DünyaGüncel

ÇEVİRİ | Trump’ın Savaş Tutkusu: Washington DC Sokaklarından Venezuela’ya*

"Polisin Siyahları orantısızca hedefine alan askerileştirilmeye karşı kendi topluluklarımızda yürüttüğümüz mücadele, ABD’nin dış ülkelere askeri müdahalesine karşı ortaya konan mücadeleden ayrılamaz."

[ABD emperyalizminin içeride yaşadığı ve giderek derinleşerek emekçi sınıfların ve ezilenlerin tepkisini büyüten hamlelerine dışarıda yeni saldırganlık ve işgal politikası eşlik ediyor. ABD’nin geçtiğimiz günlerde Venezuela’ya yönelik saldırı hazırlığına ilişkin Manolo De Los Santos tarafından hazırlanan ve https://peoplesdispatch.org/’ta yayımlanan makaleyi Özgür Gelecek okurları için çevirdik.]


Washington DC’de ordunun sokaklara çağrılması ile Venezuela’ya yöneltilen askeri tehdit arasındaki bağlantı tesadüf değildir. Bu, kendi halkını “içerideki düşman” olarak, diğer halkları ise küresel hakimiyetinin önündeki engeller olarak gören otoriter bir rejimin mantıksal ilerleyişidir.

Geçtiğimiz haftalarda Trump yönetimi, ABD emperyalizminin ülkede ve ülke dışında yürüttüğü acımasız stratejiyi açığa çıkaran iki paralel hamle yaptı. Siyah nüfusun yoğun olduğu ABD başkenti Washington DC’de Trump “suçla mücadele etmek” üzere askeri federal ajanları ve Ulusal Muhafız birliklerini görevlendirdi.

Yüzlerce kilometre güneyde ise Pentagon, savaş gemilerinin ve deniz piyadelerinin Karayip Denizi’ne ve nihai hedef olarak Venezuela’ya doğru hareket ettiği büyük bir seferberlik yürüttü.

Bunlar münferit olaylar değildir. Bu iki olay bir madalyonun iki yüzüdür: ABD hükümetinin kendi sınırları dahilinde ve ötesindeki insanlara uyguladığı baskı ve tahakküm tarihinin bir parçasıdır.

Muhalefeti zayıflatmayı, kentsel nüfusu kontrol etmeyi ve ABD’de kazanılmış insan haklarını geri almayı amaçlayan aynı otoriter dürtü şimdi de Latin Amerika’daki doğal kaynaklar ve pazarlar üzerinde tam kontrol sağlama çabasıyla Monroe Doktrini’ne açıkça geri dönen kavgacı bir dış politika yönetiyor.

Evdeki savaş: ABD şehirlerinde Amerikan askeri güçleri

Trump yönetiminin insan haklarına saldırılarındaki son cephesi, ABD şehirlerinde polisliğin tümüyle askerileştirilmesidir.

“Agresif polislik” uygulamalarını teşvik etmek için federal kaynakları yönlendiren bir başkanlık kararnamesinin ardından, yönetim, DC Metropoliten Polis Departmanı’nı federalleştirerek ve FBI (Federal Soruşturma Bürosu), DEA (Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi) ve ABD Kolluk Kuvvetleri gibi kurumlardan yüzlerce federal ajanı görevlendirerek radikal bir adım attı. Suç oranının düştüğü bir dönemde gelmesi göze çarpan bu hamle, açıkça gücün suistimalidir.

Bu eşi benzeri görülmemiş güç gösterisinin mazereti uydurulmuş bir “acil durum”dur. Bir analistin de belirttiği gibi, bu anlatı sadece gerçekleri perdelemeye yöneliktir. Asıl amaçları, kent sakinlerinin gözünü korkutmak ve otoriter yönetimin genişlemesi için bir yol haritası çıkarmaktır. Yönetimin iç karışıklıklara yönelik kurmak istediği daimi bir Ulusal Muhafız ekibi olacak “hızlı müdahale gücü”, emekli Tümgeneral Randy Manner tarafından “gereksiz ve tehlikeli” olduğu gerekçesiyle kınandı. Kendisi ayrıca “Orduyu hiçbir şekilde kendi halkımızla karşı karşıya getirmemeliyiz” dedi.

Öte yandan, bu yeni bir fenomen değil. ABD’de polisin askerileştirilmesinin ırkçı baskıyla derinlemesine ilişkili, uzun ve kirli bir geçmişi var. 1960’lara dek uzanan “siyah isyanından duyulan beyaz korku”, Omnibus Suç Kontrolü ve Güvenli Sokaklar Yasası’nın çıkarılmasına zemin hazırladı ve bu yasa yoluyla federal bütçeler askeri kaynak talep eden yerel polis departmanlarına aktarıldı. On yıllardır süren “Uyuşturucu ile Mücadele” orantısız şekilde siyahları ve beyaz olmayan toplulukları hedef aldı ve polis departmanlarını askeri düzeyde ekipmanlarla donatılmış işgal güçlerine dönüştürdü.

2014 yılında Michael Brown, Missouri eyaletinin Ferguson şehrinde öldürüldüğünde, dünya yerel polis teşkilatının protestolara zırhlı araçlar, keskin nişancı tüfekleri ve göz yaşartıcı gazla müdahale ederek onlarca kişinin yaralanmasına ve kritik durumda hastaneye kaldırılmasına sebep olmasını izledi. Bu sahneler ülke dışındaki bir savaş bölgesinden değil, halkın adalet talep ettiği bir Amerikan banliyösünden geliyordu.

Benzer şekilde, 2020’deki George Floyd protestoları sırasında milyonlarca genç harekete geçmişken ülkenin her yanında kent sokakları dönemin Savunma Bakanı Mark Esper’in tabiriyle “muhabere alanına” dönüşmüştü. Washington DC’de barışçıl protestocular, yakın zamanda eyalet valilerine “Hakimiyet kurmalısınız. Hakimiyet kurmazsanız, zamanınızı boşa harcıyorsunuz demektir” diyen Başkan Trump’ın fotoğraf çekimi için yolu açmak amacıyla göz yaşartıcı gazla dağıtıldı.

Bu baskının Siyahlara ait kent merkezlerini hedef almasının sebebi yalnız tarihsel ırkçılık değil, aynı zamanda buralardaki toplulukların güçlü işçi sınıfı köklerine dayanarak ABD otoriter rejimine karşı sürekli örgütlenmiş olmasıdır. Ulusal Siyah Kongresi’nin 1930’lardaki anti-faşist çalışmalarından 1960’larda Kara Panter Partisi’nin düzenlediği “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” konferansına, Siyah camia faşizmin sadece Avrupa’ya özgü bir fenomen olmadığını, ABD’de yerel olarak var olduğunu uzun süre önce anlamış ve bu konuda öncü bir analiz geliştirmiştir. Jim Crow’un yasal teröründen polis şiddetine kadar, bunların “yavaş bir soykırım” biçimi olduğunu anlayarak, faşizmi tanımlama ve ona direnme konusunda ön saflarda yer almışlardır.  Mevcut baskı dalgası, Trump karşıtlığının güçlü olduğu ve 2020’dekinden daha büyük gösterilere yol açabileceği bu çok-ırklı kentsel merkezlere yönelik doğrudan bir saldırıdır.

Yüz yıl boyunca Washington DC, yönetimin başkan tarafından atanan komisyon üyelerinde olduğu, belediye başkanlığı veya şehir meclisi seçimlerinin yapılmadığı, federal hükümete ait bir tür derebeyliği gibiydi. Şehrin -çoğunluğu Büyük Göç’ten sonra yerleşmiş Siyahlardan oluşan- sakinleri kendi yönetimlerinde söz söylemekten men edilmişti, bu durum, çoğunluğu Siyah olan nüfusun oy verme hakkından mahrum bırakılması anlamına geliyordu. Bu noktada Sivil Haklar Hareketi değişimi dayattı.

1973 tarihli Yerel Yönetim Yasası’nın yürürlüğe girmesinde etkili oldu. Bu tarihi yasa DC sakinlerinin kendi belediye başkanlarını ve şehir meclisi üyelerini seçmesine olanak verdi. Öte yandan, hala bir eyalet olmadığı için, şehrin yerel yasaları ve bütçesi yine de Kongre’nin incelemesine ve nihai yönetimine bağlı kaldı ve şehirde yaşayanların ABD Kongresi’nde oy kullanılarak temsil edilme hakkı hala yok. Bu özgün yasal statüsü DC’yi bir iç koloni haline getirerek Başkan’a herhangi bir eyalette kolayca kullanamayacağı ek yetkiler tanımaktadır. Trump’ın Washington DC’de başlamasının nedeni de bu.

Dışarıdaki savaş: Karayipler’de yeni bir uyuşturucu savaşı

Aynı militarist bakış açısı Trump yönetiminin dış politikalarında da tamamiyle gözler önünde. Yenilenmiş bir “uyuşturucu ile mücadele” kisvesi altında Pentagon’a gizlice yabancı topraklarda karşı askeri güç kullanma yetkisi verildi, özellikle Latin Amerikalı “terör örgütleri”ne karşı. Bu tanımlama, askeri müdahale için uydurulmuş üstü örtük bir bahanedir.

En öncelikli hedef ise Venezuela. New York Times’ın haberine göre, Venezuela’daki karanlık bir askeri subay ağı olduğu iddia edilen “Cartel de los Soles”e özellikle odaklanan ve uyuşturucu kartellerine karşı askeri güç kullanımını onaylayan gizli bir yönerge Trump tarafından imzalandı. Bu klasik bir ABD oyunu: “Uyuşturucu ile mücadele” bahanesini rejim değişikliği için kullanmak. ABD hükümeti uyuşturucu ile mücadeleyi, Latin Amerika’daki jeo-politik planlarını geliştirmek ve genişleyen askeri etki alanını meşrulaştırmak için bir yöntem olarak kullanmaktadır.

ABD, Venezuela kıyılarına yakın bölgelerde faaliyet göstermek üzere Karayipler’de üç amfibi hücum gemisi, 4.000’den fazla denizci ve deniz piyadesi, P-8 deniz devriye uçakları ve en az bir nükleer denizaltı dahil olmak üzere büyük bir deniz gücü konuşlandırdı. Yıllardan beri ilk kez karşılaştığımız bu ciddi güç gösterisi bariz şekilde Venezuela’daki Nicolás Maduro hükümetine karşı bir gözdağıdır.

Askeri müdahale tehdidi Venezuela hükümeti tarafından güçlü bir tepkiyle karşılaştı ve hükümet halkı orduya katılmaya çağırdı. Başkan Maduro ABD’nin saldırganlığını Venezuela’nın bağımsızlığını tehdit eden düşmanca bir tavır olarak niteleyerek kınamaya devam etmekte: “Venezuela yüz yıldır karşı karşıya kaldığı tehditlerden en büyüğüyle mücadele ediyor. Bu tehditler her türlü savaşta yenilgiye uğratıldı.”

Trump yönetiminin tehditleri Venezuela ile sınırlı değil. Meksika Devlet Başkanı Claudia Sheinbaum olası bir ABD askeri müdahalesini açıkça reddetmek zorunda kalarak “ABD, Meksika’ya askeri güçle gelmeyecek. Biz işbirliği yapıyoruz, ortak çalışıyoruz, ancak askeri müdahale olmayacak – bu imkansız, kesinlikle imkansız” dedi.

Parçaları birleştirmek: Yurtta ve yurtdışında baskı

Bu iki politika arasındaki bağlantı tesadüf değildir. Bu, kendi halkını “içerideki düşman” olarak, diğer halkları ise küresel hakimiyetinin önündeki engeller olarak gören otoriter bir rejimin mantıksal ilerleyişidir. Pentagon ve ABD’nin kurumsal siyaseti DC sokakları ile Venezuela kıyılarını aynı kontrol ve baskı merceğinden görmektedir. Her iki cephede kullanılan devlet şiddetinin araçları -askeri düzeyde ekipman, federalleştirilmiş güçler ve uydurulmuş bir “tehdit” anlatısı- aynıdır.

Bu bağlantı kritik bir ders vermektedir: Polisin Siyahları orantısızca hedefine alan askerileştirilmeye karşı kendi topluluklarımızda yürüttüğümüz mücadele, ABD’nin dış ülkelere askeri müdahalesine karşı ortaya konan mücadeleden ayrılamaz. Bu bağı görmek ve tanımak hem ülke dışında ABD emperyalizmine hem de yurt içinde diktatörlük yöntemlerinin yaygınlaşmasına etkili bir biçimde karşı çıkmak için mecburidir.

*Makalenin orijinali: https://peoplesdispatch.org/2025/09/02/trumps-war-drive-from-the-streets-of-washington-dc-to-venezuela/

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu