GüncelKadınMakaleler

MAKALE | AKP İktidarının Kadın ve LGBTİ+ Karşıtı Politikaları: Aile Yılı ve Ötesi

Doğum yöntemi, kadının fiziksel sağlığı, psikolojik durumu ve kişisel tercihleri doğrultusunda verilmesi gereken son derece özel bir karardır.

2025 yılının, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Aile Yılı’” olarak ilan edilmesi, kadın ve LGBTİ+lara karşı yeni bir saldırı dalgasının habercisiydi. Çünkü biz kadınlar ve LGBTİ+ bireyler olarak biliyorduk ki bu, “aile” adı altında haklarımızın daha da görünmez kılınacağı, bedenlerimiz ve kimliklerimiz üzerindeki baskıların artacağı bir yıl olacaktı. Devletin en tepesinden yükselen bu söylem, aslında bir dayatmaydı: “Kadın annedir, aile ‘geleneksel’dir, LGBTİ+ bireyler ise yok sayılmalıdır.”

Nitekim devlet yetkililerinin söylemleri ve uygulamaları, aileyi merkeze alan, kadınları ve LGBTİ+ bireyleri dışlayan ve giderek daha sertleşen bir çizgiye oturmuş durumda. Bu tutum, yalnızca muhafazakâr değerleri yüceltme çabasından ibaret değil; aynı zamanda demografik krizlerin gölgesinde şekillenen nüfus politikalarının, toplumu kontrol etme arzusunun ve derinleşen toplumsal kutuplaşmanın da bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

Erdoğan’ın “Aile Yılı” ilanı, AKP’nin geleneksel aileyi toplumsal ve ekonomik düzenin temeline oturtma çabasının bir uzantısı. Bu yaklaşım, yalnızca ideolojik bir tercihin ötesinde, ekonomik ve demografik kaygılarla da şekilleniyor. Türkiye, yıllardır düşen doğurganlık oranları ve yaşlanan nüfusla mücadele ederken, iktidarın aileye vurgu yapan söylemleri, genç nüfusu artırma ve iş gücünü canlandırma amacını taşıyor. Elbette bu politikalar, toplumsal cinsiyet eşitliğini ve bireysel özgürlükleri geri plana iten, kadınları yalnızca annelik rolüyle tanımlayan ve LGBTİ+ bireyleri toplumsal hayattan dışlamayı hedefleyen bir ideolojik zeminde ilerliyor.

Bu doğrultuda, Sivasspor’un sahaya “Doğal olan normal doğum” pankartıyla çıkması ve sezaryen doğuma getirilen kısıtlamalar da aynı ideolojik hattın ürünü. Sezaryen, AKP iktidarı tarafından yıllardır hedef alınan bir konu. Vajinal doğumu teşvik eden politikalar, yalnızca sağlık gerekçeleriyle değil, aynı zamanda kadın bedenini ve doğurganlığını kontrol etme arzusuyla da yakından ilişkili. Bu söylem, kadınların bedensel özerkliğini yok sayarken, aynı zamanda nüfus artışını teşvik etme çabalarını da perçinliyor.

Kadınların bedensel özerkliğine saldırı: Doğum dayatmaları

Doğum yapmak, kadınların hayatındaki en zorlayıcı ve travmatik deneyimlerden biri olabilir. Ancak bu süreç, tüm erkek egemen iktidarlar gibi, AKP iktidarı tarafından da yalnızca bir biyolojik zorunluluğa indirgeniyor. Ve bu “zorunluluk” yatay ve dikey toplumsal bir baskı eşliğinde kadınlara duygusal şiddetle güçlendiriliyor. Vajinal doğum “doğal” ve “normal” olarak yüceltilerek, sezaryen gibi alternatif yöntemler ahlaki ve sağlık temelli bir sorun olarak sunulup kadınlar bedensel özerkliklerinden mahrum bırakılıyor.

Oysa doğum yöntemi, kadının fiziksel sağlığı, psikolojik durumu ve kişisel tercihleri doğrultusunda verilmesi gereken son derece özel bir karardır. Sezaryen doğuma getirilen kısıtlamalar, yalnızca sağlık risklerini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda kadınların kendi bedenleri üzerindeki kontrolünü de ellerinden alıyor.

Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’nun “Aileyi anne, baba, çocuklar oluşturur. Eğer çocuğunuz yoksa, aile olamıyorsunuz, sadece karı-koca oluyorsunuz” şeklindeki açıklaması ise ne bir dil sürçmesi ne de kişisel bir densizliktir; bu ideolojik hattın bir diğer göstergesidir. Bu tür söylemler, yalnızca aile kurumunu yüceltmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumun belirli kesimlerini dışlayarak, ayrıştırarak ve ötekileştirerek kutuplaşmayı derinleştiriyor. Toplumun belli kesimlerini -heteroseksüel, çocuklu aileleri- “meşru” aile olarak kabul ederken, diğerlerini (çocuksuz evlilikleri, LGBTİ+ ve evlilik dışı birliktelikleri) bu tanımın dışına itmek, hem ayrımcılık hem de bir dayatma olarak kadınları bölüp parçalamaya yönelik tehlikeli bir hamledir.

Diğer yandan sadece geçtiğimiz Nisan ayında JinNews’un derlediği verilere göre çocuklu ya da çocuksuz, evli ya da değil 34 kadın katledilmesi, bu politikaların toplumsal şiddeti besleyen yanına da işaret ediyor. Kadın cinayetlerinin artışı, devletin koruma mekanizmalarının zayıflığı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleşmesiyle doğrudan bağlantılı. Bu tür veriler, iktidarın söylemlerinin toplumsal sonuçlarını gözler önüne seriyor.

Bu baskıcı politikaların yalnızca kadınlarla sınırlı olmadığını, LGBTİ+ların da benzer bir baskı altında olduğunu görmek zor değil. 2025 yılında devlet yetkililerinin LGBTİ+lara yönelik ifadeleri daha da sertleşti. Eylem ve etkinliklerine getirilen yasaklar, Ankara’da şiddet uygulanarak gözaltına alınan bir kadının “aslında kadın iç çamaşırı giyen bir erkek olduğunun” açıklanması gibi skandallar, iktidarın LGBTİ+ varlığını açıkça reddetme ve toplumsal meşruiyetlerini sorgulama çabasının bir parçası.

Sonuç olarak, AKP’nin aileyi merkeze koyan politikaları, yalnızca toplumsal cinsiyet eşitliğini geri plana itmekle kalmıyor, aynı zamanda bireysel özgürlükleri kısıtlıyor, kadınları ve LGBTİ+ları toplumsal hayattan dışlamayı hedefliyor. Bu politikaların ardında yatan demografik ve ekonomik kaygılar kadar, toplumu kontrol etme ve muhalif sesleri bastırma arzusu da belirleyici. Türkiye, içinde bulunduğu ve giderek de derinleşen toplumsal ayrışmalarla karşı karşıya ve bu ayrışma, iktidarın kendi tabanını konsolide etme stratejilerinin bir sonucu olarak şekilleniyor.

Kısacası, AKP’nin “Aile Yılı” politikaları, aslında kadınları eve hapsetmek, LGBTİ+ları yok saymak ve toplumu tek tip bir kalıba sokmak için bir araç. Ama unuttukları bir şey var: Bizler, bu baskılara rağmen her gün direniyoruz. Sokaklarda, sosyal medyada, mahkemelerde, evlerimizde haklarımız için mücadele ediyoruz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu