DerlediklerimizGüncel

NUBAR OZANYAN | Yaralı Ceylanlar Ülkesi

"Onurlu bir duruşun, direnişçi bir geleneğin öğretmenliğini yapan Dêrsim halkının piri, devletin bitmeyen zulmüne, yalan dolu sözlerine, hilelerine boyun eğmez. Direniş ve boyun eğmez duruşlarının bedeli, Dêrsim halkının tarihine 'Tertele' olarak yazılır."

Başucunda bir taşı bile olmayan mezarlar ülkesinde, her mazlum halkın soykırıma uğradığı acı dolu kara bir günü vardır. 24 Nisan, Ermeni halkının ‘Büyük Felaket’ günüyse, 15 Kasım da Dêrsim halkının ‘Roza Şaye-Kara Gün’üdür.

Bu topraklarda Ermeni, Rum, Asuri, Süryani, Êzîdî, Kürt ve Alevi halkının yaşadığı zulüm dolu kara günleri art arda sıralasak takvim yapraklarında yer kalmaz. Ermeni Soykırımı’nda sürgün ve ölüm yollarına zorla sürülen kadın ve çocukların masum fotoğraflarına bakıyorum. Ne kadar da Dêrsim, Zîlan ve Koçgirî katliamlarında, sürgün yollarında acı çeken Kürt, Alevi ve Êzîdî halkının suretlerine benziyor. Farklı dilleri konuşan mazlumların suretleri, birbirine bu kadar çok benzerken zalimlerin fotoğrafı hep aynı kalıyor. Tarihler değişse de baki kalan zulmün sonlanmayan nedenleri ve ağıt dolu kanlı fotoğrafları oluyor.

Türk egemenliğinin tesisi

Dêrsim halkı, ulus devletin ‘homojen bir ulus yaratma’ projesi doğrultusunda ‘tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak’ yaratmak için katliama uğratıldı. Kürtlüğün ve ‘eşkıyalığın’ merkezi sayılan, devlet otoritesini tanımayan, İttihat-Terakki’nin uyguladığı soykırıma, Kemalistlerin ‘Tunceli Kanunu’na karşı çıkan Dêrsim toprakları, Türk generallerinin kanlı postalları altında TC’nin fethedilmiş parçası haline getirilmeye çalışıldı. Bölgede Türk egemenlik ‘sulh’u, mazlum halkın kanı ve canı üzerinde tesis edilmeye çalışıldı.

Türkçe bilen generaller, Türkçe bilmeyen Kürdistan topraklarına inanç önderlerini darağaçlarında asmak için gelir. Halkı mağaralara doldurup, kimyasal bombalar altında katletmek; uçurum diplerine, Munzur’un derinliklerine yollamak için gelir. Bir kelime Türkçe bilmeyen mazlumları, Türklük ideolojisiyle, ölüm ve zulümle terbiye edip, diz çöktürmek için gelir.

Teslimiyeti reddetmenin bedeli

Faşizmin tek ulus yaratma projesine, Kemalistlerin çıkardıkları ‘Tunceli Kanunu’na boyun eğmeyen Dêrsim halkı, artarak çoğalan devlet zulmünü ağır bir bedel ödeyerek yaşar. Aralarında Seyit Rıza’nın da olduğu inanç ve aşiret önderleri, Halvori’de toplantı yapar. Dêrsim halkı direnme kararı alır. Devletin teslimiyet politikasını kabul etmez. Silah bırakırlarsa Seyit Rıza’yı serbest bırakacaklarını bildirirler. Seyit Rıza teslimiyet önerisini kabul etmez. Seyit Rıza’nın tüm ailesi 1937’de katledilir. Geride sağ kalan sadece oğludur.

Bir aşiret reisi, bir inanç ve toplum önderi olan Seyit Rıza ‘Osmanlı çeşmesinden su içmeyi’ reddeden, muktedirlerin hile ve oyunlarına gelmeyen doğal bir halk önderidir. Ailenin en küçük evladı aynı zamanda en bilge evladı olan Seyit Rıza, Dêrsim’in diz çökmez, baş eğmez boyun bükmez geleneğinin bir simgesidir.  İttihatçı yetkililer, onu Ruslara karşı savaşta kendi cephelerinde yer almasını başaramaz. Sayısız toplantı yaparlar, ancak Dêrsim’in aşiretleri bu çirkin teklifi kabul etmez. Yanıtları net olur; “Biz kendi bayrağımız altında savaşırız” diyerek kendilerini kullandırtmazlar.

Ermenileri de teslim etmez

Osmanlı ve İttihatçı zulmünden kaçıp Dêrsim’e sığınan ve zaten belli bir bölümü aynı topraklarda yaşayan 30 bine yakın Ermeni’yi bağrına basar. Dêrsim, “yaralı ceylanları” İttihatçı avcılara teslim etmez. Dêrsim’de ne muktedirlerin yasaları ne onların ahlaksız teklifleri ne de sinsi ve kirli hileleri işler. Bundandır ki Dêrsim, tarih boyunca zulümden kaçan her mazlumun sığınağı ve ocağı olmuştur.

Seyit Rıza devlet yetkilileriyle yapılan bir görüşmede hile yapılarak tutsak alınır. 72 kişilik kalabalık bir dava dosyasıyla, yasa dışı askeri mahkemede itiraz ve savunma hakkı olmayan göstermelik bir yargılama sonucu; yaşı küçültülen Seyit Rıza ve yaşı büyütülen oğlu ile birlikte 5 yol arkadaşıyla idama mahkum edilir. Geride kalanlar ülkenin başka yerlerindeki zindanlara yollanır, ancak hiçbiri sağ olarak geri dönmez. Hiçbirinin mezar yeri bile olmaz.

Son sözünü haykırır

1937’de soğuk ve karanlık bir 15 Kasım gecesinde Elazığ-Buğday Meydanı’nda oğlu ve 5 yoldaşıyla birlikte idam edilir. Güçlü iddialara göre M. Kemal’in “af dilersen idam edilmeyeceksin” teklifine, “af dileyecek bir şey yapmadım” karşılığını verir.

Zulüm, Seyit Rıza’nın “oğlumdan önce beni asın” talebine karşı utanç dolu yüzünü darağacında bile göstermekten çekinmez. Gözlerinin önünde önce oğlu asılır. Sanki başta Dêrsim halkı olmak üzere tüm vicdan ve onur sahibi insanlar duysun diye son sözünü karanlığa seslenir; “Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.”

Geleceğin yenilmezleri

Onurlu bir duruşun, direnişçi bir geleneğin öğretmenliğini yapan Dêrsim halkının piri, devletin bitmeyen zulmüne, yalan dolu sözlerine, hilelerine boyun eğmez. Direniş ve boyun eğmez duruşlarının bedeli, Dêrsim halkının tarihine ‘Tertele’ olarak yazılır. Mezarsız ağıtlar ülkesinde o gün kadın ve çocukların dinmeyen çığlıklarıyla birlikte adalet arayışları yükselir. Her soykırım, geride anne babalarını aramaktan yorulmayan sayısız yetim çocuk bırakır. Yoksulluk ve soykırım acılarını paylaşarak yaşama tutunmaya çalışan çocuklar, geleceğin adalet ve özgürlük arayan yenilmez devrimcileri olur.

Derin güvensizliğin kaynağı

Şêx Seîd’den, Koçgirî’den itibaren Dêrsim halkında da siyasal bir nüve halinde olan ulusal Kürtlük bilinci gelişir. Dêrsim halkı, ne Osmanlıya ne İttihatçı katillere ne de Kemalistlerin kurduğu Cumhuriyete güvenir. Başta Dêrsim halkı olmak üzere Kürt halkının muktedirlere güvenmemesinin tarihsel ve güncel yaşanmışlıklar üzerinden somut nedenleri vardır. Dêrsim’deki  katliamdan önce yaşanan sayısız Kürt katliamları göstermiş ve öğretmiştir ki; Dêrsim halkı da devletin adaletine ve sözlerine güvenmemiştir.

Devlet, hiçbir dönem Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerini kabul eden ve onların yaşam koşullarını iyileştiren bir yerde durmadı. Tam aksine sonu gelmez katliam sürgün ve asimilasyon politikaları üzerinden onlara boyun eğdirerek, sessizleştirmeye ve itaat ettirmeye çalıştı. Kürtleri, ne temel hak ve özgürlükleri olan bir ulus olarak gördü ne de onları eşit vatandaş olarak kabul etti. Kürtlerin, TC devletini kendi devletleri gibi görmemelerini gerektiren sayısız tarihsel ve güncel olgu vardır. Yaşanan ve devam eden derin güvensizliğin yaratıcısı TC devletidir. Devlet, Kürtlerin devleti değildir. Sayısız tarihsel örnek bunu fazlasıyla kanıtlamaktadır.

Devletin özür borcu var

Dêrsim’e yapılan sayısız seferle sonuç alamayan generaller, bu kez çözümü tıpkı Ermeni, Rum ve Süryani soykırımında olduğu gibi benzer bir katliamla denedi. Dêrsim’i “çıban başı” olarak görüp ezmeye çalıştı. Elindeki zor ve baskı aygıtını kullanmanın dışında Kürtlere hiçbir şey vermeyen devletin, mezarı bile olmayan, Kürt Alevi inanç önderlerine, sayısız mazluma özür borcu vardır. Dêrsim, ‘Cumhuriyet Türkiye’sini soykırımla yüzleşmeye davet eden bir sözcük değil, bir gerçekliktir.

Özüne, değerlerine bağlı kalarak son sözünü darağacında söyleyen Seyit Rıza, zalimin zulmü ve hileleri önünde diz çökmeyen bir dağdır. Şimdi özgürlük ve adalet arayanlar, “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu. Ben de sizin önünüzde diz çökmeyeceğim bu da size dert olsun” sözünü altın değerinde bir öğüt olarak kabul edip yorulmadan yürüyor. Ne idamlar ne sürgünler ne de insanlık dışı zulüm ve hukuksuzluk bu acıyı unutturabilir. Geride kalanlar ne zalime benzeyecek ne de yas tutacaktır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu