GüncelMakaleler

DÜNYA | Afrika’nın prototipi Sudan, emperyalist hegemonya dalaşının hedefinde!

Sudan’daki demokratik güçlerin birleşik bir güç oluşturamaması, birlikte yaşam iradesini güçlü şekilde ortaya koymayı ve küresel destek oluşturmayı engelliyor.

Sudan’da artan çatışma ve katliamlar, geçtiğimiz ay 48 saat içinde iki bin sivilin infaz edilmesi ve El Fasher kentindeki bir doğum hastanesine yapılan saldırıda 460 kişi hayatını kaybetmesiyle dünya ve ülke basınında geniş yer buldu.

Böyle aynı anda yüzlerce kişinin katledilmesi, ülkeyi dünya gündemine taşısa da, Afrika’nın birçok bölgesinde olduğu gibi Sudan’da da çatışma ve katliamlar adeta doğallaşmıştır. Nisan 2023’te Sudan ordusu ile Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasında başlayan çatışmalardan dolayı binlerce insan öldü; milyonlarcası göç edip mülteci durumuna düştü.

Afrika’nın en büyük yüzölçümüne ve en büyük altın rezervlerinden bazılarına sahip olan Sudan’da 49 milyonluk nüfusun (2024 yılı nüfusu) yaklaşık 13 milyonu evlerini terk etmiş durumda.

Dünya Gazze ile meşgulken, Gazze’deki gibi bir yıkım ve katliamın Sudan’da yaşandığından pek çok insanın haberi bile olmamıştır.

1956 yılında İngiltere’den bağımsızlığını kazanıp “Cumhuriyet” kuran Sudan, daima diktatörlerin gölgesinde biçim almıştır. Arap İslam Devleti’nin Afrika’da yayılmasından önce Hıristiyanlık Sudan’da yayıldığından dolayı, bu dönemlerden beri, ülkedeki çatışmalar, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Doğacılar arasında devam ediyor.

Sudan’ın Doğu Afrika’da ve Kızıldeniz kıyısında yer alışıyla sahip olduğu jeo-stratejik önemi dolayısıyla, her dönemin hegemonik devletlerinin işgaline maruz kalmıştır. Bu konum dolayısıyla emperyalistlerin “böl parçala yönet” politikasının sürekli mağdurlarından birisi haline geldiği de söylenebilir.

1956-1972 yılları arasında süren iç savaştan sonra Güney Sudan’da özerklik kuruldu. Ancak 1983’te yeni bir iç savaş başladı. Selefi Müslümanların devlette hakim olmasıyla Darfur ve civarında yeni ve büyük bir katliam daha gerçekleştirildi.

2011 yılında Güney Sudan’ın ayrılarak bağımsızlığını kazanması gerilimleri sonlandırmamıştır. Demografik yapısı dolayısıyla bölge devletleriyle emperyalistlerin sürekli değişen müdahalesine açık olan Sudan’da son yıllardaki çatışma ve katliamları bu süreçlerle birlikte değerlendirmek gerekiyor.

2019 yılına kadar devletin başında olan ve gerçekleştirdiği katliamlarla öne çıkarak Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından suçlu bulunan Ömer el Beşir, görevden uzaklaştırıldı. Sudan ordusu yönetime el koyarak Egemenlik Konseyi’ni, asker ve sivil dengesine göre kurduğunu iddia etse de pratikte sadece ordunun sözünün geçtiğini herkes görebiliyor.

Ordu ve diğer iktidar odakları arasındaki yeni iktidar dalaşının ürünü olarak, önceden bir milis grubu olan ve sonradan ordulaştırılan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) feshi ve orduya entegrasyonu hedeflendi.

Ancak kendisi de ayrı bir iktidar odağına dönüşen HDK, Rusya ve BAE devletinden aldığı desteklerin etkisiyle Sudan ordusuna entegre olmayı reddederek, kendi egemenlik alanlarını oluşturdu.

Böylece Sudan, fiilen ikiye bölündü. HDK’nın geçmişi, tıpkı Sudan ordusu gibi katliamlarla doludur.

Devlete isyan edenlere karşı devlete destek olması amacıyla bir milis gücü olarak kurulan HDK, özellikle sivillere yönelik katliamlarıyla öne çıkmıştır. Son hastane ve kasaba katliamlarını da bu kanlı geçmişine ekleyen HDK, yıllardır devletin “pis işlerini” yapmanın bedelini talep ediyor ve kendini feshetmeyi reddediyor. İçte yaşanan bu iktidar dalaşının bölgesel ve güç dengelerinden bağımsız şekillenmediği ise malum.

Mısır ve Etiyopya’yla, sınır ve su (Nil Havzası) sebebiyle yıllardır gerilimli olan Sudan, dünyanın en uzun nehri olan Nil’in ana kaynaklarından bazısına ve Beyaz Nil ile Mavi Nil’in birleştiği bölgeye sahip. Bu nedenle Sudan devleti, hem tatlı su hem verimli/sulanabilir tarım toprağı açısından Afrika’nın en önemli bölgeleri arasında sayılabilecek bu toprakları yönetiyor.

Dünyanın en büyük altın rezervlerinden bazısına da sahip olan Sudan, dünya deniz ticaretinin ana kollarından birisinin geçtiği Kızıl Deniz’e kıyısı olduğundan iktidar dalaşlarının ortasında kalıyor.

Sudan’da askeri üs (Deniz üssü) kurmak isteyen Rusya, Kuşak Yol Projesi için bu bölgede çatışmasızlık isteyen Çin, bölgedeki altına gözünü diken BAE veya Mısır’ın bölgede güçlenmesini istediği için Sudan’ı kontrol etmek (ve Rusya ile Çin’i zayıflatmak) isteyen ABD, bu bölgedeki çatışmalara dolaylı veya dolaysız müdahil olmaktadır.

Özellikle göçmen olan komşu ülkeler de bu çatışmalardan bu yönüyle doğrudan etkilenebiliyor.

Afrika’nın kara “kaderi” darbe ve çatışma…

Adı cumhuriyet ile anılsa da diktatörlerden kurtulamayan Sudan’ın bu “makus talihi” Afrika’nın genelinden farklı değildir.

Özellikle son 200 yılda Avrupalı sömürgecilerin tüm kıtayı sömürgeleştirmesi sonrası tarihindeki en büyük katliamlara, soykırımlara, baskılara şahit olan Afrika’da 20 yüzyıl boyunca onlarca askeri darbe gerçekleşmiştir.

Özellikle “soğuk savaş” yıllarında en fazla darbelerin yaşandığı bölgelerden birisi Afrika’ydı. Afrika, demografik yapıları ve iç iktidar dalaşlarının niteliği itibariyle dış müdahalelere sürekli açıktır.

Onlarca farklı kabile konfederasyonu bulunmasına rağmen çoğu sömürgeciler tarafından dağıtılmadan önce, bunların kendi içlerindeki güç savaşları ve özellikle toprak savaşları genelde küçük çapta biçim alsa da süreklilik arz ediyordu; ancak sömürgecilik sonrası -Ruanda’da olduğu gibi- milyonlarca insanın katledildiği soykırımlar gerçekleşmiştir.

Afrika genelinde yaklaşık 10 bini bulan kilise/mezhep farklılığı, Hıristiyanlar arasında da süreklileşen gerilimin gerekçesi olabilmiştir. Müslümanlar ise özellikle Şii-Sünni gerilimi ekseninde onlarca farklı mezhep ve tarikat arasındaki güç dalaşlarının eksik olmadığı politik arenalarda kendini göstermiştir.

En fazla dezavantajlı olan Animist (Doğacı) kabileler devlete sahip olmamanın veya birleşik bir güç oluşturamamanın bedelini, sürekli değişen baskı ve katliamlarla öderken; devletleşen kabileler, iktidar sarhoşluğuyla katliam ve soykırım yapmayı, adeta Afrika’nın “kaderi” haline getirmiş.

Hızla artan yoksullaşmaya eşlik eden hızlı nüfus artışıyla büyüyen toplumsal sorunları şiddet yoluyla daha da derinleştiren sayısız yerel iktidar odağı, hem bölgesel hem küresel güç ilişkilerine eklemlenmiştir.

Afrika etnik ve dini kimliklerin birbiriyle olan çatışmaları son bin yıldır hiç eksik olmadığı sürekli arttığından dolayı Afrika adeta kan gölüne dönmüştür.

Ruanda’daki iki kabile konfederasyonu arasındaki güç dalaşı bir soykırıma dönüşürken; Sünni-Selefi örgütlerin Nijer Deltası/vadisinde olduğu gibi Hıristiyanlara karşı katliamlarını süreklileştirmesi, Avrupalı ve ABD’li köle sahiplerinin köle ticareti, animistleri “hak yoluna” getirmek amacıyla onlara soykırım uygulayan Müslüman veya Hıristiyan devletler, kara Afrika’yı kızıla dönüştürmüştür.

1991’de sosyal emperyalistlerin sosyalizm maskesini atması ve “soğuk savaş”ın sona ermesinden sonra dünyanın büyük bir kısmında askeri darbe sayısında büyük bir düşüş yaşanırken; özellikle sahra altı Afrika’da darbelerin sayısında hızlı bir artış yaşanmıştır.

Sudan’da olduğu gibi Afrika’nın genelinde dini ve etnik kimlikler, toplumun bütünselliği, birliği temsil/sembolize edebildiğinden dolayı sınıfsal kimliklerle içiçe geçerek, ataerkil cinsel kimliğin matriksini ördüğü bir toplumsallıkta, politik arenalarda merkezi yer edinebiliyorlar.

Emperyalist sermaye, yerel iktidar odaklarını (devlet, ordu, kabile/aşiret, tarikat, kilise, şirket vs.) yani daha fazla güçlenmek arzusuyla yanıp tutuşurken daha büyük bir güce yaslanıp kardeşini bile öldürmekten çekinmeyen yerel iktidar odaklarını, kendi güdümüne kolayca alıp politik dengelerin merkezinde yer alabiliyor.

Bu açıdan yerel, bölgesel ve küresel politik dengelerin sürekli içiçe geçtiği söylenebilir.

Su, orman, maden, tarım toprağı gibi zenginliğin en önemli kaynaklarına sahip olma mücadelesi ekseninde biçim alan Afrika’daki güç/iktidar dalaşları, bu zenginlik kaynaklarının mülkiyeti ve yönetiminde öne çıkan devleti, en avantajlı duruma sokabildiğinden dolayı, yerel iktidar odakları, emperyal devletlerin “kâhya kölesi” olmak için can atabiliyor.

Sudan’da hem devletin ordusu hem de milislerden devşirme olan HDK, güçlenmek adına emperyal güçlerin kölesi olmaya can atarak, on binlerce insanı katledip milyonlarcasını evinden, yurdundan göçertmiştir.

En dezavantajlı kesimlerden olan devletsiz Animistler, hem Müslüman hem Hıristiyan iktidar odakları tarafından baskı ve katliama maruz kalırken; kabilelerin, yaslandıkları gücün/devletin dini kimliğini benimseyerek –özellikle sömürgecilikle birlikte- daha fazla güçlenme eğilimini güçlü şekilde taşımaları, adeta Afrika’nın “kaderi” olmuştur.

Sudan Devleti’ni ele geçiren Selefi-Sünni tarikatlar tarafından büyük bir katliama maruz kalan Animistlerin yanı sıra Hıristiyanlar da bu selefi eksenli baskılardan zarar görmüştür.

Ancak bu durumu din savaşı gibi gösterme gayretinde olanlar Müslümanların kendi aralarındaki güç dalaşında da büyük katliamlar yaşandığını gözardı ediyorlar.

Dolayısıyla dinsel veya etnik kimliklerin farklılıkları, hiçbir zaman, güç dalaşının, katliamın asıl-esas sebebi olmamıştır; olamaz. Dinsel ve etnik farklılıklar, politik arenalarda, iktidarın devletten öznelliğin derinliklerine kadar nüfuz edebilmesi sonucu yaşanan güç dalaşlarının ürünü olarak etkide bulunabilir; ötekileştirmelerle politik bir anlam/sembol kazanabilir. Dolayısıyla Sudan’da yaşananlar, ezenle ezilen, güçlü ile güçsüz(leştirilmiş), zengin ile yoksul arasındaki savaşın özgül bir biçimi olarak okunmalıdır.

Her iki ordu, katliamcı niteliğiyle öne çıktığından, en büyük zararı halklar çekmektedir.

Sudan’da demokratik muhalefet El Beşir’i devirecek kadar güçlü olsa da tüm Afrika’da veya Ortadoğu’da olduğu gibi, birleşik, istikrarlı ve merkezi bir örgütlenme oluşturamadığından farklı biçim ve etkinliklere sahip iktidar odakları arasındaki güç dalaşlarının önüne geçemiyor.

  1. yüzyıl boyunca, özellikle güney, orta ve doğu Afrika’da etkili olabilen Marksist hareketler, bu bölgedeki direniş geleneğine sosyalist bir kan taşıdıysa da bu hareketlerin genellikle sosyal emperyalist Rusya’nın güdümünde kalarak güçsüzleşmesi veya ilerici sayılan burjuva yönetimlere entegre edilmesi sonucu bu hareket/gelenek 21. yüzyıla taşınamamıştır.

Yine de muhalif ve direnişçi damarın gücünü korumasında ve büyük taşımasında payı olduğu söylenebilir.

Sudan’daki demokratik güçlerin birleşik bir güç oluşturamaması, birlikte yaşam iradesini güçlü şekilde ortaya koymayı ve küresel destek oluşturmayı engelliyor. Gazze’deki gibi onlarca yılı bulan istikrarlı bir direniş geleneği olmaması ve mevcut iç savaşların, çatışmaların yerel iktidar odakları arasında gerçekleşmesi, Sudan halkına desteğin sürekli olmasına engel olmamalıdır.

Küresel desteğin, Filistin direnişine nasıl can suyu olabildiğini ve hatta yönünü değiştirip güçlendirebildiğini son 70 yılda olduğu gibi son iki yılda da gördük. Dolayısıyla Sudan’ın ezilen halkına bölgesel ve küresel destek sunmanın politik bir görev olduğu söylenebilir.

Yerel iktidar dalaşlarına karşı çıkmanın küresel iktidar dalaşlarına karşı çıkmak ve küresel sömürü düzenine karşı mücadele etmek anlamına geleceğinden, dünyanın hızlandığı günümüzde direnişi küresel düzleme taşımak hayati/merkezi bir önem taşıyor.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu