
Yolculuk uzun ve yorucuydu, ama her virajda, her dağ geçidinde yüreğimiz biraz daha heyecanla atıyordu. Dersim’e ikinci gidişimiz, ilkinden farklı bir gerçeklik taşıyordu. Çünkü artık sadece tanıklık etmiyor, aynı zamanda söz verdiğimiz bir halkın hatırladığı devrimci geleneği yeniden ziyaret ediyorduk. Bu topraklar, geçmişin acılarını ve direnişini hala taşıyordu; biz ise o hafızanın bir parçası olarak yeniden var oluyorduk.
Dağlar, dereler ve kırların arasında yürürken, doğa kadar insanın belleği de bize görünüyordu. Her köy yolu, her taş, her çınar bir hikâye fısıldıyordu: “Unutmadık, hatırlıyoruz, direniyoruz.” Ve biz o fısıltıları duymak, hatırlamak ve hatırlatmak için yola düşmüştük.
Aile ziyaretleri, bir yüreğe sarılmak
Ziyaret ettiğimiz evlerden biri, bir devrim ve komünizm şehidinin ailesine aitti. Kapıyı açtığımız anda yüzlerindeki şaşkınlık ve derin bir sıcaklıkla karşılaştık. Aile bizi sarıp sarmaladı; kardeşlerinin mücadelesini ve anılarını abla olarak paylaştı. Yarım saate aşkın süren anlatımın sonunda, “Kardeşim gitti, siz geldiniz” dedi. Bu sözler ve sarılma, sadece bir selamlaşma değildi; halkın hafızasına ve direniş iradesine bırakılmış bir izdi. O an, hem duygusal hem politik olarak bize bir yükümlülük yükledi: Bu mirası yaşatmak ve çoğaltmak.
Geyiksuyu ve Sekasur
Geyiksuyu köylerinde geçirdiğimiz zaman, yalnızca ziyaret değil, bir görevdi. Köylüler, bölgelerindeki yeni maden sahalarını işaret ederek, oralara da gitmemiz gerektiğini, halkın yanında durmamız gerektiğini söylediler. Bu uyarılar, sadece toprağın değil, geleceğin de korunması için bizim sorumluluğumuzu artırdı. Her köyde kurulan sofralar, içilen çaylar ve paylaşılan anılar, geçmişin bilgeliğini geleceğin direnişiyle buluşturuyordu. Bir diğer taraftan da bizden istedikleri “öncü” olma rolüne dair sözler sarf ediliyordu.
Sekasur’da ise halkın direnişi somut bir şekil almıştı. Nöbet tutan köylüler, ellerindeki sınırlı olanaklarla bile misafirperverliği ve dayanışmayı gösteriyordu. Çaylar, kahveler, karpuzlar ve en önemlisi sözleriyle direnişi büyüttüler: “Bu talana izin vermeyeceğiz, birlikte direneceğiz!”
Sekasur’un nöbeti, sadece bir maden karşıtı direniş değil, yaşam alanını, doğayı ve halkı savunmanın bir simgesiydi. Geyiksuyu ve Sekasur’daki her an, bize bir kez daha gösterdi ki, bu topraklarda direniş yalnızca sembolik değil; halkın öz iradesi ve mücadelesiyle hayat buluyor. Köylüler, sadece kendi köyleri için değil, çevrelerindeki diğer bölgeler için de öncülük etmemizi istiyordu. Bu çağrı, mücadeleyi daha geniş bir alana taşıma sorumluluğumuzu netleştirdi.
Maden tehditleri ve toprağın hafızası
Geyiksuyu ve Sekasur gibi bölgelerde gözlemlediğimiz maden tehditleri, halkın yaşamını ve doğayı doğrudan etkiliyordu. Sekasur’da planlanan pomza taş ocağı, mera alanlarını, yaylaları, kaya mezarlarını ve kutsal mekânları tehdit ediyordu. Geyiksuyu’da ise köylüler, yeni açılacak maden sahaları için uyarılarda bulunuyordu. Her iki bölge de, yalnızca ekolojik açıdan değil, kültürel ve tarihsel açıdan da savunulması gereken alanlardı.
Halkın bu alanlara yönelik mücadelesi, derin bir bilinç ve kararlılık içeriyordu. Maden şirketlerinin ve devletin gözleri altında, köylüler nöbet tutuyor, haklarını savunuyor ve dayanışmayı büyütüyordu. Bizim için bu gözlemler, devrimci görevimizi ve sorumluluğumuzu pekiştiriyordu.
Devam eden direniş ve halkla kurulan bağlar
Her köy ziyareti, sadece bir görüşme ya da sohbet değildi; bir bağ kurulması, hafızanın yeniden hatırlanması ve mücadele iradesinin paylaşılmasıydı. İnsanlar, evlerinde hazırladıkları yemekleri bizlere sunuyor, anılarını paylaşıyor ve deneyimlerini aktarıyordu. Bu karşılıklı paylaşım, hem bir güven ortamı yaratıyor hem de devrimci geleneğin nesiller boyunca nasıl yaşatıldığını gösteriyordu. Kapılarını açan köylülerle kurulan bağ, aynı zamanda bir hatırlatma ve uyarıydı: “Biz buradayız, toprağımızı, yaşamımızı ve kültürümüzü koruyoruz. Siz de yanımızda duracaksınız.” Bu mesaj, devrimci sorumluluklarımızı somutlaştırıyordu.
Baskı ve gözetim
Ancak bu yolculuk, yalnızca sıcak karşılamalardan ibaret değildi. TC’nin gözetimi ve baskısı her köyde hissediliyordu. GBT’lerde uzun süre bekletilmek, dergilerimizin ve gazetelerin incelenmesi, MOBESE kameraları ve diğer gözetim yöntemleri, halkın yanında durmak kadar bizim de direnişimizin önemini artırıyordu. Bu baskılar, halkın mücadelesini daha da değerli kılıyor, her adımımızı bilinçli ve kararlı atmamızı gerektiriyordu.
Tüm bu ziyaretler ve gözlemler, bize umut ve sorumluluk verdi. Kavgada ölümsüzleşenlerin aileleriyle kurulan bağlar, köylülerin çağrıları, nöbet tutan halk ve gözlemlediğimiz maden tehditleri, Dersim’in geleceği için devrimci sorumluluklarımızı yeniden tanımladı. Her bir anı, her bir sohbet, her bir söz bize gösterdi ki, bu topraklarda mücadele etmek, sadece geçmişi hatırlamak değil; geleceği şekillendirmek demekti.
Halkın kararlılığı, bizim kararlılığımızla birleştiğinde, devrimci bir hatırlanış ortaya çıkıyordu. Bu hatırlanış, yalnızca bir ziyaret ya da gözlem değildi; bir mirası yaşatma, bir direnişi büyütme ve toprağın hafızasını koruma sorumluluğuydu.
Son söz olarak; Dersim’de ikinci gidişimiz, hem bir tanıklık hem bir sorumluluk yolculuğuydu. Şehit aileleri, Geyiksuyu ve Sekasur köyleri, maden tehditleri ve halkla kurulan bağlar, bize devrimci geleneğin hâlâ yaşadığını ve geleceğe taşınması gerektiğini gösterdi. Bu topraklarda nefes alan her kişi, her ev, her dağ, her dere bir hafızayı ve bir direnişi temsil ediyor. Ve biz, bu hafızayı yaşatmaya, çoğaltmaya ve dirençle büyütmeye kararlıyız.



