Güncel

Kitap Tanıtımı | “Materyalizm, Marksizm ve Özne Sorunu”na dair

Nisan Yayımcılık’tan çıkan “Materyalizm, Marksizm ve Özne Sorunu” “Öznelliğin Bilimi Olur mu?” isimli kitap çalışması, insan türünün “sürü durumundaki varlıktan” (Marks), toplumsal varlığa geçişini, “bilinç”, “beyin” ve “düşünce”nin “ne”liğine dair son bilimsel gelişmelerin ışığında ortaya koymaya çalışmaktadır.

“Güneş her gün doğudan doğmakta, gün ortasında tepe noktasına gelmekte ve akşamüzeri batmaktadır.”

Güneşin bu hareketi yaptığına her gün milyarlarca insan tanıklık etmekte ve gündelik dilde bunu ifadelendirmektedir. Bu çok açık, aleni bir “gerçek” durumundadır. Antik Çağ’da Samoslu Aristarkus (MÖ 310-230), Dünya’nın Güneş’in çevresinde döndüğünü ileri sürmekle kalmamış, aralarındaki uzaklığı bile hesaplamıştır.

Fakat hakim “bilimsel” yaklaşım esas itibariyle, insanın ve dünyanın evrenin merkezi olduğu şeklindeki sava dayalıydı. Ayrıca Aristarkus’a inanmak için bir neden yoktu, Güneş’in her gün Dünya etrafında döndüğü açıktı!

Dünya dönüyor olsaydı bunun fark edilmesi gerekirdi! Yaşanan yanılsama, “gerçek”ti! Bunu kimse reddedemezdi!

Kopernik’in, matematiksel işlemlerle kanıtladığı bu yanılsamanın kabul edilmesi öyle kolay olmadı. Galileo’nun başına gelenler bilinir. Fakat artık her şeyin sorgulandığı ve görünenin yanıltıcı olabileceğinin kabul gördüğü, sadece bilimde değil toplumlarda da altüst oluşun yaşandığı bir dönemden geçiliyordu.

Gökbilimde başlayan, görünenin arkasındaki mekanizmaları açığa çıkarma uğraşısı fizik, kimya ve biyolojiyle devam etti.

Kabul edilmesi zor olan, canlılar dünyasının da yasalara bağlı değişimiydi.

Darwin’in tezleri sindirilemeden Marks; toplumsal varlığın tarihinin de belli yasalara bağlı olduğunu açıkladı. Toplumlar tarihinde “görünen”, “apaçık-aleni” olan şey; “bireyin ne istediğinin, yani bireylerin iradesinin önemli olduğuydu.

Çeşitli niteliklerde ‘güdüler, hırs, gerçek ve adalet düşkünlüğü, kişisel kin ya da her çeşitten salt hevesler’ tarihe yön verir gibi görünür. Marksizm’den önceki sadece idealist yaklaşımlar değil materyalist yaklaşımlar da bu “görüneni” toplumlar tarihinin açıklaması olarak kabul etti.

Hiçbir şekilde “bu güdülerin de arkasında gizli olan devindirici güçlerin neler olduğunu ve etkin insanların beyinlerinde hangi tarihsel nedenlerin bu güdülere dönüştüğü” sorulmadı.

Bu nedenle “eski materyalizm”in tarih anlayışı, “her şeyi eylemin güdülerine göre yargılar.” Dünyanın, evrenin merkezi olduğu anlayışından vazgeçilmesi binlerce yılı aldı.

İnsanı, insanın güdülerini, ahlakını toplumsal varlığın merkezine koyma anlayışından –görünenden- vazgeçmenin kabullenilmesinin ise ne kadar zaman alacağını bilmiyoruz. Marks ve Engels’in tarih bilimini kurmasının üzerinden –Grundrisse’ı temel alırsak- 167 yıl geçti.

Ama mevcut durumda, Marksist olduğunu söyleyenler bile, tarih bilimini gereğince savunamamakta, geliştirememektedir. Bunun nedenlerinden birinin (yalnızca “birinin”) bilim-felsefe ve politika arasında ayrım yapılamaması ve bilimsel gelişmelerin yakından takip edilip, materyalist tezlerin süzgecinden geçirilip, hakim kılınmaları adına yeterli bir mücadelenin verilememesi olduğu söylenebilir.

Marks, Engels’ten bugüne antropoloji, arkeoloji büyük gelişmeler kaydetmiş; nörobilim, kuantum gibi yeni bilimler ortaya çıkmış, Newton fiziği aşılarak görelilik teorisi ortaya konmuştur. Günümüzde Engels’in, “insan beyinlerine” dair sorduğu sorunun cevabı büyük oranda verilmiştir.

Buna rağmen “düşüncenin”, “Ben”in gizemli olduğu iddiası ve tinselliğe yapılan vurgular devam ettirilmektedir. Hümanizmin, tarihsel ilerlemeciliğin, anarşizmin oluşturduğu tasfiyeci dalganın etkisinden çıkılamamaktadır.

Nisan Yayımcılık’tan çıkan “Materyalizm, Marksizm ve Özne Sorunu” “Öznelliğin Bilimi Olur mu?” isimli kitap çalışması, insan türünün “sürü durumundaki varlıktan” (Marks), toplumsal varlığa geçişini, “bilinç”, “beyin” ve “düşünce”nin “ne”liğine dair son bilimsel gelişmelerin ışığında ortaya koymaya çalışmaktadır.

Nörobilimde geliştirilen “plastisite”, “nöral temsili dünya modeli” gibi temel kavramlar üzerinden “Ben”lik duygusunun ortaya çıkışının “doğal ve gerçek bir yanılsama” olduğu gösterilmektedir.

Fakat toplumlar tarihi göstermektedir ki; nesnel gerçekleri ortaya çıkarmak yetmez. Çünkü, bilimlerin ortaya çıkardığı ürünler (bilgi nesneleri), felsefelerin temel materyalleridir.

Her felsefe, kendi meşrebince bilgi nesnesini alıp yeni şekillere, ideolojik kalıplara sokuyor ve “bilimsellik” diyerek yaygınlaştırıyor. Son yüzyılda bunun en bilinen örnekleri “çift yarık deneyi” ve “belirsizlik ilke”leridir.*

Bu da bize göstermektedir ki; bilimin nerede başlayıp nerede bittiği, felsefenin nasıl işlediği bilinmediğinde; ideolojinin güçlü kapanına sıkışılmaması için bir neden yoktur.

Nisan Yayımcılık’ın söz konusu çalışması; bilim ve felsefenin arasındaki ilişkiye, her birinin “ne”liğine dair de bu nedenle geniş bir yer açmıştır. İnsanın “bilinmeyen”ini bilinir hale getirme uğraşısının ideolojilerden mitlere işleyiş mekanizması üzerinde durulmuştur.

Kitabın Ek kısmında Marksizm’in kendisinden önceki klasik ekonomi politiğin özneci, atomistik anlayışından kopuşla kurulduğu savı; direkt olarak kurucuları olan Marks ve Engels’in sözleriyle gösterilmiştir.

Dolayısıyla; Marksizm’e “özneyi” sokma girişimleri, tarih biliminde yaşanan devrimci geriye sarmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Marksizm; “açık uçlu bir teori”dir. (J. B. Foster) Sürekli irdelenmek, geliştirilmek zorundadır.

Bu kolay, basit bir çaba değildir, ama yerine getirilme zorunluluğu vardır. Bilim ve felsefe diline yabancı olanların kitabı okurken yaşayacakları zorlanmalar, teorik faaliyetin kendisinde vardır.

Biz de bu kısa tanıtım yazısını, “zorlandığı” için bu araştırmalara girmeyenlere, çalışmayı okumayı isteyenlere; kitabın sonunda Marks’ın cümlesini ithaf ederek bitiriyoruz: “Bilime giden düz bir yol yoktur ve ancak onun dik patikalarında yorucu tırmanmaları göze alanlar aydınlık doruklarına ulaşabilirler.”

 

Dipnotlar:

  • Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu, F. Engels; s. 50-51; 2011, Sol Yayınları

* Kitapta “belirsizlik ilkesi” konusuna yeterince değinildiğinden oraya işaret etmekle yetineceğiz. “Çift Yarık Deneyi” ise Fizik Biliminde kuantuma doğru giden yolu açmıştır.

Felsefe tarafından çokça kullanılmasının nedenini kısaca şöyle açıklayabiliriz: Tek tek elektronlar gönderildiğinde dahi sanki karşıdaki çift yarıktan da geçtikleri oluşturdukları girişim deseniyle saptanmıştır.

Fakat ne zaman ki elektronların hareketi “gözlemlense”, yani hareketlerini çözümlemek için ölçüm cihazları devreye girse; elektronlar tanecik gibi hareket ederek, tek bir yarıktan geçmekte ve girişim deseni oluşturmamaktadır.

İdealist felsefe savunucuları bu durumdan hareketle, “gözlemcinin” yani “öznenin” doğa olaylarındaki belirleyiciliğini savunmuşlardır.

Oysa ki yaşanan “dekoherans” denilen doğal bir süreçtir:

Kuantum sistemleri çevreleriyle etkileşmeye başladığında, süperpozisyon halinde bulunan olasılıklar hızla belli bir duruma çöker.

Elektronun dalga fonksiyonu, hava molekülleri, fotonlar ya da ölçüm cihazlarıyla etkileştiğinde artık bir olasılıklar denizi değil, belirli bir gerçeklik haline gelir… Bu süreç bilinçli bir gözlem gerektirmez; evren kendi kendini sürekli ölçer gibi davranır… Yani dekoherans, … gerçeğini oluşumunu evrenin kendi içindeki kaçınılmaz bir etkileşim süreci olarak tanımlar.” (16.11.2025, Birgün Gazetesi, Prof. Dr. Sertaç Öztürk, “Çift Yarık Deneyi”)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu