GüncelMakaleler

POLEMİK | İlber Ortaylı, Yok Sayılan Bir Halk, Var Olan Bir Hafıza: Kürdistan

İlber Ortaylı’nın önerileri, tarihsel bir bilinçten uzak, neo-Türk-İslamcı ideoloji ile beslenen bu baskı ve asimilasyon mekanizmalarının güncel tezahürü olarak karşımıza çıkıyor.

T.C. devletinin inkâr, asimailasyoncu ve tekçi üniter yapısını korumak adına her türlü kirli hamleyi devreye soktuğu süreçte İlber Ortaylı da bu koroya katıldı. Tarihçi Prof. Dr. Ortaylı, Fırat ve Dicle havzasındaki en az 2700 yıllık Kürt varlığını yok sayarak, bölgeye Uygur ve Kırgız Türklerinin yerleştirilmesini önerdi.

Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde derinleştirilerek uygulanan iskân politikası; Kürtleri batıya sürmek, onların topraklarına ise göçmenleri yerleştirmek üzerine kurulmuştu.

Bu anlayış, Cumhuriyet döneminde de devam etti ve Kemalizmin ideolojik çizgisiyle sistematik hale getirildi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Dersim, Zilan Deresi ve Koçgiri gibi bölgelerde yaşanan katliam ve sürgünler, Kürt halkına yönelik devlet şiddetinin en açık örnekleridir.

Bu dönemde köy boşaltmalar, zorunlu göçler ve asimilasyon politikaları, Kemalist ideoloji çerçevesinde sistematik biçimde uygulanmıştır.

1927’de çıkarılan bir kanunla Ağrı ve çevresinde muhalif görülen Kürtler batıya sürüldü. 1932’de Mustafa Kemal’in imzaladığı bir kararnameyle, Çorum ve Yozgat’taki Kürtlerin iskânı onaylandı. Aynı yıllarda Sason ve Mutki’de silah toplama bahanesiyle başlatılan askerî harekâtlar, 1935-1936’da genişletildi. 1936’da bölge “Yasak Mıntıka” ilan edilerek halk batıya göçertildi.

1938’de Sason merkezli harekâtta binlerce kişi sürüldü, yüzlercesi katledildi; ilçe adeta boşaltıldı.

Aynı dönemde Garzan, Silvan, Kulp, Lice ve Beşiri’den binlerce kişi Batı Anadolu ve Trakya’ya gönderildi. Bu sürgünlerde artık aşiret liderlerinden öte, çekirdek aileler bile parçalanıyordu.

Dersim katliam sürecinde ise onbinlerce Kürt katledilirken bir o kadarı özelliklede batı illerine asimilasyon amacıyla önceden seçilmiş bölgerelere sürüldü.

Böylece Osmanlı’dan devralınan iskân siyaseti, Cumhuriyet döneminde de Kürtlerin ve Kürtleşmiş Ermenilerin sistematik sürgün ve asimilasyonu için sürdürüldü.

Cumhuriyet kılıfı altında yeniden hortlayan tekçi ve despot anlayış, TC faşist yönetimin baskı ve otoritesini perçinledi. Her on yılda bir kendini yeniden güncelleyen tekçi anlayış, Kemalizmin ‘inkâr et, ötekileştir, asimile et’ sistemine dayalı baskı ve otoritesi yüzyıl sonra yeniden hortladı.

Osmanlı’nın son döneminde, özellikle merkezi otoriteye direnç gösteren aşiretler üzerinden sistematik baskı ve zorla iskân politikalarına maruz kalan Kürtler, Balkanlar ve Kafkasya ve farklı ülkelerden gelen/getirilen göçmenlerin Kürt coğrafyasına yerleştirilmesiyle demografik dengeyi değiştirme çabalarıyla karşı karşıya kaldı. Kürtler, Osmanlı’nın baskı politikalarına direnmiş ve bu direnişin yarattığı mücadele alanı, Cumhuriyet döneminde daha sistematik bir asimilasyon ve zorla iskân pratiğine dönüştürülmüştür.

Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren uygulanan bu politikalar, Kürtlerin tarihsel varlığını hiçe sayan bir devlet pratiği olarak sürdürülmüştür.

Kürdistan’ın silinmek istenen hafızası!

Bu baskı ve tahribat politikaları sadece bu bölgelerle sınırlı kalmamış; Kürdistanı’nın diğer tarihî ve kültürel alanları da hedef alınmıştır.

Kürt halkının tarihi, kültürel ve toplumsal sembolü olan Hasankeyf, Kürt kimliği ve direnişi açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir ancak Kürdün tarihine, coğrafyasına ve kültürüne saygı bile duymayan TC, Hasankeyf’i sular altında bırakarak bir tarihi yok etmiştir.

Yine Sur ve Nusaybin’de, Kürt yerleşim alanlarında devlet eliyle gerçekleştirilen yıkım, tahribat ve soykırım politikaları bu tarihî tahribatın devamı niteliğindedir. Elbette bütün bunlarla da sınırlı değil; Kürdistan coğrafyasında benzer yöntemlerle gerçekleşmiş ve hâlen süren çok sayıda örnek vardır.

Kürdistandan zorla göç ettirilen Kürtler, batıda sistematik olarak gettolara ve kenar mahallelere yerleştirildi; burada hem belediye hizmetlerinden yoksun bırakıldılar hem de yerleştirildikleri alanlar üzerinden derin bir ötekileştirme politikası uygulandı.

Türk halkı ve zengin elit semtlerde yaşayanlar nezdinde “Kürtler buraya ait değildir, kötüdür” algısı yaratılmak istendi; uyuşturucu, gasp ve kadın bedeninin istismarı gibi toplumsal sorunlar, kasıtlı olarak Kürtlerin yoğun olduğu gettolarda yaygınlaştırılarak, önyargı ve ayrımcılık derinleştirildi.

Kürtlerin yerleştirildiği bölgelerde şehirleşme bilinçli olarak çarpıtıldı ve Kürdistan’da kendi coğrafyasında refah içinde yaşayan Kürtler, zorla göç ettirildikleri yerlerde gecekondu alanlarında yaşamaya mecbur bırakıldılar; şehirlerin en ücra ve geri kalmış bölgelerinde hayatta kalmaya zorlandılar. Bu, uzun vadeli ve hesaplı bir etnik, sosyal ve mekânsal dışlama politikasıydı.

Ayrıca TC, Kürdistan’da sürgün edemediği Kürtlere yönelik ekolojik faaliyetler üzerinden devşirdiği rantla hem kendi menfaatini sağlıyor hem de coğrafyası tahrip edilen Kürtlerin kendi iradeleriyle batıya göçünü dayatıyor.

Adeta bir ekolojik silah kullanıyor; bu, Kürtlere karşı yürütülen özel savaşın bir boyutu olarak işliyor.

 İlber Ortaylı, Kürt Düşmanlığında Erdoğanla Ortak!

Her fırsatta ‘Kürt-Türk kardeşliği’ söyleminin pompalandığı bir zeminde, bugün ise bu ideolojik miras, İlber Ortaylı gibi akademisyenlerin önerilerinde yankı buluyor.

Fırat ve Dicle havzası, Kürtler için sadece bir coğrafya değil, binlerce yıllık bir yerleşik yaşamın, kültürel mirasın ve sosyal örgütlenmenin merkezidir. Köyler, vadiler ve kasabalar, Kürt halkının tarih boyunca inşa ettiği ekonomik ve kültürel dokuyu şekillendirmiştir.

Bu varlığı göz ardı ederek, İlber Ortaylı’nın “Fırat ve Dicle havzası, Türkiye için hem teknik hem demografik hem de siyasi açıdan hayati önem taşır. Burada boşalan köyler, vakit kaybetmeden Asya’daki kardeş potansiyel nüfusla doldurulmalıdır” sözleri, bölgedeki Kürt halkının tarihsel varlığını hiçe sayan bir asimilasyon ve demografik soykırım yaklaşımını ortaya koymaktadır.

Kemalizm ile birlikte, Osmanlı’nın demografik soykırım mirası, Kürt coğrafyasında zorla enjekte edilmeye çalışılan ‘tek devlet, tek millet, tek dil’ zihniyetiyle yeni bir sistematik asimilasyon pratiğine dönüştü.

Ortaylı’nın tarihsel gerçekliği yok sayan, “Çin’in nükleer denemeleriyle yıpratılan bereketli Uygur bölgesinin çalışkan çiftçileri kısa zamanda Türkiye’ye getirilmelidir” önerisi, sapkın ırkçılığın ve asimilasyoncu zihniyetin yeniden devreye sokmak istendiğini gösteriyor.

Öyle ki Erdoğan’ın bugün Rojava’yı yok sayması ve sınır ötesi operasyonlarla bölgeye yönelik katliamları, tarihsel baskı ve imha politikalarının güncel bir uzantısı olarak işliyor.

Ortaylı’nın bu çıkışı, Erdoğan’ın anti-Kemalist duruşuna karşın kendi neo-Türk-İslamcı ideolojisini dayatması için ideal bir ortam yaratıyor ve bu söylemleri meşrulaştırıyor. Böylece tarihsel olarak Kürtlere yönelik uygulanan baskı ve imha politikaları, güncel söylemler üzerinden yeniden üretiliyor; Kürtlere karşı nefret ve ötekileştirme mekanizmaları, hem sembolik hem fiili olarak pekiştiriliyor.

Çıkışlarıyla Kemalizmin uzantısı görevi üstlenen İlber Ortaylı, Erdoğan’ın çizgisinde söylemler ileri sürerek hem Kürtlere yönelik yeni bir nefreti fitillemekte hem de iktidara şirin görünme çabasında bulunuyor

Böylece, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, oradan günümüz Türkiye’sine uzanan tekçi ve asimilasyoncu miras, sadece Kürt halkının tarihsel varlığını yok saymakla kalmıyor; aynı zamanda güncel politik ve akademik söylemlerle meşrulaştırılıyor.

İlber Ortaylı’nın önerileri, tarihsel bir bilinçten uzak, neo-Türk-İslamcı ideoloji ile beslenen bu baskı ve asimilasyon mekanizmalarının güncel tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Kürdistan’ın silinen hafızası, yalnızca geçmişin değil, bugünün de hedefi olmaya devam ediyor.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu