşadı. Sünni-Türk olmasına rağmen herkes onu Kürt olarak bilmişti. Gazetecinin sen Kürt müsün sorusuna, “bu mesele çözülene kadar Kürdüm, köken olarak Türk’üm” diye cevap vermişti. Türk milliyetçiliğinin slogan olarak kullandığı “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” şovenizmine karşılık, büyük usta ve yazar Yaşar Kemal’in sözünü “Türk’ün Türk’ten başka dostu vardır, o da Kürt’lerdir”diyerek yanıtladı. Halkların eşitliğini ve kardeşliğini savundu. Kürt sorununda elini taşın altına koydu. 2013-15 yıllarında Kürt sorunu çözümünde, devletin bilgisi ve “talebi” doğrultusunda A.Öcalan’ın “Newroz Bildirisi”ni okuduğu için, “terör örgütü propagandası” yapmaktan tutuklanıp, bir kez daha hapishaneye gönderildi.
S.S.Önder’e yazar-yönetmen-gazeteci kimlikleri ile tanınması ona daha iyi yakışmıştı. Hayata erken yaşta veda ederken arkasından hayalini kurduğu ve yapılması gereken birçok plan ve projeyi tamamlayamadı. Oysa roman ile senaryo yazacaktı. O, hapishaneden çıkarken “artık siyasete değil, sanata kendimi vereceğim, artık bir daha vekillik yok” demişti. Halka hizmet daha ağır basınca, kararını değiştirmek zorunda kaldı.
Bilge ve Cesur Hakikat Sözcüsü!
S.S.Önder’i düzen partisi vekillerden ayıran en önemli özelliği, bilge, sorunlara kafa yoran, çözümler üreten, esprili konuşmaları ile güldürürken düşündüren, mevki-şan-şöhret hesapları olmayan, varını yoğunu paylaşan, vekil olanaklarından faydalanarak rant peşinde koşmayan, mal-mülk-dolar kaygısı olmayan, sade yaşantısı ile tanınmasıydı. Herkes ona bu kadar imkan ve olanaklar içerisinde “bir evi” dahi olmadığı eleştirilerinde bulundu. Türkiye’de politika yapmayı zenginleşmenin aracı olarak görmedi. Bu tavrıyla burjuva siyasette bir istisnaydı. Politikacının nasıl olması gerektiği konusunda halka örnek oldu. “Ne kazandıysak çalışmayla kazandık” diyordu. Meclisi rant kapısı haline getiren vekillere “ben ud, saz, keman, bağlama çalarım mutlaka sizlerin de çaldığı bir şeyler vardır” diyordu.
Televizyonlarda, parlamento kürsüsünde, günlük hayatta “profesör”, “yorumcu” şarlatanlara bilge duruşu ile ders verdi. Hayatta en büyük zenginliğin “para-pul” değil, bilim-bilgi ve kültür ile donanmanın olduğunu gösterdi. Bu yüzden ahmak burjuvazi ile düşmanının bile saygısını kazandı. Barış ve demokratik toplum yaratma mücadelesinde, tarafını ezilenlerden, yoksullardan yana durarak gösterdi. “Tarihin tekerleği hep ileriye ve iyiye doğru gider”, “hiç bir güç bu gidişatı engelleyemez” dedi. Bu yüzden tehditlere ve baskılara bir an olsun boyu eğmedi,
Meclis’te AKP-MHP gerici vekillere unutamayacakları dersler verdi. İktidar milletvekillerine seslenerek gerçekte muktedirlere; “…atacaklarmış bizi meclisten, buyurun atın siz vurdunuz da biz ölmedik mi, en iyi bildiğiniz yerler hapishaneler, kabristanlar ama bize diz çöktüremezsiniz, aman diletemezsiniz, tırşikçilik ettiremezsiniz, etrafınızda onlardan bol miktarda var, bu ezberle hizalanacak çok adam bulursunuz ama bizden hiçbir şey bulamazsınız…” diyecekti.
Yine bir başka konuşmasında; “…alın lan canımızı başka da hüneriniz varsa yapmaz iseniz namert oğlu namertsiniz, gelin lan hele ölümden öte köy var mı şiddet çağrısı yapıyormuşum, neresi şiddet çağrısı, bir çocuk hayatını kaybedecek, bunu herkes iyi anlasın iyi dinlesin, bu halkı gaz ile bomba ile susturamazsınız… Bomba ise bomba, gaz ise gaz daha ne edeceksiniz, bu halkın onayını almışız bu suçsa bunu onurumuzla şerefimizle taşıyacağız.” diyecekti.
İktidarın Kürt köylüsüne zulmünü dillendirmekten geri kalmadı; “…bu insanları sen 4 bin köyü bir gecede sen çorabını bile giymeden boşaltmışsın, köyünü davarını yakmışsın, izzetiyle şerefiyle oynamışsın, dışkı yedirmişsin, çocuklarına tecavüz etmişsin kalkmış kendini buralara atmış yaşadığı yerlere sen 1000 yıl geçse adımınızı atmazsınız, insan mısınız siz, insanlıktan zerre-i miskal nasibiniz olsa böyle bir şey yapabilir misiniz, başka bir şey söyleyeyim sizin burnunuz kanasa O, Kürt evini çoluğunu çocuğunu bırakır ekmeğini bölüşür, gidin de irfan öğrenin…“
S.S.Önder mecliste bütün mazlumların sesi olmaya çalıştı. Bir konuşmasında; “…siz bütün mazlumları nan’sız (ekmek) bıraktınız, mazlumun ahı devirir şahı demişler. Bu ülkenin siyasi ışığını söndürdünüz. Siz bu ülkenin sahibi misiniz, kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sanıyorsunuz, nizam-ı mülk müsünüz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz…milletin çoluk çocuklarının ne suçu var, onları rızksız, nan’a muhtaç, nasıl bu hale getirirsiniz, evinizde nasıl rahat uyursunuz, bunun ahı size yeter…”diyecekti.
S.S.Önder; çeşitli milliyetlerden emekçi halkın bir vekili olarak görevlerini fazlası ile yerine getirdi. Yorulmuş vücudunun uyarılarına dikkat etmedi. Kendi deyimi ile “kalbini eline almış dolaşıyordu.” Nitekim kaygısı yerindeydi. İşkence ve zulümlerle yıpranmış kalbi daha fazla dayanamadı. S.S.Önder halkın vekili olarak aramızdan ayrıldı. Arkasından bize ise kızı Ceren’in dediği gibi “artık dinlen turna kuşum” demek kaldı.