
” Savaş Muhabiri ” değil, ” Yaşam Muhabiri “: Nazım Daştan
Tarihin kırık ritminde, bazı insanlar bir yaşam sürmez onlar, kendi varlıklarını bir çağın nabzına, zamanın en kanayan aralıklarına adarlar. Onların varoluşu, coğrafyanın yara izleriyle, haritaların çizdiği çizgilerle değil, taşınan sorumluluğun ağırlığıyla belirlenir..
Bu insanlar birer rüzgar değildir. Geçtikleri yerden iz bırakmadan kaybolmazlar. Aksine, ayak bastıkları her bir toz zerresi, bir vicdanın sarsılmaz hafızasına, bir direnişin topoğrafyasına dönüşür.
Onlar, sessizliğin en gürültülü anlarında dahi, insan kalmanın onurunu ve yükünü taşıyanlardır..
Bizim Ararat ‘ta öyleydi. Yani bilinen adıyla Nazım Daştan, bu varoluşun en net, en keskin ifadesiydi..
Onu ilk gördüğümde, adımlarından kalkan her toz bulutunun, bir hakikatin tanığı olduğu hissiyle sarsılmıştım. O, kendini anlatmaktan, kendi hikayesini merkeze koymaktan daima kaçındı..
Çünkü biliyordu ki, büyük anlatılar, bireysel egonun gürültüsünde boğulmamalıydı. Ne zaman ki çevresindeki kaos ve gürültüden sıyrılıp sessizleşse, yüzünün kenarında biriken o gölge, insana yaşamın, yalnızca ne yaşandığıyla değil, yaşananların nasıl bir derinlikle, nasıl bir onurla taşındığıyla tanımlandığını fısıldardı..
O, acıyı bir gurur nişanı gibi taşımayı reddeder, bunun yerine, acıyı anlama ve dönüştürme yükümlülüğünü sessizce sırtlanırdı..
Elindeki kamerasıyla, acımasız güneşin yakıcı ışığına karşı gözlerini kısarak bir kadraja odaklandığı o ilk sahne, ruhumun en inatçı, en kırılgan köşesinde hala aynı sarsıcı netlikte duruyor..
O an anladım ki, o sadece bakan pasif bir gözlemci değil, gördüğünü ruhunun en derin katmanlarında anlamaya çalışan ve o anladığı şeyi kendi içsel gerçekliğiyle yoğurabilen ender bir insandı.
Onun bakışı, basitçe gözlem değil, varoluşsal bir sorgulama ve etik bir yükümlülük eylemiydi.
Nazım’ın gazeteciliği, yalnızca bir teknik beceri ya da mesleki rutin değildi. O, varlığının tümüyle, ruhunun her zerresiyle bakmanın bir felsefesiydi. Haber, onun için soğuk bir veri dizisi, kolayca tüketilebilir bir olay aktarımı olmanın çok ötesindeydi.
Haber, insanın vicdanına işleyen, kalbe sızan, bir sorumluluk felsefesiydi..
O, haberi yaşayan bir organizma gibi görür, ona mutlak bir etik titizlikle yaklaşırdı. Bu titizlik, Modern Medya’nın hıza, şoka ve tüketime dayalı ontolojisine karşı koyan kökten bir direniş eylemiydi.
Nesneleştirmeye Karşı Bir Manifest
Ararat’ın , yani Nazım’ın temel mesleki ilkesi, görüntüyü eylemin sonucu olarak değil, eylemin etik ön koşulu olarak görmesidir. Onun sarsıcı cümlesi:
“Bir görüntüyü çekerken önce insanı duyuyorum. İnsanı duymazsam, görüntü boş kalıyor, ruhsuzlaşıyor.”
Bu iddia, Nazım’ın, hız çağının modern gazeteciliğinde unutulmak üzere olan mistik bir meziyetin taşıyıcısı olduğunu gösterir.
O, fotoğrafın ardındaki sessiz, kırılgan insanı duyabilmek zorunluluğunu ortaya koyarak, haberin kalbindeki insan kırılmasını etik eylemin yegane hareket noktası ilan etmiştir. Onun kamerası, insan ruhunun nabzını tutan bir stetoskoptu.
Mutlak Saygı ve Anti-Objektifikasyon
Modern habercilik, nesnelliği sağlamak adına, kişisel hikayeleri ve acıyı kolayca tüketilebilir bir “nesne” (obje) düzeyine indirgemeyi seçer. Bu, tanıklık edilen insanın haysiyetini yok sayan sistemsel bir şiddet biçimidir..
Nazım’ın yaklaşımı ise tam tersidir. O, çatışmanın en şiddetli anlarında dahi, görüntünün kutsallığına mutlak saygı göstermiştir. Bu, gazetecilikte nadiren rastlanan, mutlak bir saygının işaretidir; Kamerayı bir araç değil, insan ruhu ile dünya arasında kurulmuş kutsal bir ilişki olarak görmek..
Nazım’ın “İyi görüntü, insanın onurunu baskılamayan, onu malzeme yapmayan görüntüdür,” ilkesi, etik bir manifestonun en sade özetidir..
O, sahadan gelen mesajlarında bu ilkeyi varoluşsal bir gerilimle aktarmıştır: “İnsan burada hem çok güçlü, çünkü direniyor, hem de çok kırılgan, çünkü her an yok olabilir.”
Nazım, görüntüye kendi korkularını, önyargılarını ve aceleciliğini bulaştırmayı reddederek, tanıklığa duyulan mutlak bir saygı eylemi gerçekleştirirdi..
Işığın Kararı ve İçsel Kaosun Dengelenmesi
Nazım’ın kamerası, rastgele bir kayıt makinesi değildi. Birlikte geçirdiğimiz ilk saatlerde dahi, onun bakışının ritmini derinden fark etmiştim. O, acele etmiyor, zamanın doğal akışına asla müdahale etmiyordu.
Sanki görüntünün kendi bir zamanı vardı ve Nazım, o hakikat anının olgunlaşmasını beklerdi. Bu bekleyiş, nesneyi ele geçirmeye çalışan iktidar diline karşı duran, sabır ve saygı temelli bir yöntemdi..
Onun fısıltısı: “Işığın karar vermesini bekliyorum,” teknik bir kaygı değil, estetiğin etiğe dönüşümüdür. Işık, onun kadrajında ahlaki bir seçim, bir vicdanın yönelişi olarak yer alır.
O, asla sadece gölgenin karanlığına odaklanmaz, en ağır karanlığın içinden sızan direnç ışığını arardı. Işık, ahlaki bir sorumluluktu.
Bu felsefi yöntemin tamamlayıcısı, içsel disiplindi. Nazım, çatışmanın en yoğun anlarında dahi, kendi içsel kaosunu dengelemeden objektifini kaldırmayı reddetmiştir.
O, “İçimdeki gürültü, dışarıdaki gürültüden daha tehlikelidir,” derdi..
Görüntünün sahiciliği, ancak çeken kişinin içsel bir sükunete ve etik arınmaya ulaştığında korunabilirdi. Bu, Nazım’ın, tanıklık eylemini önce kendi nefsinde başlatılan bir savaş olarak gördüğünün en güçlü kanıtıdır.
Görünmeyenin Politikliği ve Çıplak Hakikat
Nazım’ın tanıklığı, post-yapısalcı bir okuma içerir: Haberin görünür olanda değil, görünmeyenin politikliğinde gizli olduğunu savunur. Duman tüten bir binanın fotoğrafını çekmektense, o binanın kapısının önüne bırakılmış, savaşın ortasında bile unutulmamış bir çocuk oyuncağını kadrajına alıyordu..
Çünkü ona göre savaşın en çıplak yüzü, yıkımın kendisi değil, yıkımın ortasındaki insan sessizliğiydi. O, yıkımın ortasındaki yaşam izine, kayıp hafızanın kırılganlığına tanıklık etti.
Hep “Bir karede neyin görünmediğini görmeye çalışıyorum,” derdi..
“Görünmeyen, görüntünün en politik yeridir.” Bu, gazetecinin yalnızca sahaya değil, kendi iç karanlığına, korkularına ve kör noktalarına da bakmasını gerektiren bir etik zorunluluktur..
Onun fotoğrafları, izleyicinin zihninde vicdan titreşimi yaratırdı. Çünkü o görüntülerde propaganda kokmaz, hamaset taşımazdı. Yalnızca sade, çıplak bir gerçeklik vardı. Nazım’ın bakışı, insanı araçsallaştırmayı reddeden, devrimci bir etik manifestoydu.
Varoluşsal Kırılmalar ve Tanıklığın Yoğunlaşması
Ararat yoldaşın.. Nazım Daştan’ın etik manifestosu, sadece kuramsal bir duruş olmaktan ibaret değildi, bu felsefe hayatın en yakıcı, en yıkıcı anlarında pratik bir sınamadan geçmiştir. Onun varoluşu, teorisini somut gerçeklikle yoğuran bir dizi kırılma noktası ile tanımlanır..
Bu kırılmalar, onun tanıklık pratiğini yüzeysellikten uzaklaştırarak, mutlak bir etik yoğunluğa ulaştırmıştır. Nazım’ın hayatındaki bu dönemeçler, modern gazeteciliğin sınırlarını aşarak, insanın varoluşsal direncini belgeleyen bir kroniğe dönüşmüştür..
Yaşamın Kroniği Yerine Direncin Epik Kaydı
2014 yılında Kobané sınır hattında bulunması, Rojava’ya geçişi, Nazım Daştan için sıradan bir görevlendirme değil, insanlığın en çıplak sınavına karşı verilen etik bir yanıttı. DAİŞ’in karanlığı bölgeyi sarmışken Nazım, bu karanlığın ortasında insan onurunun ışığını arıyordu..
O, “savaş muhabiri” kimliğinin ötesine geçerek, “yaşamın muhabiri” olmayı seçmiştir..
Geleneksel savaş muhabirliği, genellikle kayıp, yıkım ve ölü sayımı üzerine kuruludur. Kronik bir yıkım anlatısı sunar. Nazım ise bu söylemi kökten reddetmiştir.
Efrin, Kobanê ve Rakka, Tabka, Deyr Zor, Şengal vb cephelerde, onun odağı insan ruhunun sürekliliğinde idi..
Bir çatışma sonunda kurduğu cümle, bu etik sapmayı netleştirir: “Bugün kimseyi kaybetmedik. Bu, bir haberdir..”
Nazım, haberi, kayıplar üzerine değil, hayatta kalışa, direncin sürekliliğine ve varoluşun zaferine dayandırıyordu. Bu, yıkımın ortasında dahi umudu arayan, apolitik bir iyimserlikten uzak, felsefi bir ısrardı..
Onun kadrajı, savaşın makro stratejilerinden, bireysel insanın mikro direncine geçerdi. Bir savaşçının tozla kaplanmış eline odaklanması “Hikaye ellerdedir. Yüz bazen saklanır ama el saklanmaz.
Gerçek hikayeyi orada görürsün..” demesi dahi onun cephedeki insan haysiyetine verdiği önemi vurgular..
Savaşın gürültüsü içinde kaybolan o sessiz direnç anlarını belgelemek, onun sanatıydı. Nazım için zafer, bir mevzi kazanmak değil, insan kalabilmek, o esnada dahi onurunu koruyabilmekti.
Onun Rojava görüntüleri, bir savaş belgesi değil, insanın kendini yeniden kurma iradesinin epik bir kaydıdır..
Zindan Deneyimi: Dış Tanıklıktan İç Tanıklığa Geçişin İrfanı
2016’da Silopi öz yönetim direnişlerini takip ettiği için Antep’te evine girerken gözaltına alınması ve zindanda geçirdiği aylar, Nazım’ın hayatında bir geri çekilme değil, bilinçli bir yoğunlaşma dönemiydi..
Hapishane, onun için dış dünyanın gürültüsünden uzaklaşılan, içe dönük bir laboratuvar işlevi görmüştür. Artık kameranın yerini demir parmaklıklar aldığında, o, dış dünyayı değil, kendi iç dünyasının derinliklerini kayda alıyordu..
Hücresinde yazdığı notlarda bu iç tanıklığın irfanını açıklar: “Haber yazamıyorum, ama burada bile hikayeler var. Sessizliğin bile bir dili var..”
Nazım, içeride geçirdiği günleri bir kayıp olarak değil, bir iç yolculuk, bir etik arınma süreci olarak yaşadı. Hapishanenin duvarları, onun için dış dünyanın yanılsamalarından arınma ve kendi ile gerçeği yeniden tanımlama alanı oldu.
O, korkuyu değil, insan ruhunun direncini gözlemleyen bir iç tanık olmuştu..
Dışarı çıktığında, herkesin beklediği gibi korkuya teslim olmayı reddetmesi, onun özgürlük tanımının ne denli radikal olduğunu gösterir: “Beni susturmak istediler, ama kelimeler sustuğunda bile göz devam ediyor.
Göz görürse, insan hala özgürdür.” Bu, özgürlüğü sadece fiziksel mekanla değil, ahlaki bir görme yetisiyle eşitleyen, Heideggerci bir varoluşsal duruştu..
Etiğin Sınırları ve Doğru Yürüyüş
Zindandan çıktıktan sonra yaşadığı, güvene ihanetin ve tehlikenin en çıplak yüzünün göründüğü “yanlış kapı” deneyimi, Nazım’ın etik inancının en zorlu sınavıydı.
Bu deneyim, ona güvenin, sahadaki ahlaki netliğin ve iyi niyetin kırılganlığını öğretmiştir. Ancak bu kırılma bile, onu çökertmemiş, aksine daha da bilemiştir..
O geceki kurtuluşun ardından kurduğu cümle, onun felsefesini özetler: “Yanlış kapıyı çaldım. Ama her yanlış kapı, sonunda doğru yola çıkarır. Bir insanın en büyük özgürlüğü, doğru yöne yürüyebilmesidir..”
Bu, özgürlüğü pasif bir durum değil, sürekli bir etik seçim olarak gören, Kürt Özgürlük Hareketi’nin direniş kültürü içinde yoğrulmuş varoluşsal bir dersti..
O gece Nazım, sessiz bir fark edişle yeniden doğdu. Artık objektifinde sadece dış dünya değil, içsel bir bilgelik vardı. Görüntüyle birlikte duyguyu, olayla birlikte insanı anlatma gücü artmıştı.
Onun haberlerinde korku değil, sadece sade, çıplak bir gerçeklik vardı..
Nazım’ın bu yolculuğu, tanıklığın bedensel ve ruhsal olarak ne denli ağır bir yük olduğunu göstererek, gazetecilik pratiğini yüksek bir etik standartta yeniden konumlandırmıştır.
Nazım’ın Zamansızlığı
Nazım Daştan’ın şehadeti, bir insanın kaybından çok, bir etik yöntemin ve bir çağın vicdanının eksilmesidir. Ancak onun bıraktığı miras, fiziki varlığını aşan bir süreklilik yaratmıştır. Nazım’ın ölümü, onun tanıklığını zamansız kılarak, onu geleceğin tanıkları için kalıcı bir referans noktası haline getirmiştir.
Görüntünün Saflığı ve “Çekenin Ölümü”
Nazım’ın fotoğraflarının en güçlü yanı, kendi varlığını görüntünün içinde eritebilmesidir. O, objektifin ardında o kadar geri çekilmiştir ki, karelerinde “çeken” (muhabir) yoktur.
Yalnızca “olan” (hakikat) vardır. Bu, modern felsefede tartışılan yazarın ölümü kavramının, gazetecilik pratiğine uyarlanmış halidir. Muhabirin egosu, görüntünün saflığına gölge düşürmez.
Nazım’ın görüntüyü yabancılaştırmadan sunma çabası, onun fotoğraflarını tüketilemez kılar. Çünkü onlar sadece haber vermekle kalmaz, izleyenin zihninde bir vicdan titreşimi yaratır..
Nazım’ın hayatının son anlarına kadar zihninde dolaşan cümle: “Görüntü ölmez, insan ölür.” Bu, görüntüyü sadece bir kayıt değil, geleceğin hafızasını taşıyan, etik bir sorumluluk aktarımı olarak gören derin bir inançtı..
Tanıklığın Borcu ve Ahlaki Işık
Nazım’ın gazeteciliği, “tanıklığın borcu” kavramı üzerine kuruludur. “Bir insanın yüzüne kamerayı doğrultuyorsan, o insana tanıklık borcun var. Çünkü onun yüzündeki yük, senin görüntünde yeniden doğacak.”
Bu, Nazım’ın acının estetikleştirilmesini ve hamaseti reddettiğini gösterir..
Onun kadrajı, insanın kırılganlığını kutsamaz, onu olduğu haliyle, onuruyla gösterir. Bir karede neyin görünmediğini (görünmeyenin politikliğini) anlamaya çalışmak, Nazım’ın tanıklığını sıradan habercilikten ayıran en önemli etik zorunluluktu..
Onun yokluğu, bizlere ahlaki bir yük yüklemiştir. Artık dünyaya onun ışığıyla bakmak zorundayız. Bir görüntüyle karşılaştığımızda, “Bu karede görünmeyen şey ne?” diye sormak zorundayız.
Nazım’ın yokluğu bizlere şunu öğretti: Tanıklık bir mirastır, onu taşıyan kişi kendini değiştirmelidir..
Bir Duruş Olarak Sonsuzluk
Nazım Daştan, modern medya tarafından dayatılan hız, tüketim ve nesneleştirme dogmalarına karşı, etik, derinlik ve insana saygı temelinde bir alternatif inşa etmiştir.
Onun felsefesi basittir: Hakikat ölmez. Ve o hakikat, ancak etik bir dikkatle kadraja alınabilir. Nazım’ın bıraktığı iz, bir ömrün kronolojisi değil, bir duruşun sürekliliğidir. O, artık bir isim değil, bir bakış biçimi, bir etik pusuladır..
Onun mirası bugün genç tanıkların kafasında tek bir soruya indirgenmiştir: “Nazım olsaydı, bunu nasıl görürdü?” Bu soru, bir yöntemi, bir ahlakı ve bir sorumluluğu ifade eder.
Nazım ölmedi..
Çünkü hakikat, tanıklık, etik ve ışık onun bıraktığı yerden devam ediyor. O, sadece tanıklık biçimine dönüşerek görünmez hale geldi. Bizim görevimiz, o pusulayı takip etmek ve Nazım’ın bizlere miras bıraktığı o ahlaki yükü taşımaktır.
Doğruyu gör,
Gördüğünün sorumluluğunu al,
İnsanı nesneleştirme,
Işığı doğru yere düşür,
Ve hakikatin yükünü taşı..
Nazım Daştan’ın şehadeti, basit bir biyolojik son değil, bir etik yöntemin ve bir çağın vicdanının eksilmesidir. Ancak ölüm, onun bıraktığı felsefi ve pratik mirası ortadan kaldıramamış, aksine bu mirası zamansız kılmıştır..
Nazım’ın yokluğu, sadece onu tanıyanlar için değil, hakikatin kendisi için de bir eksilme gibi hissedildi. Coğrafyanın üzerindeki ışık bile sanki bir anlığına yer değiştirdi.
Çünkü bazı insanların varlığı, taşıdıkları anlamın mutlaklığıyla belirlenir. Onlar hayatını kaybettiğinde, dünya bir süreliğine dengesini şaşırır. Nazım’ın yokluğu tam böyle bir ontolojik boşluk yarattı.
Onun bıraktığı miras, fiziki varlığını aşan bir süreklilik yaratmış ve bugün genç gazetecilerin ve direnişin tanıklarının pratiği için kalıcı bir etik referans noktası haline gelmiştir.
Onun yöntemi, tarihin kırılma anlarında dahi insan kalmanın manifestosudur.
Görüntünün Saflığı ve “Çekenin Ölümü”: Etiğin Kalıcılığı
Nazım’ın tüm görüntüleri incelendiğinde, ortaya çıkan en çarpıcı gerçek, onun kendi varlığını görüntünün içinde eritebilmesidir.
O, objektifin ardında o kadar geri çekilmiş, tanıklığın öznelliğini o kadar derin bir etiğe yaslamıştı ki, çektiği karelerde “çeken” (muhabir veya sanatçı) yoktu. Yalnızca “olan” (saf ve çıplak hakikat) vardı.
Bu pratik, post-yapısalcı estetik teoride tartışılan yazarın ölümü kavramının, çatışma gazeteciliği pratiğine uyarlanmış en radikal halidir. Nazım, muhabirin egosu, korkuları veya önyargılarının, görüntünün saflığına gölge düşürmesini bilinçli olarak reddetmiştir..
Onun bu disiplinli geri çekilişi, görüntüyü ideolojik yüklerden ve öznel çarpıtmalardan arındırmıştır. Nazım’ın görüntüleri, bu nedenle, birer haber metni değil, varoluşsal belgedir.
Onlar tüketilemez. Çünkü izleyenin zihninde sadece bilgi değil, vicdan titreşimi yaratır.
Nazım’ın şehadetinin ardından geçen zamanda, bir cümlesi hep zihnimizin kıyısında dolaştı: “Görüntü ölmez, insan ölür.” O, bu cümleyi kalıcılık inancıyla söylemişti..
Kamerayı bir silah gibi değil, geleceğin hafızasını taşıyan, kutsal bir arşivleyici olarak kullanıyordu. Onun gözünde, doğru zamanda, doğru yerde, doğru etikle çekilen bir görüntü, tarihin kırılmasını geleceğe taşıyacak olan yegâne köprüydü.
Nazım’ın bıraktığı şey bir hayat değil, bir tanıklık biçimiydi.
Vicdanın Sorumluluğu
Nazım Daştan’ın felsefesi, tanıklığın borcu kavramı üzerine kuruludur. Bu, Levinas’ın Öteki’ne karşı sonsuz sorumluluk fikriyle rezonansa giren, derin bir ahlaki yükümlülük biçimidir:
“Bir insanın yüzüne kamerayı doğrultuyorsan, o insana tanıklık borcun var. Çünkü onun yüzündeki yük, senin görüntünde yeniden doğacak.” Bu, sadece fotoğrafçının sorumluluğu değil, o görüntüyü gören her öznenin o yüke ortak olma zorunluluğunu ifade eder.
Nazım’ın bakışı, acının estetikleştirilmesini, ajitasyonu, hamaseti ve insanı araçsallaştırmayı kökten reddetmiştir. Onun kadrajı, savaşın vahşeti içinde dahi, insanın kırılganlığını kutsamaz.
Aksine, onu olduğu haliyle, sarsılmaz bir onurla gösterir. O, “Bir insanın korkusunu çekmek kolaydır. Ama bir insanın umudunu çekmek için, önce onu görmen gerekir,” diyerek, umudu pasif bir duygu değil, görüntüyü çekenin aktif bir etik çabası olarak konumlandırıyordu.
Onun yokluğu, bizlere ahlaki bir yük yüklemiştir. Artık dünyaya onun ışığıyla bakmak zorundayız. Onun yöntemi, bir miras olarak, bizi kişisel dönüşüme zorlar. Artık bir görüntüyle karşılaştığımızda, “Bu karede görünmeyen şey ne?” diye sormak zorundayız..
Artık insanın hikayesine yaklaşırken, onun kırılganlığını bir malzeme gibi kullanmamaya azami etik özen göstermeliyiz. Tanıklık bir mirastır, onu taşıyan kişi kendini değiştirmelidir.
Nazım’ın bıraktığı iz, bir yol haritası değil, sürekli bir kendini sorgulama çağrısıdır.
Nazım ‘ın mirası
Nazım Daştan, modern medya tarafından dayatılan hız, tüketim ve nesneleştirme dogmalarına karşı, etik, derinlik ve insana saygı temelinde bir alternatif medya ontolojisi inşa etmiştir.
Onun felsefesi basit ama sarsıcıydı: Hakikat ölmez. Ve o hakikat, ancak etik bir dikkatle, içsel bir sükunetle ve mutlak bir sorumlulukla kadraja alınabilir.
Nazım’ın bıraktığı iz, bir ömrün kronolojisi değil, bir duruşun, bir yöntemin, bir etik pusulanın sürekliliğidir. O, artık bir isim değil, bir bakış biçimi, bir ahlaki zorunluluk olarak varlığını sürdürmektedir.
Onun mirası bugün genç tanıkların ve geride kalan yoldaşların kafasında tek bir soruya indirgenmiştir: “Nazım olsaydı, bu hakikate nasıl tanıklık ederdi?” Bu soru, bir yöntemi, bir ahlakı ve bir sorumluluğu ifade eder.
Nazım ölmedi..
O, sadece tanıklık biçimine dönüşerek görünmez hale geldi. Bedenler ölür, ancak etik yönelimler, ruhun izleri ve hakikatin yükü kalır. Bizim görevimiz, o pusulayı takip etmek, o ışığın düştüğü yeri doğru okumaktır. Çünkü Nazım’ın bakışı bugün hala dünyanın üzerine düşüyor.
Işık kaldı,
Etik kaldı,
Tanıklığın sonsuz borcu kaldı.
Ve o borç, bize hala aynı emri fısıldıyor:
Doğruyu gör,
Gördüğünün sorumluluğunu al,
İnsanı nesneleştirme,
Işığı doğru yere düşür,
Ve hakikatin yükünü taşı.
Çünkü biz, o tanıklığın devamıyız..




