
Yeryüzünde yaşamı oluşturan neredeyse tüm süreçler kimyasal reaksiyonlara ayrılabilir. Bu reaksiyonların çoğu, maddeleri parçalayarak serbestçe hareket etmelerini ve etkileşime girmelerini sağlayacak bir sıvıya ihtiyaç duyar. Sıvı haldeki su, gezegenimizdeki yaşam için temel bir gerekliliktir çünkü bir çözücü olarak işlev görür. Maddeleri çözebilir ve hayvan, bitki ve mikro düzeydeki diğer canlılıklarda temel kimyasal reaksiyonları mümkün kılabilir. Suyun kimyasal ve fiziksel özellikleri, diğer sıvıların çoğundan daha fazla maddeyi çözebilmesini sağlar. Suyu yaşam için iyi bir habitat haline getiren diğer özellikler ise ısı iletimi, yüzey gerilimi, ışığın nüfuz etmesine izin vermesi, kaynama ve erime noktaları arasındaki geniş aralıktır.
Kısaca su, bildiğimiz yaşam için oldukça kritik bir öneme sahiptir. Su, taşıdığı bu temel biyokimyasal niteliklerin yanında, dünyadaki yaşam döngüsünde de yerini almaktadır. Yaşamın bir başka temel ihtiyacı olan oksijen, fotosentez yapabilen organizmalar tarafından ortaya çıkmaktadır. Bu organizmalar için ise su kaçınılmaz bir ön koşuldur. Kabaca üç temel öğe yaşam için özel bir noktadadır; Güneş, su, oksijen. Bu yaşam döngüsünde yer alan insan, hem kendisiyle, yani toplumla, hem de doğayla yaşadığı çatışmalar ve mücadeleleri sonucu kapitalist ve endüstriyel üretim ilişkilerini ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu yaşam için gerekli bu temel öğelere erişim koşulları kirlenmiş, bozulmuş ya da kâr amacıyla tüketim süreçlerine dahil edilmiştir.
Yaşam, paketlenip satılamaz
“Daha yüksek bir sosyo-ekonomik oluşum açısından bakıldığında, belirli bireylerin dünya üzerindeki özel mülkiyeti, bir insanın diğer insanlar üzerindeki özel mülkiyeti kadar saçma görünecektir. Bütün bir toplum, bir ulus ya da aynı anda var olan tüm toplumlar birarada ele alındığında bile yeryüzünün sahibi değildir. Onlar sadece yeryüzünün geçici sakinleri, ondan yararlananlardır ve onu iyi hane bireyleri olarak sonraki nesillere daha iyi bir durumda miras bırakmak zorundadırlar.” – Karl Marx
Komünistler bir insanın bir başka insan üzerindeki sömürüsüne ve tahakkümüne mutlak suretle karşıdır.
Marx bunun doğal olmayan ve sürdürülemez bir ilişki olduğunu tüm detaylarıyla ele almıştır. Marx, insanın içinde yaşadığı “doğa” denilen şeyden bağımsız olamayacağını dolayısıyla insanın sömürüsünün doğanın sömürüsünün bir biçimi olduğunu da ifade etmektedir. Yani kapitalizm, kaçınılmaz bir biçimde işçi sınıfına (dolayısıyla kendisine) hayatta kalabilmesi için ücretli kölelik düzenini dayattığı ölçüde doğayı da tahrip ve talan etmektedir.
Küreselleşen sermayenin attığı her adım, cebine giren her kuruş, dünyanın tahrip olmasına neden olmaktadır. En karmaşığından (örneğin telefon, otomobil), en basitine (örneğin bir paket mercimek) tüm ürünler her aşamasında anlamsız bir hareketin içerisindedir. Yani sermaye küreselleştiği ve tekelleştiği ölçüde uluslar ve devletler üstü bir pozisyona gelmiştir. Bugün en yakın markete gittiğimizde dahi rafta ithal bir paket mercimek bulabiliriz.
Ya da bir adet “doğa dostu” elektrikli otomobil için dünyanın dört bir yanında çok sayıda işçinin ölüm pahasına madenlerden mal aktarımına, deposundan çip üretim tesisine, montajlamadan pazarlamasına, satış mağazasından paketlemesine yüz binlerce işçi bir adet telefonun üretim sürecinde yer almaktadır. Yalnızca bir ürünün üretiminde dahi dünyanın dört bir yanında yüzbinlerce insan, ücretli köleliğe maruz bırakılarak canlılık ve doğa döngüsü yaralanıyor ve sekteye uğratılıyor. Bu biz insanlığa normal ya da olması gereken bir şeymiş gibi dayatılıyor.
Kapitalizm doğaya baktığında orada sonsuz bir kâr potansiyeli görmektedir. Aynı zamanda kapitalizm doğası gereği mutlak bir yarış hali ve değerlerin tükeneceği paranoyasıyla doğada kendini gösteren, “değer taşıyan” tüm şeyleri tabiri caizse dibini sıyırıncaya dek piyasaya dahil etmeye çalışmaktadır. Yeryüzünün talanı, canlılığın talanı ve elbette hayati bir değer taşımasına rağmen suyun ve içme suyunun talanı… Su yaşam için kaçınılmaz bir şey ancak yine de dünyada 2.2 milyar insanın suya erişimi yok. Su kıtlığı dünyanın dört bir yanında gün geçtikçe büyüyen bir tehlike.
Buna rağmen tekelleşmiş markalar dünyanın dört bir yanında suyu plastik şişelere doldurarak piyasaya sunmaktadır, madenler açarak yeraltı sularını tehlikeye atmaktadır, endüstriyel ve plastik paket atıklarla hem akarsuları hem de açık denizleri çöp deryasına dönüştürmektedir.
Temiz ve içilebilir suya erişimin bir insan hakkı olması gerekirken, para karşılığında, kâr amacı güden, insanların kanını emen kapitalistlerin elinde bir oyuncak haline gelmiştir. Temiz ve içilebilir su kaynaklarının hem paketleme süreçlerinden geçmesi hem de maden ve çeşitli projeler kapsamında kirletilmesi ya da yok edilmesi kabul edilemeyecek bir meseledir.
Kapitalizm, tarihin sonu değil
Uzmanlar, su kaynaklarının korunması ve tatlı suyun bağlı olduğu ekosistemlerin tahribatının sona erdirilmesi için acil önlem alınmadığı takdirde, gittikçe hızlanan su krizinin gezegeni sarması nedeniyle önümüzdeki 25 yıl içinde dünya gıda üretiminin yarısından fazlasının başarısız olma riskiyle karşı karşıya kalacağı uyarısında bulunuyor. Dünya nüfusunun yarısı halihazırda su kıtlığıyla karşı karşıya ve iklim krizi kötüleştikçe bu sayı daha da artacak. On yılın sonuna kadar tatlı su talebi arzı % 40 oranında aşacak, çünkü dünyanın su sistemleri eşi benzeri görülmemiş bir stres altına giriyor.
Bazı ülkeler, nehir ve göllerden gelen “mavi suyun” aksine, gıda üretimi için gerekli olan toprak nemi olan “yeşil sudan” diğerlerine göre daha fazla faydalanmaktadır. Suyun dünya çapında, nemi bir bölgeden diğerine taşıyan “atmosferik nehirler” halinde hareket ettiği ortaya konmuştur. Dünyanın kara üzerindeki yağışının yaklaşık yarısı, suyu atmosfere geri aktaran ve daha sonra rüzgarla aşağıya doğru hareket eden bulutlar oluşturan ekosistemlerdeki sağlıklı bitki örtüsünden gelmektedir.
Çin ve Rusya bu “atmosferik nehir” sistemlerinin başlıca yararlanıcıları iken, Hindistan ve Brezilya kara kütleleri diğer bölgelere yeşil su akışını desteklediği için başlıca ihracatçılardır. Yağan tatlı su kaynağının % 40 ila % 60’ı komşu arazi kullanımından yani diğer ülkelerin politikalarından kaynaklanmaktadır.
Oysa uygulanan politikalarla suyu verimsiz kullanıyoruz, suyu kirletiyoruz ve tüm yaptıklarımızla su döngüsünü (hidrolojik döngüyü) bozuyoruz. Su hem iklim krizinin merkezinde yer alıyor, hem de gıda krizinin temelini oluşturuyor. Zirai alanda gerçekleşecek tüm devrimci süreçlerin yolu suyun doğru politikasından geçecektir.
Hal böyleyken, dünyanın birçok ülkesi su çıkmazıyla karşı karşıya. Türkiye’de tehlikeye en yakın ülkelerden biri. Konya’da oluşan obruklar, Karadeniz’deki seller, Akdeniz’deki kronik orman yangınları, çölleşen Anadolu…
Öte yanda su kaynaklarına yakın bölgelere verilen maden izinleri, hidroelektrik santraller, siyanürle maden arama, sanayi bölgelerinde akarsulara ve denizlere dökülen endüstriyel atıklar. Bunların hepsi tek bir merkezin elinden çıkan politikalar ve hamlelerdir. Bu projelerin ve üretim ilişkilerinin hiçbirisi insanlığın çıkarına ya da refahına yönelik şeyler değildir. Kapitalizm, kar hırsıyla kanını emerek üstünde tepindiği gezegende dalga dalga ölümü yani geride yaşamsızlığı bırakarak, sıradaki projeye ve sıradaki bölgeye gitmektedir. Bugün Konya çölleşir, yarın Ukrayna; bugün Kazdağları’nda suya siyanür karışır yarın Gürcistan’da.
Bunun sürdürülemez bir kıyım olduğunu görmeyerek, olası kötü sonuçları da “insanlık doğanın virüsü” gibi propagandalarla yükü tüm insanlığa yükleyerek kapitalist ajitatörler bu işten sıyrılmak istemektedir. Ancak şunu unutmayalım, bu işte insanlığın tek alakası hayatta kalmak pahasına kendisini bu üretim ilişkilerinin içine atma zorunluluğudur. Asıl suçlular kapitalistlerden başkası değildir. Ulusların kurtuluşu, küresel sermaye düzenini ortadan kaldırmadan mümkün olamayacaktır. İnsanlığın kurtuluşu, içinde yaşadığı doğanın kurtuluşu ile göbekten birbirine bağlıdır. Sosyalizm, kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkıma son verecektir. Ancak yaratılan tahribatı onarmak bile uzun bir süre alacaktır.
Kapitalizm, tarihin sonu değildir; bu kapitalist bir yalandır. Gezegeni ve üzerindeki her şeyi sermayenin elinden çekip almak en büyük görevimizdir. Başka bir gezegen yok.