
Devlet Bahçeli’nin 14 Ekim 2025 tarihli TBMM grup konuşmasında Alevilere dönük sözleri, burjuva siyaset sahnesinde “kapsayıcı” bir çıkış olarak lanse edildi ve hemen “açılım” yaftasıyla servis edildi. Oysa Bahçeli’nin ağzından dökülen her kelime, devletin yüzyıllardır süren inanç politikalarının yeniden üretiminden başka bir anlam taşımıyor. Bu sözler, Alevi halkın eşitlik ve özgürlük taleplerine yanıt değil; devletin ideolojik kuşatma hattını bir kez daha genişletme çağrısıdır.
D.Bahçeli, “Cami ne kadar bizimse cemevi de bizimdir” cümlesiyle, ilk bakışta bir “eşitlik” ifadesi görüntüsü vermek istese de bu eşitlik, egemen sınıfın tanımladığı sınırlar içinde, devletin mührüyle onaylı bir eşitliktir. Gerçek anlamda özgürlük değil, devletin tanıdığı kadar inanç, devletin izin verdiği kadar ibadet anlamına gelir. Ki bunu hem devrimciler hem de Alevi halk, yakın tarihten çok iyi biliyor.
Bir kez daha aynı oyun: Açılım değil, ideolojik kuşatma
D.Bahçeli’nin “Alevi kardeşlerimiz” diyerek seslendiği bu konuşma, 2009’da AKP’nin “Alevi açılımı” adıyla yürüttüğü o meşhur asimilasyon kampanyasını hatırlatıyor. O zaman da mesele Aleviliğin ezilen inanç statüsünden çıkartılması değildi; mesele, Alevi halkı Sünni-İslamcı devlet yapısına eklemlemekti. O dönemde “Cami–Cemevi” projesi nasıl ki, Aleviliği kültürel folklorik bir süs haline getirmeye çalıştıysa, bugün D.Bahçeli’nin sözleri de aynı yönde işliyor.
Türk devleti, her dönemde inanç alanına iki yoldan müdahale etti: Bastırarak ya da dönüştürerek. Bugün bir kez daha “dönüştürme” aşamasındayız. Devlet bu noktada Aleviliği doğrudan hedef almıyor; onu devletin ideolojik formuna uygun bir Alevilik haline getirmeye çalışıyor. “İnanç özgürlüğü” lafının arkasında, halkın kendi inancını kendi iradesiyle yaşamasını engelleyen bürokratik bir denetim mekanizması yatmaktadır.
İbadethane tescili: Tanıma değil, tutsaklık mekanizması
D.Bahçeli’nin “Cemevlerinin ibadethane olarak tescili hususunda atılgan olunmalı” sözü, birçok kesimce “nihayet devlet Aleviliği tanıyacak” şeklinde yorumlandı. Oysa mesele tam tersine: devletin, Aleviliği yeniden tanımlama girişimidir bu.
Cemevlerinin “ibadethane olarak tescili”, kimin neye inandığını kayıt altına almanın, inancı idari bir forma sokmanın aracına dönüşür. “Tescil”, bir eşitlik göstergesi değil, devletin “izin belgesi” anlamına gelir. Çünkü ibadethane olmanın koşulunu belirleyen devletin kendisidir.
Egemen inanç biçimini (Sünni İslam’ı) merkeze koyan bir devlet, başka inançları “normalleştirme” bahanesiyle denetim altına alır. Bu, laikliğin değil; teokratik tahakkümün modern biçimidir. Diyanet’in varlığı başlı başına bunun göstergesidir: 150 bin camiyi yöneten, 300 binden fazla din görevlisini maaşa bağlayan bu kurum, halkın vergileriyle yalnızca tek bir inancı besler. Aynı devlet şimdi “Cemevlerini de tanıyacağız” diyerek bu asimetrik yapıyı gizlemeye çalışıyor.
“Birlik” söylemi: Gerçekte bölücülüğün ideolojik formu
Bahçeli’nin “Hem Aleviyiz, hem Sünniyiz; hepsinden evveli Müslüman Türk milletiyiz” sözü, kulağa ulusal birlik çağrısı gibi geliyor. Ama gerçekte bu cümle, halkı tek kimliğe, tek dine, tek ulusa hapsetmenin açık ifadesidir.
Bu söylem, devletin klasik formülünü yineler: “Farklısın ama bizden ol.”
Alevi halk “bizden” sayıldığı sürece meşrudur, aksi halde “bölücü”, “fitneci”, “provokatör” olur. Böylece Alevilerin tarihsel olarak yaşadığı tüm eşitsizlikler -Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da, Gazi’de yaşanan katliamların ardındaki devlet aklı- “kardeşlik” masalıyla örtülür.
D.Bahçeli’nin “hepimiz Müslüman Türk milletiyiz” vurgusu, tam da bu ideolojik homojenleştirmenin dilidir. Yani bir “birlik” çağrısı değil, açık bir kimlik dayatmasıdır. Alevi halkın eşitliği, bu kimlik kalıbına sığmadığı sürece devlet nezdinde hep “şüpheli yurttaşlık” konumunda kalır.
Devletin dini tanımlama hakkı: Sınıfsal tahakkümün ideolojik yüzü
Devletin dini tanımlama yetkisi, yalnızca inanç özgürlüğü sorunuyla ilgili değildir. Bu yetki, devletin sınıfsal karakterini doğrudan yansıtır. Çünkü burjuva devlet, dini ve milliyeti yalnızca ideolojik araçlar olarak değil, sınıf tahakkümünün meşruiyet üretim aygıtı olarak kullanır.
İbadethanenin ne olduğuna, kimin inancının “meşru” sayılacağına karar verme yetkisi aslında üretim ilişkilerinde kimin söz sahibi olduğunun bir uzantısıdır. Halk kendi inancını özgürce örgütleyemediği sürece, inanç da, kültür de, kimlik de devletin mülkü haline gelir.
Dolayısıyla mesele “Alevilerin ibadethaneleri tanınsın” gibi dar bir hukuk meselesi değildir. Mesele, halkın kendi yaşam alanını -inancını, kültürünü, dayanışmasını- devletin onayına muhtaç olmadan özgürce örgütleyip örgütleyemeyeceği meselesidir.
Alevi sorunu, devlet sorunudur
Alevi halkın yaşadığı eşitsizlik, “yanlış anlamalardan” ya da “karşılıklı önyargılardan” değil; bu devlet biçiminin özünden kaynaklanır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda Sünni-Türk kimliği üzerine inşa edilmiştir.
Bu yapı, yalnızca Alevileri değil, Kürtleri, Ezidileri, Hıristiyan halkları da dışlayan bir ulus-devlet ideolojisine dayanır. Bu nedenle Alevi halkın eşitliği, bu devlet biçiminin içinde tam anlamıyla gerçekleşemez. Çünkü o devlet, farklılığı “kabul edilebilir” hale getirdiği ölçüde tanır; yani ancak dönüştürdüğü ölçüde.
Bu nedenle Bahçeli’nin sözleri bir açılım değil, devletin, inkarı yeniden biçimlendirme girişimidir. Çünkü devletin Aleviliği “tescili”, halkın inancına damga vuran egemen sınıfın mührüdür.
Nitekim diğer yandan D.Bahçeli, “Aleviliği… siyasi mevzi haline dönüştürmeye çalışanlar” diyerek, Alevi hak talebini “bölücülük” ile suçlama geleneğini sürdürüyor. Oysa ki gerçek bölücülük, bir inancı diğerine üstün kılan, onu devlet eliyle kayıran ve diğer inançları “sorun” olarak kodlayan resmi ideolojinin kendisidir. Laiklik maskesi altında Sünni İslam’ı destekleyen devlet yapısı, toplumu “mümin-gayrimüslim”, “makbul vatandaş-potansiyel tehlike” ikiliklerine bölmüştür. Alevilerin en temel kimliksel ve inançsal hakları için verdikleri mücadele, bu yapay bölünmüşlüğe karşı gerçek birleştirici bir tutumdur. Devlet, bu birleştirici talebi “bölücülük” olarak yaftalayarak, asıl kendi yarattığı çatlağı derinleştirmektedir.
Devletin tanıdığı Alevilik değil, halkın özgür iradesi
Gerçek çözüm, “Cemevlerinin tescili” gibi reformlarla değil, devletin din üzerindeki tahakkümünün son bulmasıyla mümkündür. Aleviliğin özgürlüğü, devletin Aleviliği tanımasıyla değil, Alevi halkın kendi örgütlülüğünü, kendi inanç kurumlarını, kendi kültürünü devletin dışında var edebilmesiyle sağlanabilir. Ki proletarya partisinin programındaki şu madde buna işaret etmektedir: (Demokratik Halk İktidarında) “Bütün din ve inanç gruplarına eşitlik sağlanarak, din ve devlet işleri birbirinden kesin olarak ayrılacak, dinin kişisel olduğu ilan edilecek, inananların ve inanmayanların özgürlüğü güvenceye alınacaktır.” (Madde 79)
Devletin tanıdığı her “hak”, aslında sınırlı bir izin belgesidir. Halkın kendi gücünden doğmayan hiçbir tanıma, kalıcı özgürlük getirmez. Bu nedenle Alevi halkın eşitliği, ancak sınıfsal mücadelesi temelinde çeşitli milliyet ve inançlardan halkın mücadelesiyle kazanılacak Demokratik Halk İktidarı’nda gerçek anlam kazanabilir.
Bugün D.Bahçeli’nin ağzından çıkan sözler, bir “yumuşama” değil, devletin ideolojik restorasyonudur. Bu restorasyon, yoksul halkın dini duygularını manipüle ederek, emekçilerin gerçek sorunlarını görünmez kılmaya çalışıyor.
Ama halkın hafızası uzun, sabrı kısa. Sivas’ın, Maraş’ın, Gazi’nin külü hâlâ sıcak. Alevi halk, bir kez daha “tescil” bahanesiyle susturulmak isteniyor. Oysa asıl mesele açık: Alevilerin devletten onay alması değil, devletin Alevi halktan hesap vermesidir.
 
				


