
İsrail devleti ve bu devletin donandığı bölgesel, uluslararası çıkarları korumak üzere yapılandırılmış İsrail rejimi; bu rejimin güncel elebaşı Binyamin Netanyahu ve onun hâkim olduğu klik, 2023 Ekiminden beri Ortadoğu’yu kana bulayan bir topyekûn savaş doktrini uyguluyor.
Hamas’ın saldırılarını fırsat bilerek tüm Filistinlilere yönelik bir imha savaşına girişen; Gazze şeridinde yaşayan 2 milyon Filistinliyi tüm dünyanın gözleri önünde soykırıma tabi tutan; Gazze şeridini, benzerini Nazilerin Varşova’da Polonya Yahudileri için yaptığı gibi bir ölüm ve işkence gettosuna çeviren Tel Aviv rejimi, bu soykırım saldırısına başladıktan 10 ay kadar sonra savaşı önce Lübnan’a taşıdı. Lübnan’a ve Hizbullah güçlerine saldırısını, kimi zaman bir tek kişiyi katletmek için mahalle bloklarını yıkmaya, kimi zaman gündelik yaşam içindeki binlerce insanın elektronik cihazlarını, çevresindeki herkes için ölümcül olan bir patlayıcıya çevirecek denli kirli bir savaşa vardırdı.
Ardından tüm Batılı emperyalistlerin, İsrail ve Türkiye’nin de yer aldığı bölge güçlerinin büyük gayretiyle 10 yılı aşkın süredir dehşete ve kana buladıkları, cihatçı vekil güçleriyle içeriden kurt gibi kemirdikleri Suriye’ye nihai darbe indirildi.
Gazze’deki soykırıma gerçek bir tepki gösteren Yemen’i hem İsrail hem de ABD ölçüsüzce bombaladı. Irak’ta ABD-İsrail çıkarları için risk olarak görülen Haşdi Şabi güçlerine ağır kayıplar verdirildi.
Bölgede ABD-İsrail çıkarlarına biat etmeyen tüm güçlerin yönetimlerine suikast, sabotaj ve tuzaklarla saldıran İsrail, İran’ın da askeri ve diplomatik temsilcilerini yok ederek bu ülkeyi kışkırttı. Kendisine yönelik misillemeleri bahane ederek Tahran ve diğer İran kentlerine, bu ülkenin hava savunma kapasitesini de hem sınayan hem yıpratan taarruzlar düzenledi. Aylar sonra girişeceğini herkesin bildiği şimdiki büyük savaşa hazırlandı.
Tüm bunlar bütün dünyanın gözleri önünde, bir avuç ülkenin çoğunlukla etkisiz itiraz ve uyarıları dışında, başta Avrupa olmak üzere merkez kapitalist ülkelerin tamamının desteğiyle gerçekleşti. Gazze konusunda hamasetten öte hiçbir somut adım atmayan, kağıt üzerindeki ticari boykotu bile soykırım başladıktan 8 ay sonra, on binlerce Filistinli katledilmişken başlatan, ama gazetemizin de defalarca dile getirdiği gibi gerçekte bu ticareti hiçbir zaman kesmeyen Türkiye de bu ‘dünya tribününe’ dahildir. Türkiye’nin yönetimini elinde tutan güçler için Gazzelilerin yaşadığı soykırım, ancak ve sadece ‘iç siyaset’ için bir işlev ve anlam taşıdı. İçeride bizim kafamızı şişirirken uluslararası sahnede Güney Afrika ya da Kolombiya gibi ülkelerin yaptığını yapmaya yeltenmediler bile. Tüm dünya Beştepe’den yükselen sözde itirazları, hep alışılageldiği gibi “söylenen ama gereği yapılmayan” tumturaklı sözler olarak dinleyip geçti. Çelik, konserve, postal, yaş meyve, kereste, bisküvi, gömlek, çerez ve diğer malları taşıyan gemiler işlemeye devam etti.
Türkiye’nin yöneticileri, belki sadece İsrail-ABD planlarının ölçeği ve zamanlamasını hesap etmede bazı yanılgılar yaşadılar. Pehlivan tefrikası gibi sürgit uzayacak sandıkları kuru ağız dalaşının ömrünün tükenmekte olduğunu, 2024 sonbaharında Erdoğan’ın BM zirvesi için New York’a gitmesinin ardından ancak anlayıp, gerçek konuya ‘iç cephe’ye döndüler hızlıca.
İsrail’i, çıkarlarını, saldırılarını ve katliamlarını ABD’den bağımsız ve öznel görüp gösteren bir retoriğe devam ettiler. Bu iki ülke ve bölgedeki faaliyetlerinin nasıl sıcak sakız gibi birbirine yapıştığını bilmezmiş gibi, Ortadoğu’yu ateşe veren sadece İsrailmiş de ABD onu durdurmaya ‘ikna’ edilebilirmişçesine oynamayı sürdürdüler. Bölgede akan kanın, neredeyse tüm ülkelere yönelen saldırı ve tehditlerin esasen bir Amerikan savaşı olduğu gerçeğini söylemekten kaçınmakla kalmadılar. “İsrail’in bir sonraki hedefi Türkiye” temalı, yine hamasete dayalı ve yine iç siyaset ve iç cepheye odaklı bir yeni hikaye ürettiler. Bu hikayeye sağdan ve ‘soldan’ alıcılar buldular.
Mevcut haliyle Türkiye, “İsrail’in bir sonraki hedefi” olamaz. Çünkü Türkiye, İsrail ve onu tüm uygarca sorumluluklarından arınmış bir terör devleti olarak kullanan, Alman şansölyenin içten tabiriyle ona “pis işlerini” yaptıran Batılılar ile aynı kamptadır.
Türkiye NATO üyesi, her kritik tarihsel eşikte ABD çıkarları doğrultusunda gönüllü ve/ya mecburi hizalanmış, stratejik olarak Batılı emperyalistlerle müttefik bir ülkedir.
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na operasyon yapmadan sadece 1 hafta önce, 11 Mart 2025’te Erdoğan, AKP Kongre Merkezi’ndeki “Büyükelçiler ile iftar” programında “Avrupa Birliği’ne üyelik stratejik önceliğimiz” diyordu, “AB, güç ve irtifa kaybının önüne geçmek, hatta tersine çevirmek istiyorsa bunu ancak Türkiye’nin tam üyeliği ile başarabilir.”
Erdoğan, “İsrail’e pis işlerimizi yaptırıyoruz” diyen ama ayın zamanda İsrail’in pis işlerini de yapan Almanya öncülüğündeki Avrupa çetesinin güç kaybını, kendi tam üyeliğiyle tersine çevirmeyi öneren bir Batı muhibbidir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da 27 Şubat’ta, “Avrupa güvenlik mimarisi yeniden oluşacaksa bunun Türkiyesiz olması mümkün değil. Türkiye’yi dışarıda bırakan bir güvenlik mimarisi fazla gerçekçi değil” demişti.
Dolayısıyla İran’a saldırı, Türkiye’yi yöneten güçler için bir tehdit değil aynı zamanda fırsat olarak görülmektedir. Bu yüzden, İran’ın başına geleceklerin yönü ve doğrultusunu belirlemek gayreti dışında kategorik bir itirazları olmamıştır. Türkiye İslamcılarının mezhepçi ve özellikle de Şii karşıtı genomu bu tabloyu yaratmaya son derece uygundur.
21. yüzyılın başından itibaren Irak’ı, Libya’yı, Lübnan’ı, Suriye’yi güçten düşüren, bunları en temel işlevlerini yerine getirme kabiliyetini kaybetmiş birer “failed state” olarak devre dışı bırakan Amerikan savaşının Türkiye için böyle bir planlaması yoktur.
İran için de güçten düşmüş, askeri ve teknik kapasitesi çökertilmiş ve nihayet, ABD-İsrail’in bölgesel ve küresel çıkarlarıyla uyum içinde bir rejimle yer değiştirmek üzere mevcut rejimi yıkılmış bir senaryo planlandığı açık. Bu İsrail-Amerikan savaşının hedeflerinden biri İran’daki rejimi, eski kuklalarına benzer bir işbirlikçi rejim ile değiştirmektir. O halde İran’daki rejimin değişmesi kadar ‘nasıl ve ne yönde’ değiştiği de önem kazanır.
Türkiye’nin bu savaşın bir sonraki hedefi olduğu yönündeki palavra ve İran ile İsrail’in “birbirini yiyen gericilikler” olduğu yönündeki liberal dikotomi bir yana, dünya ve bölgedeki tüm başat değişikliklerin Türkiye’nin iç siyasi yapısına, dolayısıyla ‘iç cephe’ düzenine doğrudan etki ettiği unutulmamalıdır. Başka bir yazıda devam etmek üzere şimdilik sadece değinmek gerekirse, 1989-1991’deki büyük alt üst oluşlar sırasında işçi sınıfı doğrudan hareket halinde ve sokakta olduğu için Türkiye bu dönüşümden demokratik yönde etkilenmiştir.
(Evrensel – 21 Haziran 2025)