
“Hindistan’da var olan sosyal sistem yarı-feodal ve yarı-sömürgedir. Dolayısıyla bu ülkede demokratik devrim toprak devrimi anlamına gelmektedir. Hindistan’ın tüm sorunları bu tek görevle ilgilidir.” – Charu Mazumdar, 1972, Seçme Eserler
Yoldaş Mazumdar’ın Hindistan’a dair tahlili hala geçerliliğini korumaktadır. Hala nüfusun büyük çoğunluğu kırlarda yaşamaya devam etmektedir ve bu büyük nüfusun gelir kaynağı tarım ya da tarıma ek sektörlerde gerçekleşmektedir (balıkçılık, hayvancılık, ormancılık).
Hindistan’daki emekçilerin neredeyse yarısı hala bu sektörlerde çalışmaktadır. Öte yandan iş kollarındaki güvencesizlik, iş hukukunun eksikliği/çarpıklığı, sürekli işsizlik başta olmak üzere onlarca değişken Hindistan’daki emekçileri kaotik bir pazarın içerisinde emeklerini satmaya itmektedir. Hindistan’daki işçi sınıfının ve emek ilişkilerinin detaylı analizini yapmak bu yazının hedefinde değildir.
Önceki yazıda da değinmeye çalıştığımız gibi, Hindistan devasa bir memleket ve sosyal/kültürel açıdan adeta kendi kendine bir dünyadır. Bu bağlamda burada kısa sürede yaşanan nüfusun, kapitalist pazar hacminin, endüstriyel altyapının, militarizmin yaşadığı patlamayı ve kitlelere dayatılan mülksüzleştirme/proleterleştirme politikalarının gitgide yoğunlaşmasını görebilmek gerekir.
Öyle ki Hindistan’daki komprador burjuvazinin hedeflerinden biri tarım sektörünü hızlıca makineleştirmek ve endüstriyel hale getirmektir. Böylece kitleleri proleterleştirerek emeği ucuzlaştırmak ve kitleleri şehirleşmeye sürüklemek istemektedir. Geçtiğimiz yıllarda Hindistan dünyada traktör satın alımlarında dünya şampiyonu olmuş ve gerçekten de iş gücünde tarım sektöründe çalışanların oranı yıllar geçtikçe düşüş göstermeye devam etmiştir.
Tekrar belirtmekte fayda var, Hindistan’daki istatistiki verileri incelerken devasa nüfusu sürekli hatırlamak gerekir. Nüfustaki yüzde birlik bir değişim aşağı yukarı on dört milyon insana tekabül etmektedir.
Dolayısıyla bu ülkede yaşanan kapitalist ilişkilerin değişimi on milyonlarca insanı etkisi altına almaktadır. İnsanların üst üste, düşük ücretlerle, uzun saatler boyu çalışmak zorunda kaldığı, küresel kapitalizmin büyük markalarının ürünlerinin üretildiği atölyeler (sweatshop) kapitalizmin en çarpıcı görüntülerinden birisidir ve Hindistan’da çocuk, yetişkin işçilerin ömürleri buralarda geçmektedir.
Öte yandan komprador Hint burjuvazisi yalnızca işçileri küresel pazara peşkeş etmez; aynı zamanda yeraltı ve yerüstü kaynaklarını da aynı hoyratlık ve saldırganlıkla pazara açar. Bunu yaparken de Hindutva faşizmi, Brahmanizm gibi ideolojiler üzerinden kendisini halka dayatır.
Bu 500 milyonluk ülkede Demokratik Halk Devriminin zaferi, dünya emperyalizminin ve revizyonizminin kaçınılmaz çöküşüne yol açacaktır.” – Charu Mazumdar, 1968, Seçme Eserler
Hindutva faşizmi ve Brahmanizm
Yarı-feodal/yarı-sömürge Hindistan devleti, Brahmanizm üzerine inşa edilmiş bir devlettir.
Brahmanizm, çeşitli katmanlardan oluşan bir eşitsizlik ve baskı ideolojisidir. Kökenleri binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Ancak tarih boyunca her egemen ve sömürücü sınıfın ihtiyaçlarına uyacak şekilde yenilenerek sürdürülmüştür. Bugün Brahmanizm hem feodal güçler hem de komprador burjuvazi olmak üzere Hint egemen sınıflarının tüm kesimlerinin dünya görüşünün ve değer sisteminin merkezinde yer almaktadır.
Bu sisteme ait üstünlük/aşağılık görüşü az ya da çok her kast ve dini topluluğa bulaşmıştır. Hint toplumunun gerici değerlerinde ve ilişkilerinde mevcuttur ve bunları destekler.
Brahmanizm emeği hor görür. Kast düzeni Dalitlere (en alt kast) insanlık dışı koşullar dayatır ve işçileri böler. Kadın karşıtı bakış açısı, baskıcı ilişkiler ve uygulamalar bu ideolojinin ayrılmaz yönleridir. Irkçılığı, Adivasilere (yerel halklar) yönelik aşağılamayı ve özellikle Müslümanlara karşı toplumsal düşmanlığı teşvik eder. Hindistan’daki çok sayıda ulusun kendi kaderini tayin hakkını inkar eden Hint devletinin gerici “ulusal entegrasyonunun” ideolojik tutkalıdır. Bu sistemin idealizmi en kötü türden batıl inançları ve akıl dışı düşünceleri doğurur.
Bu zararlı ideolojiyi teşhir etme, ona saldırma ve kökünü kazıma mücadelesi, yeni demokratik devrimden komünizme kadar tüm aşamalarında proletaryanın önderlik ettiği devrimin güçlü bir bileşeni olmalıdır ve olmaktadır. Hindistan proletaryası Brahmanizm karşıtı mücadeleyi kararlılıkla üstlenmeden asla sınıf bilincini geliştiremeyecek ve öncü rolünü yerine getiremeyecektir.
Brahmanizm karşıtı mücadelelerin çeşitli akımları arasında kastı ortadan kaldırma mücadelesi en önemlisidir çünkü kast düzeni hala Hint toplumunun büyük bir kısmının dokusudur. Üretim ilişkilerinin ayrılmaz bir parçasıdır ve üstyapıda baskın bir role sahiptir. Brahmanizme ve onun somut tezahürleri olan kastçılığa, şovenizme, patriyarkaya, ırkçılığa ve aşiretçiliğe karşı mücadele Maoist parti önderliğindeki tüm kitle örgütleri tarafından ele alınmaktadır.
Kadınların, Dalitlerin, Adivasilerin, farklı milliyetlerin, dini azınlıkların ve geri kalmış bölgelerin mücadeleleri Hindistan’daki demokratik mücadelelerde her zaman güçlü bir yere sahip olmuştur. Bunlarla birlikte doğanın talanı ve zorla yerinden edilmeye karşı hareketler gibi yeni cepheler de açılmıştır.
Maoist parti mümkün olan her yerde bu tür mücadeleleri örgütleme ve yönetme görevini doğrudan üstlenmektedir. Temel sınıfların büyük bir bölümü ve devrimin ana gücü bu ezilen kesimlerden gelmektedir. Yeni demokratik birleşik cephede ve yeni devrimci siyasi iktidarda özel bir temsiliyete sahip olmaktadırlar.
Toplumun ezilen çeşitli kesimlerinin kendilerini bağlayan asırlık prangaları kırmaya yönelik güçlü dürtüsü, yeni demokratik devrimin güçlü kaynaklarıdır. Neticede, bu baskı biçimlerinin her biri özünde bir sınıf sorunudur. Hindistan egemen sınıflarının ve emperyalizmin sınıf çıkarları tarafından şekillendirilir ve hizalandırılırlar. Hindistan devleti tarafından uygulanmakta ve korunmaktadırlar.
Dolayısıyla, bunların ortadan kaldırılmasına giden yol, yalnızca Hindistan devletini yıkabilecek, Brahmanist değerleri alaşağı edebilecek ve bunların temelini oluşturan üretim ilişkilerini kökünden söküp atabilecek yeni demokratik devrimden geçmektedir. Bu, sosyalizmden komünizme ilerleyerek tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin tam kurtuluşuna giden tek yoldur.
Faşizm: Halka karşı savaş
Hindistan’daki kapitalist gelişim süreçleri, Brahmanist şovenizmle birleşerek kitleler üzerinde büyük bir talan hareketi gerçekleştirmektedir.
Yüz milyonlarca işçi güvencesiz iş koşullarında, kast, din, ulus, cinsiyet ile katı biçimlerde katmanlaşarak her gün sömürüye ve hatta ölüme mahkûm edilmektedir. Dolayısıyla günlük hayatı etkisi altına alan ayrımcı yasalar, pratikler ve yaklaşımlar da bu emek sömürüsünü hem derinleştirmekte hem de şovenizm yoluyla görünmez kılmaktadır.
Sömürgecilik sonrası milyonlarca insan Hindu-Müslüman ayrımı sebebiyle göçe zorlanmış ve yerinden edilmiştir. Ayrıca İngiliz sömürgeciliğinin olduğu dönemde de milyonlarca insan ucuz işgücü ya da köle emeği yaratmak için yerinden edilmiş ve göçe zorlanmıştır.
Bu göçler yalnızca Hint alt kıtası içerisinde değil, diğer İngiliz kolonilerine ve sömürge bölgelerine doğru da gerçekleşmiştir. Tüm bu kargaşanın, kıtlık, talan, yağma ve çatışmanın ardından İngiliz devleti bölgeden çekilmiş ve geriye yalnızca kanayan açık yaralar bırakmıştır. Hal böyleyken devrimci potansiyel yükseldiği gibi, komprador burjuvazi de boş durmamış ve yıllar yılı gerek ABD emperyalizmiyle gerekse revizyonist Sovyet sosyal emperyalizmiyle işbirliğine giderek ideolojik altyapısını inşa etmeye çalışmıştır.
Hindutva faşizmi, en büyük korkusu olan Maoist harekete karşı özel savaş politikaları ve en gerici/saldırgan ajitasyon ve propagandalarla “güvenlik ve refah” yalanlarıyla halka karşı bir savaş yürütmektedir. Faşizm maskesinin düşmesinden korkmaktadır. Zira sömürgeci dönem sonrası Hint komprador burjuvazisi hem ABD emperyalizmi ile işbirliği içine girerek başta Çin’de yükselen Büyük Proleter Kültür Devrimini karşısına almaya çalışmış hem de revizyonist Sovyet sosyal emperyalizmini destekleyerek Güney ve Güneydoğu Asya’daki kurtuluş hareketlerini frenleme ve hizaya getirme misyonunu yüklenmiştir.
Günümüzde de bölgede kendi faşist ve gerici yüzünü bölgedeki diğer ülkelere de (Pakistan, Bangladeş) dayatan Hindistan devleti, emperyalistler arası klik çatışmalarında da olabildiğince pragmatist davranarak komprador niteliğini sürdürmekten bir an bile geri durmamaktadır. Filistin meselesinde ise Siyonist İsrail tarafında yer alarak hem Müslüman komşularına hem de içerideki Müslüman azınlığa (iki yüz milyondan fazla, dünyanın en kalabalık üçüncü Müslüman nüfusu) gövde gösterisi yapmaktadır.
BJP olarak kısaltılan ve Hindutva faşizminin uygulayıcısı olan iktidar, Hindistan Halk Partisi, RSS, “Ulusal Gönüllü Birliği” adı verilen paramiliter faşist çetelerle de işbirliği yapmaktadır.
Hint komprador burjuvazisi halkının yaşadığı yoksulluk, çatışma ve sömürü çarklarını görünmez kılabilmek için işte bu faşist uygulamalar yoluyla hem işçi sınıfını bölmekte hem de köylüler üzerinde bir korku iklimi yaratmaktadır. Hal böyleyken en yoksulların, en görünmezlerin, en dokunulmazların içerisinden kendini çıkaran Maoist hareket faşizmin en korkulu rüyası haline gelmiştir.
Peki bu neden böyledir?
Dalitleri, Adivasileri, kadınları, işçileri ve köylüleri devrimci parti saflarında harekete geçiren bir hareket, elbette Hindutva faşizminin en büyük kabusu olacaktır. Kast sistemini, aşiretçiliği, partiyarkayı, kapitalizmi ve feodalizmi karşısına alan Maoist hareket hakikaten dünyayı temellerinden sarsacak bir azme ve kapsayıcılığa sahiptir.
Kadın hareketi
Faşizm kadınlar üzerinde hem fizyolojik hem de ideolojik tahakküm kurmaya çalışmaktadır.
Faşist ideoloji Hindu kadınlara bir tanrıça anlatısı ile iyi bir anne ve iyi bir eş olmayı öğütleyip durmaktadır. Müslüman kadınlara karşı ırkçı ve ayrımcı argümanlar geliştirip onları karşı karşıya getirmektedir. Müslüman kadınlara karşı şiddeti, tecavüzü meşrulaştırarak, Hindu kadınlara da korku salmaktadır.
Böylece toplumda yoğun bir ayrımcı tutum ortaya çıkmaktadır. Hindutva faşist güçleri, kadınları devletin bir aygıtı olarak görmekte ve kendi gerici politikalarını kadınlara dayatmakla birlikte Müslümanlara karşı kadın meselesini de bir araç olarak kullanmaktadır.
“Ayrıca, sadece ortak ekonomik çıkarları değil, aynı zamanda ortak bir toplum vizyonunu ve kadınların toplumdaki yerini paylaştıkları için ABD’deki ve başka yerlerdeki sağcı güçlerin desteğine sahip oldukları gerçeğini de ifşa etmeliyiz. Ve bu güçlerin destek kazandığını, çünkü Hint toplumunun feodal ilişkileri ve kültürü sadece ekonomik açıdan değil, sosyal yaşamda da silip süpürecek bir demokratik devrimden geçmediğini ortaya koymamız gerekiyor.
Dolayısıyla bu mücadele ekonomik, siyasi ve sosyal alanları kapsamalı, propagandayı ve kadın kitlelerinin eğitimini içermelidir ve sadece orta sınıf kadınlarla sınırlandırılamaz. Dolayısıyla, bugünkü bağlamda, ataerkilliğe karşı mücadelenin önemli bir yönü, sadece genel olarak köktendinciliğe karşı değil, daha özel olarak Hindu faşist güçlere karşı geniş kadın kitlelerini harekete geçirmektir.” – Anuradha Ghandy, 2001
Dalitler ve Adivasiler
Dalit, dokunulmaz anlamına gelmektedir ve kast sisteminin en altındakileri işaret etmektedir.
Adivasi ise yerli aşiretleri, kabileleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Hindistan’da iki yüz milyondan fazla insan Dalit olarak etiketlenmektedir. Aynı şekilde yüz milyondan fazla insan da Adivasi toplulukları içerisinde yer almaktadır. Dalitlerin günlük yaşamda maruz kaldıkları ayrımcı tutum adeta bir apartheid (ırk ayrımı temeline dayanan devlet rejimi) rejimine benzemektedir.
İnsanca yaşam koşullarından çok uzak, sosyal ve politik yaşamın dışına itilmiş bu insanlara Maoist hareket bir iktidar perspektifi vermiş, politik/ideolojik özneler olmaları için mücadelenin en önünde yerler açmış ve aynı şekilde Dalitler hareketin ileriye atılması için canla başla mücadele edebilmişlerdir.
Kast sisteminin paramparça edilmesi Hindistan’daki halklar için demokratik devrimin özünü işaret eden bir noktadır. Zira yarı feodal/yarı sömürge olan sosyal sistemin özü işte bu çarpık sistemin üzerinde gelişmektedir. Yazı boyunca bahsettiğimiz Brahmanizmin en gerici yanları işte bu noktalarda kendisini göstermektedir. Brahmanizmin ve dolayısıyla Hindutva faşizminin özünü oluşturan bu sistem tarih sahnesinden silinmek üzere hareketin hedefinde bulunmaktadır.
Zira kast sistemi hem yüz milyonlarca insan arasında çarpık bir ilişkilenmeye, işçi ve köylü sınıfları arasında ayrımlara neden olmaktadır. Bu çelişkiler üzerinden kendi şovenizmini örgütleyen faşizm, tüm diğer faşist egemenler gibi güçlü ve büyük bir ülke arzusuyla kendi halkına kan kusturup, yerin üstünde ve altında ne varsa kapitalizme peşkeş çekmektedir.
Bununla birlikte şovenizmin hedefine koyduğu Adivasiler Hindistan coğrafyasında genellikle koruma altında ya da koruma altında olması gereken alanlarda yaşamlarını sürdürmektedir.
Canlı ekosistemlerin adeta birer parçası olan Adivasiler hem Hindutva faşizminin hem de kapitalist yağmacıların saldırılarına maruz kalmaktadır. Adivasilerin yaşam mücadelesinin özü hem şovenizme karşı duruşta hem de kökleri eskiye dayanan ekolojik yaşamlarında kendisini göstermektedir.
Bu anlamda hareketin doğayı talan eden iş makinelerine, şantiyelere, şirketlere dönük halk örgütlenmeleriyle, silahlı operasyonlarıyla bu mücadele sürmektedir. Yeryüzü sakinlerinden Adivasilerin bu onurlu direnişi dünyada süregiden ekoloji tartışmaları için iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Çünkü yalnızca demokratik alanda değil, silahlı ideolojik biçimlerde de bu yaşam mücadelesi iradesini ortaya koymaktadır.
Sonsöz olarak
İran kökenli bir adlandırma olan “Hindu diyarı” Hindistan/Hindustan, daha sonra Müslüman topluluklar ve dillerince kullanılmaya devam etmiş; Yunan kökenli India adlandırması ise İndus nehrinden kaynaklanmış ve Avrupa dillerince kullanılmıştır. Hint altkıtasında dünyaca ünlü iki büyük nehir vardır; İndus ve Ganj. İndus nehri Pakistan’ın can damarını oluştururken, Ganj nehri ise Kuzey Hindistan’da ve Bangladeş’te yüz milyonlarca insanın hayatına temas etmektedir ve dini anlamda da bir öneme sahiptir.
Bu denli kadim topraklar kapitalizm eliyle yağmalanmakta ve talan edilmektedir. Üzerinde yaşayan halklar ise yüzyıllardır süren sömürgeci düzenin ardından şimdi de komprador burjuvazi ve Hindutva faşizmi altında telef olmaktadır. Yüz milyonlarca insan kötü yaşam koşullarına mahkûm edilmekte, koruma altındaki alanlar ranta ve sömürüye açılmaya çalışılmaktadır.
Kapitalizm bu coğrafyanın kanını emmeye and içmiş, geriye kalan ne varsa yok edene kadar elinden geleni yapmaktadır. Dolayısıyla Hindistan’daki Yeni Demokratik Devrim mücadelesi tüm insanlığın onurunu temsil etmekte, kapsayıcılığı ve nitelikleri bakımından takip edilmesi ve dersler çıkarılması gereken bir harekettir.
“Omuzlarımızda çok değerli enternasyonal bir sorumluluk var ve bunu mutlaka yerine getirmeliyiz. Bunun bizden ağır fedakarlıklar talep edeceğine şüphe yok, ama hangi devrimci fedakarlık yapmaktan korkmuştur ki?
Başkan Mao öğretiyor: Savaşmaya ve kazanmaya cesaret etmeliyiz. O hala bizimle birlikte. Zafer bizim olacak!” – Charu Mazumdar, 1968, Seçme Eserler