
ABD Başkanı Donald Trump, küresel hegemonya savaşını kendi narsist bencilliğiyle yeniden kodladığı bir ulusal güvenlik stratejisini atlasın üzerine yatırdı.
33 sayfalık belge ‘Önce Amerika’ şiarına uygun olarak müttefiklere yönelik taahhütlerinden çekiliyor.
Amerikan çıkarlarını tehdit etmedikleri sürece diğer devletlerin politikalarına karşı ilgisizliğini ilan ediyor.
Çin ve Rusya’yı düşman ya da tehdit olarak çerçevelemiyor. Çin’i askeri bir tehditten ziyade ekonomik rakip olarak görüyor. Tedarik zincirleri ve teknoloji başta olmak üzere Çin’in dengelenmesi gerektiğini vurguluyor.
Ukrayna savaşının sonlandırılması ve Rusya ile stratejik istikrarın sağlanmasını önceliyor.
Göçmen nüfusunun artışı nedeniyle Avrupa’nın kültürel erozyona uğrayacağı, bazı ülkelerde demografik üstünlüğün Avrupalı olmayan nüfusa geçeceği; Çin ve Hindistan gibi yükselen ekonomiler karşısında Avrupa medeniyetinin silineceği uyarısını yapıyor. Böylece aşırı sağ ve faşist partilere selam gönderiyor.
NATO’daki mali ve askeri külfetini Avrupalı ortaklara yıkıyor. Avrupalıların Rusya’yı varoluşsal tehdit olarak görmesi eleştiriliyor. NATO’nun sürekli genişleyen bir ittifak olduğu algısının sona erdirilmesinden söz ediyor.
Ve “Orta Doğu’nun Amerikan dış politikasını domine ettiği günler sona erdi” diyor.
Yeni politikayı şöyle tanımlanıyor:
“Pragmatik olmadan pragmatik, realist olmadan realist, idealist olmadan ilkeli, ‘şahin’ olmadan güçlü ve ‘güvercin’ olmadan ölçülüdür. Geleneksel siyasi ideolojiye dayalı değildir. Bu yaklaşımı motive eden şey her şeyden önce Amerika için neyin işe yaradığıdır; iki kelimeyle ‘Önce Amerika.”
Çekilme mi yeniden kodlama mı?
Belgenin ana önermesi basitçe; ABD artık kendi çıkarlarıyla ilgisi olmayan küresel yüklerden kurtulmalı.
Küresel egemenlik ilkesini fahiş maliyeti ve sürdürülemez hale gelmesi nedeniyle terk ediyor.
Peki bu ABD’nin ahtapot gibi yayılmış kontrol ve güç rekabetinden çekildiği anlamına gelir mi?
Kesinlikle hayır!
Güç mücadelesindeki değişen dinamiklere göre ekonomik üstünlüğü korumak öncelik haline geliyor.
Mesela “Amerikan enerji üretimi arttıkça, Orta Doğu’yu odak noktası yapan tarihi neden geri plana düşecektir. Bunun yerine bölge sadece petrol ve gaz değil nükleer enerji, yapay zeka ve savunma teknolojileri dahil enerji dışındaki sektörlerde uluslararası yatırımın hem kaynağı hem hedefi haline gelecektir” deniliyor.
Belgeye göre ABD tedarik zincirlerinin güvenceye alınmasından Afrika’da pazarlar geliştirmeye kadar pek çok alanda Orta Doğu’daki ortaklarıyla ekonomik çıkarlarını ilerletebilir.
Amerikan dış politikasında Orta Doğu’nun bağlamı değişiyor.
Belge en az yarım yüzyıl boyunca Amerikan dış politikasında Orta Doğu’nun diğer tüm bölgelere kıyasla öncelik olduğu hatırlatıyor.
Bunu üç nedenle izah ediyor:
- Birincisi, Orta Doğu’nun onlarca yıl boyunca en önemli enerji tedarikçisi olmasıydı.
- İkincisi Orta Doğu süper güç rekabetinin başlıca sahnesiydi.
- Üçüncüsü dünyaya yayılma riski arz eden çatışmalarla dolu olmasıydı.
Belgeye göre bu dinamiklerden ikisi geçerliliğini yitirdi. Enerji arzı çeşitlendi ve ABD enerji ihracatçısı konumuna geldi. Süper güç rekabeti de pazarlık konusu olmaya başladı.
Bunun yanı sıra ABD, Araplar ve İsrail’le ittifaklarını güçlendirerek avantajlı konumunu koruyor.
Yine belgeye göre;
- Çatışmalar hâlâ en sorunlu dinamik ama artık en önemli mesele değil. Bu çerçevede İran, 2023’ten itibaren büyük ölçüde zayıflatıldı.
- Beri taraftan İsrail-Filistin çatışması hâlâ sorunlu bir konu ancak Trump planı sayesinde kalıcı barış yolunda ilerleme kaydedildi.
- Suriye hâlâ potansiyel bir sorun ama Amerikan, Arap, İsrail ve Türk desteği ile stabilize edilebilir.
Burada gördüğümüz şey şu: Büyük Orta Doğu Amerikan çıkarlarına göre hizalanırken bölgesel ortaklara ‘yüklenici’ roller düşüyor.
Trump ve ekibinin Orta Doğu’da rejim değiştirmeye dönük müdahalelerin başarısız ve kârsız bir iş olduğu tespitine uygun olarak öteki rejimlerle ilişkilere sinmiş ‘ikiyüzlülük’ terk ediliyor.
Belgeye göre “ABD, Körfez monarşilerini kendi gelenek ve yönetim biçimlerini bırakmaya zorlayan politikalardan vazgeçmelidir. Reformu teşvik etmeli ama dışarıdan dayatmalarda bulunmamalı. Orta Doğu ile başarılı ilişkilerin anahtarı, bölgeyi, liderlerini ve devletlerini oldukları gibi kabul etmektir.”
ABD’nin Amerikan çıkarlarına uyumlu oldukları sürece diktatörler, şeyhler, emirler, darbeciler ve zorbalarla hiçbir sorunu olmadı. ‘İlkesel dış politika’ sadece düşmanları yıpratma savaşında bir enstrümandı.
Belgede Amerika’nın Orta Doğu’daki temel çıkarları şöyle sıralanıyor:
- Körfez enerji kaynakları açık bir düşmanın eline geçmemeli.
- Hürmüz Boğazı açık kalmalı.
- Kızıldeniz geçilebilir olmalı.
- Bölge Amerikan çıkarlarına karşı terör kaynağı olmamalı.
- İsrail güvende tutulmalı ve Abraham Anlaşmaları ilerletilmeli.
Hep başarısız olan ‘Devlet inşa etme’ savaşlarına gerek kalmadığı belirtilse de sorunların askeri olarak ele alınması seçeneği masada tutuluyor.
Burada temel çıkarlarda kodlanan kötüler belli: Nüfuzu sınırlanması gereken Çin ve Rusya; kendi kabuğuna itilmesi gereken İran; dizginlenmesi gereken Yemenli aktörler; tasfiye edilmesi gereken Hizbullah ve Haşd’uş Şaabi gibi düşman unsurlar!
Bu belgeden ABD’nin Orta Doğu’daki askeri, siyasi ve diplomatik kapasitesini azaltacağı sonucunu çıkarmak mümkün değil.
Amerikan politikaları açısından Çin ve Rusya gibi aktörlerin Orta Doğu’yu domine etmemesi yine öncelikli bir mesele. Petro-dolar ilişkisi hâlâ önemli. Ki belgede hem ABD’nin küresel askeri gücünün hem de doların rezerv para konumunun korunmasının altı çiziliyor.
Bu ikisi olmadan hegemonya sürdürülemez.
Orta Doğu petrolü Amerikan politikalarının ana parametresi olmaktan çıkarken bunun yerini çift yönlü başka bir denklem alıyor:
Körfez’in mali kaynaklarının ABD’de yatırımlara aktarılması ve Amerikan şirketlerinin Körfez’deki yüksek teknoloji gerektiren yatırımlara ortak edilmesi.
Trump Orta Doğu’da maliyetli savaşların yerine “cerrahi müdahaleleri” diplomatik zaferin aracına dönüştürüyor. Bakış açısı bu.
Fakat bu eğilimi bozan bir İsrail dirseği çıkıyor.
İsrail’in güvenliğine sadakat, ABD’yi aslında çatışmalardan kaçamayacağı bir kısır döngü içinde tutuyor.
Evet Abraham Anlaşmaları mantıken bu kısır döngüyü kırıp bölgede bir Arap-İsrail ekseni yaratma hedefini barındırıyor. Fakat buradaki açmazlar da sırıtıyor.
Bu vizyonun yürümesi için Trump’ın öncelikle İsrail’i soykırımcı rotadan çıkarması gerekiyor.
İsrail’in güvenliğine sorgusuz bağlılık, Amerikan başkanlarını, işgal ve soykırımın ana tedarikçisi yapıyor. Bu belgenin gölgesinde İsrail Lübnan’a saldırıları kesmediği gibi savaşa dönme tehdidini canlı tutuyor.
İran’a ilk fırsatta tekrar saldırmak istiyor. Suriye’ye kas gücüyle tampon bölge dayatıyor.
Doyumsuz İsrail saldırganlığı Amerikan doktrininde mızrağın çuvala sığmadığı noktayı işaretliyor.
Trump geleneksel Amerikan müdahalelerini yererken küstahlıkta zirve yapan kendi müdahaleciliğini “güç yoluyla barış” diyerek süslüyor. Sürekli gevelenen bu politikadan Suriye ve Lübnan’ın nasibine şiddet düşüyor.
Türkiye’nin yeri
Trump pratikte çatışma-çözüm mekanizmalarında Türkiye gibi ortakları öne çıkarıyor.
- Türkiye’nin Suriye’de vazgeçilmez bir jeopolitik paydaş olarak görülmesini birkaç eksende ele alabiliriz:
- HTŞ’nin dönüştürülmesi, düzenin yeniden kurulması ve Amerikan düzenine uyarlanması Türkiye’nin çok yönlü katkılarını gerektiriyor.
- Suriye’nin İsrail’le kucaklaşacağı yolun açılmasında Ankara’nın olumlu katkısı aranıyor. Türkiye ile İsrail’in önceliklerini buluşturacak bir güç ve güvenlik inşası hedefleniyor.
- Ve Ankara’nın hassasiyetleri ile ABD’nin Kürtlere biçtiği rolü harmanlayacak bir yöntemle Suriye Demokratik Güçleri’nin sisteme taşınması hedefleniyor.
- Bir de İran’ın Suriye’ye geri dönüşünü imkansız kılmak için hem Suudilerin liderliğindeki Arap eksenine hem de Türkiye’nin nüfuz kabiliyetine önem veriyorlar.
Türkiye’ye biçilen misyon Filistin dosyasında da karşımıza çıkıyor. Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, Gazze planının Hamas’a kabul ettirilmesindeki Türkiye’nin rolünden övgüyle bahsediyor.
Ve Tel Aviv’e Gazze’de Türk askerine izin vermesini şiddetle tavsiye ederken bunun İsrail’in Filistin direnişini silahsızlandırma hedefine ulaştıracağını savunuyor.
Müdahalecilikte yeni odak Latin Amerika
Orta Doğu’da sonsuz savaşlardan çekilmeyi vadederken zorbalıkta odak Latin Amerika’ya kayıyor. Açıkça Batı Yarımküresi’nde Monroe Doktrinine dönüyor. 1823’ten itibaren Amerikan kıtasını sömürgeci Avrupalıların tasallutuna karşı ABD’nin nüfuz alanı ilan eden doktrin. Bugün bunun nasıl pratik bulduğunu Venezuela’da rejim değişikliğini hedefleyen ve ülkenin yer altı zenginliklerine göz diken askeri macerada görüyoruz.
Belgeye göre rakip aktörlerin Batı Yarımküresi’ne kuvvet ya da tehditkar yetenekler konuşlandırması veya stratejik varlıkları kontrol etmesi engellenecek. Ayrıca Hint-Pasifik bölgesinde Amerikan çıkarlarının tehdit edilmesine izin verilmeyecek.
ABD kas gücünü kendi çeperlerine çekiyor. Ama bu Amerikan müdahaleciliğinin sonu değil. Bu bir koşullara göre kalibrasyon. Sadece araçlar ve ölçekler değişiyor.
(8 Aralık Evrensel)



