
Ön Açıklama: Kürt Ulusal Sorununda yaklaşık bir yılı aşan bir süredir devam eden tartışmalara ilişkin Partizan Dergisi’nin 102. Sayısında yayımlanan değerlendirmelerin kimi bölümlerini güncelliğinden dolayı yayımlıyoruz.
*
1 Ekim 2024 tarihinde TBMM’de faşist MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) sıralarına giderek, DEM milletvekilleriyle tokalaşması ve ardından 22 Ekim’de MHP’nin grup toplan- tısında yaptığı konuşmada, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öca-lan’a çağrıda bulunarak; “Buyursun, terörün bittiğini, örgütün tasfiye edildiğini tek taraflı ilan etsin”, “Tecridi kaldırılırsa gelsin, TBMM’de DEM Grup Toplantısı’nda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayeti gösterirse umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılmasının önü de ardına kadar açılsın. Adres İmralı’dan DEM’e uzansın” ifadelerini kullanmasıyla, TC devleti ile A.Öcalan şahsında, PKK ile bir “süreç” başlatıldığı kamuoyuna yansıdı.
Bu tartışmalara dair proleter hareket de çeşitli vesilelerle yayınladığı broşür ve açıklamalarla, Kürt ulusal sorunu ve PKK’nin “paradigma değişikliği”yle yaşanan “süreç” ve gelişmelere dair görüşlerini kamuoyuna açıkladı. Bu makalede PKK lideri A.Öcalan’ın “27 Şubat Çağrısı”nda dile getirdiği görüşlerin bir değerlendirmesi yapılacaktır.
Makale; genel olarak ulusal sorun, Kürtlerin ulusallaşması, Kürt isyanları, PKK’nin mücadele sahnesine çıkması ve PKK’nin kendisini feshettiği Olağanüstü 12. Kongre sonrası gelişmeleri değerlendirecektir.
Bütün tartışmalar bir yana Türkiye’de Kürtler bir ulustur ve her ulus gibi Kürt ulusu da Özgürce Ayrılma Hakkı’na (ayrı bir devlet kurma hakkı) sahiptir. Bu MLM’ler açısından ilkesel bir konudur ve tartışmaya kapalıdır.
Gelinen aşamada Kürt ulusal hareketinin andaki ifadesi olarak şekillenen PKK’nin ve onun lideri A.Öcalan’ın bırakalım “ayrılma hakkı”nın kullanımını, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nda, bu hakkın talep edilmesini “aşırı milliyetçi savruluş” olarak tanımlaması ve dahası “ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamak- tadır” olarak tanımlayarak ulusal sorunun çözümüne dair burjuva anlamda dahi şu veya bu adımları reddetmesi, meseleye dair görüşümüzü yeniden ifade etmemizi zorunlu kılmaktadır. (Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” için bakınız; A.Öcalan, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, 27 Şubat 2025, bianet.org)
Elbette “ayrılma hakkı”nın nasıl kullanılacağı tamamen Kürt ulusunun kendi iradesine tabidir. Bu konudaki görüşümüz bilinmektedir:
“Marksist-Leninist hareket, devlet kurma hakkı konusunda da imtiyaza karşıdır… Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, belli bir ulusun ayrılmasının gerekliliği ile asla karıştırılmamalıdır. Marksist-Leninist hareket, ayrılma sorununu her özel meselede somut olarak ele alır, ‘bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için, proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder’. Marksist-Leninist hareket, tasvip etmediği bir ayrılma kararında da zor kullanmayı, engel ve güçlük çıkarmayı kesinlikle reddeder. Sınırlar, milletin kendi iradesiyle tespit edilmelidir. Bu, çeşitli milliyetlere mensup işçi ve emekçi yığınların karşılıklı güveni, sağlam dostluğu ve gönüllü birliği için zorunludur.” (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık, Ekim 2016, s. 274-275)
Somutta ise A.Öcalan ve PKK, ayrılmadan değil tam tersine ezen ulusla “demokratik entegrasyon”dan bahsetmektedir. A.Öcalan “yeni paradigması”n da TC devletine “demokratik toplum” çağrısı yapmakta ve Kürt ulusal hareke- tine, bu “demokratik toplumla” entegre olmayı önermektedir: “…devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye Cumhuriyeti’yle özellikle.” (A.Öcalan, “Perspektif”, Serxwebûn Gazetesi, sayı 521)
- Ulusal Sorunun Tam ve Doğru Çözümü
“Bu, Marksistlerin programındaki ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri’ ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir. ’ (V.İ.Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sekizinci Baskı, Sol Yayınları, s. 52, bold Lenin)
“Genel olarak Marksizm’in teorisi bakımından ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı sorunu, hiçbir zorluk içermez.” (V.İ.Lenin, age, s. 104)
Bunun dışındaki hiçbir çözüm, ezilen bağımlı ulusların gerçek kurtuluşu olamaz. Reformlar ya da bazı demokratik kırıntıların elde edilmesi sadece bir pansuman “çözüm” olabilir.
Bu noktada, ulusal sorunu ortaya çıkaran tarihi gelişim ya da tarihi olarak ulusların oluşumunun kısa bir tanımını yapmak yararlı olacaktır.
Ulus devletler, tarihi olarak çeşitli aşiret ve toplulukların birleşerek bir ulus oluşturmalarına rağmen örneğin Moğollar veya İskender’in büyük devletleri bir ulus oluşturmazlar.
Bunlar ulus değil, fakat bu ya da şu nedenle bir araya gelmiş ve dağılmış insan topluluklarıdır. Demek ki, devlet ile ulus bir ve aynı şey değildir. Devlet, ezen ve ezilen sınıfların ortaya çıkmasından hemen sonra oluşmuş sınıfsal bir olgudur.
Tarihi olarak, sınıflar ortaya çıktıktan sonra sırasıyla Köleci Devlet, Feodal Devlet olmasına rağmen bu devletlerin sınırları içinde yaşayan insan toplulukları birer ulus oluşturmuyordu. Burada çok önemli bir ayrım noktası söz konusudur; Ulus, sadece tarihi olarak oluşmuş bir kategori değildir, o, aynı zamanda yükselen kapitalizm çağının bir tarihi kategorisidir.
Başka bir ifadeyle, feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda insan topluluklarının ve aşiretlerin uluslar biçiminde birleşme zamanıdır. Örneğin Batı Avrupa’da feodal parçalanma üzerinde zafer kazanan kapitalizmle birlikte İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Almanlar ulusal devletler olarak ortaya çıktılar.
Her istikrarlı topluluğun bir ulus oluşturmadığını yukarda vurguladık. Ulus için ortak bir dil zorunlu iken, bir devlet için ortak dil şart değildir. Ortak bir dil olmadan bir ulus meydana gelemez. Fakat her ortak dili konuşan da aynı ulusu oluşturmazlar. Örneğin Amerikalılar ve İngilizler ortak bir dil konuştukları halde iki ayrı ulustur. Dil birliği, bir ulusun en belirgin karakteristik özelliklerinden biridir.
Fakat dil birliği, bir ulusu meydana getirmeye yetmez. Dil birliğinin yanında başka özellikler de söz konusudur. Bu özelliklerden bir diğeri de, ortak bir toprak üzerinde yaşıyor olmalarıdır. Bir ulus uzun süreli ve düzenli ilişkiler sonucu toplulukların kuşaktan kuşağa bir arada yaşamaları sonucunda mey- dan gelmiştir. Bir toprak olmaksızın uzun süreli bir arada yaşama mümkün değildir. Demek ki, toprak birliği ulusun karakteristik özelliklerinden biridir.
Fakat bu iki özellik de bir ulusun meydana gelmesi için yeterli değildir. Dil ve toprak birliğinin yanında, ulusun tek tek bölümlerini bir bütünde birleştiren bir iç iktisadi birlik şarttır. Bu ekonomik birlik, bir ulusun tümünün bir ortak pazar etrafında bir araya gelmelerini sağlayan önemli bir öğedir. Demek ki, iktisadi yaşantı birliği ulusun karakteristik belirtilerinden biridir.
Bütün bu belirttiğimiz özelliklere bir başka özellik daha eklenmelidir. Bu da ruhi şekillenme birliğidir. Uluslar sadece dil, toprak ve ekonomik olarak birbirlerinden ayrılmazlar.
Aynı zamanda kültür özelliklerinde ifadesini bulan ruhi şekilleniş bakımından da ayrılırlar. Demek ki, bir kültür birliğinde ifade- sini bulan ruhi şekillenme birliği, ulusun karakteristik özelliklerinden biridir. Tüm bu ifadelerin sonucu olarak; ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, ortak bir pazar, kültür birliği ve ruhi şekillenmede ifadesini bulan istikrarlı bir
insan topluluğudur. Özetlersek;
“‘Millet [veya ulus]; dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği- nin ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur.’” (J.Stalin’den aktaran İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık, Ekim 2016, s. 223)
Ulus sadece tarihi bir kategori değil, fakat belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının, bir tarihi kategorisidir.
Kapitalizmle birlikte uluslaşma sürecinde farklı iki dönem yaşandığını görmekteyiz. Bunlardan birincisi Batı’da Almanya, İngiltere, Fransa’da tek uluslu devletler kurulurken, Doğu’da ise çok uluslu devletler kuruldu. Macaristan ve Rusya bu tür devletlerdi. Bu aynı zamanda çok uluslu devletlerde ulusal sorunu da gündeme getirdi.
Diğer bir gelişme de devletlerin bu kendine özgü kuruluş biçiminin hemen yanı başında, geri plana itilmiş milliyetlerin uluslar biçiminde örgütlenmek için iktisadi bakımdan sağlamlaşmaya henüz vakit bulamamış olduğu, henüz tasfiye edilememiş feodalizm ve zayıf gelişmiş kapitalizm koşulları altında mümkündü.
Ulusal sorunda belirtilmesi gereken bir diğer konu da ulusal sorunun üç gelişim aşaması olduğu gerçeğidir.
“Ulusal sorunda birinci dönem; Batıda feodalizmin tasfiye ve kapitalizmin zaferi dönemidir. Bu dönem insanların ulusal topluluklar olarak birleştikleri döneme tekabül eder… Birinci dönem olarak belirtilen bu dönemde, Batı Avrupa’da ulusal baskının olmadığı devletler oluşurken, Doğu Avrupa’da ise ekonomik ve politik olarak gelişmiş ulusun hakim olduğu, diğer ulusların baskı altına alındığı çok uluslu devletler kuruldu. Doğu’nun bu çok uluslu devletleri, ulusal savaşları, ulusal hareketleri ve ulusal sorunun çeşitli çözüm yöntemlerini ortaya çıkaran ulusal baskının anavatanları oldu. (J.Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Dördüncü Baskı, s. 115-116)
Ulusal baskı ve ona karşı mücadele yöntemlerinin geliştirildiği ikinci dö- nem ise emperyalizmin ortaya çıkmasıyla şekillenen dönemdir. Kapitalizm; pazar, hammadde, enerji ve ucuz iş gücüne her zaman ihtiyaç duymuştur. Sermaye ve mal ihracında kara, deniz ve hava yollarını denetleme ve bunları güvence altına almak ister. Bunun için ulusal çitleri yıkar, rakipleri aleyhine ulusal topraklarını genişletir.
“Bu ikinci dönemde, Batının eski ulusal devletleri -İngiltere, İtalya, Fransa-, ulusal devletler olmaktan çıkarlar, yani ellerine yeni topraklar geçirip böylece daha önce Avrupa’n doğusunda var olan o aynı ulusal ve sömürgesel baskı için bir alan oluşturarak, çokuluslu devletler durumuna dönüşürler. Bu dönem, Avrupa’nın doğusunda, egemenlik altındaki ulusların (Çekler, Polonyalılar, Ukraynalılar), emperyalist savaştan sonra, eski çokuluslu burjuva devletlerin dağılması ve büyük güçler denilen devletlerce egemenlik altına alınmış yeni ulusal devletlerin kurulmasına yol açan uyanış ve pekişmeleri ile belirlenmiştir.” (J.Stalin, age, s. 116-117)
Ulusal sorunda üçüncü dönem Ekim Devrimi dönemidir. Ekim Devrimi ile kapitalizmin yıkıldığı, ulusal sorunun çözüldüğü dönemdir. Ekim Devrimiyle birlikte Rusya’da ezilen uluslar ve sömürgeler sorununun tarihin çöplüğüne atıldığı dönemdir.
“Ama Ekim Devrimi, yalnızca ulusal baskının kaldırılması, yalnızca halkların birleşmesine uygun bir alanın yaratılması sonucunu vermemiştir. Gelişmesi içinde, Ekim Devrimi, bu birleşmenin biçimlerini de hazırlamış, halkların bir tek federal devlet biçiminde birleşmesinin kendilerine göre yapılacağı temel çizgileri de çizmiştir. Devrimin birinci dönemi içinde, milliyetlerin emekçi yığınları bağımsız ulusal büyüklükleri ilk kez olarak duydukları, ama bir yabancı müdahale tehdidi henüz kendini gerçek bir tehlike olarak göstermediği sırada, halkları işbirliğinin henüz mutlak olarak belirlenmiş, sıkı sıkıya saptanmış bir biçimi yoktu. İç savaş ve müdahale döneminde, ulusal cumhuriyetlerin askeri özsavunma çıkarlan birinci planda göründükleri, ama iktisadi kuruluş sorunları henüz gündemde yer almadıkları sırada, işbirliği askeri bir ittifak biçimini aldı. Son olarak, savaş-sonrası dönemde, savaş tarafından yıkıma uğramış üretici güçlerin yeniden kurulma sorunları birinci sırada göründükleri zaman, askeri ittifak, iktisadi bir ittifak ile tamamlandı. Ulusal cumhuriyetlerin, sovyet cumhuriyetlerinin bir Birliği biçiminde birleşmesi, işbirliği biçimlerinin gelişmesinin, bu kez, halkların çokuluslu tek bir sovyet devleti içinde, askeri, iktisadi ve siyasal bir birliği niteliğine bürünmüş bulunan son evresini oluşturur.
Böylece proletarya, sovyet rejiminde, ulusal sorunun doğru çözümü anahtarını bulmuş, ulusal eşitlik ve özgür katılma üzerine kurulu çokuluslu, kararlı bir devletin örgütlenme yolunu, bu rejimde bulgulamıştır.” (J.Stalin, age, s. 162-163)
PKK’nin Temel Teorik Görüşlerinin Şekillenmesinde Sosyalist Etkinin Rolü
1970’li yıllardan sonra Türkiye Kürdistanı’nda “Bağımsız Kürdistan” perspektifiyle örgütlenen hareketlerin esası kendini sosyalist olarak tanımlı- yordu. Yine uluslararası planda Marksizm Leninizm Maoizm (MLM) ile modern revizyonizm arasında süren mücadele ve köklü ayrışmada, PKK de dahil bu hareketler ağırlıklı olarak modern revizyonizme yakın bir noktada konumlanmışlardı.
PKK önder kadroları, Rusya’da iktidarı ele geçiren sosyalist maskeli bürokrat burjuvalara kimi eleştiriler yöneltmelerine rağmen, SSCB’yi hala sosyalist olarak görüyorlardı. Bu ülkenin bölgesel düzeyde, Kürt ulusal sorununa yaklaşımını, uluslararası planda sosyalistlerin Kürt sorunu karşısındaki tutumu olarak değerlendiriyorlardı.
Nitekim, sosyalist maskeli bürokratik burjuva diktatörlükleri yıkıldıktan sonra, başta PKK olmak üzere modern revizyonizmin etkisinde kalan bu hareketlerin çoğu, hatalı değerlendirmeleri karşısında öz eleştirel bir tutum takınma yerine, bu sosyalist maskeli bürokrat burjuvaların yıllarca enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarına karşı işlemiş olduğu suçlardan hareketle, bilimsel sosyalizme dönük eleştiriler getirmeye başladılar.
Bugün ideolojik anlamda esas olarak burjuva cephaneliğinde piyasaya sürülen, “Stalinizm”, “reel sosyalizm”, “demokratik sosyalizm” vb. tüm tanımlama ve kavramlar bu yanlış ve yetersiz kavrayış üzerinde yükselmektedir.
Elbette ki bu gerçeklere işaret ederken, sosyalist uygulamalarda yanlışların olmadığını-olmayacağını iddia etmiyoruz. Buradaki esas itirazımız, sosyalist sistemde süren sınıf mücadelesinde, yeniden sosyalist maskeli burjuvaların iktidarı ele geçirmesinden hareketle, bir bütün olarak bilimsel sosyalizm ve komünizme dönük burjuva cephaneliğinde ödünç alınan silahlarla karşı saldırıya geçilmesinedir. Sosyalizmi, kendi dar “ulusal” ufuklarına uyarlama çabalarınadır.
Kapitalist-emperyalist sistemle “barış” içinde bir arada yaşamayı öngören “sosyalist” anlayışadır. Dahası sanki sosyalizm gerçek demokrasiyle bağdaşmıyormuş, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilenler için özgürlükçü bir sistem niteliğinden uzakmış gibi, onun önüne bir de “demokratik” bir kavram konulmaya ihtiyaç duyulmasınadır.
Üstelik devrimci mirasa ve sosyalizme dönük tüm bu saldırılar, bugün yer küremizi yaşanamaz hale getirecek kadar tahrip eden, yoksullaştıran kapitalist-emperyalist barbarlığın hâkim olduğu bir dönemde yapılmaktadır.
A.Öcalan’ın son çağrısı içinde yer alan şu değerlendirmeler sosyalist maskeli bürokrat burjuvaların ideolojik olarak PKK üzerindeki etkisini de somut olarak ortaya koymaktadır:
“Özgürlük çözümü başarıldı mı? Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik, örgütsel bilince kavuştu, fakat özgürleşme adımında tıkanma yaşandı. Tıkanmanın gerisinde reel sosyalist ideoloji ve etkileri vardır. Sosyalizm 20. yüzyılda dün- yanın pek çok yerinde devlet iktidarını ele geçirdi, dünyanın üçte birine hakim hale geldi. Ama ayakta kalamadı, çöktü. Bu bize de kriz olarak yansıdı. Reel sosyalizm çöktü biz ayakta kaldık ama büyük bir bunalımda yaşadık.
Reel sosyalizm teorik açmazlarını aşamadığı ve özgürlükçü sosyalizmini geliştirmediği için çöktü, ideolojik bunalımdan çıkmak zordur. Dayandığımız ideolojik argümantasyon çökmüştür. Hangi kavramsal çerçeveye, hangi sosyolojik analize dayanacaksınız? Reel sosyalizm çökmüş, geriye pek bir şey kalmamış, el yordamıyla sosyalizme inancı sürdürürken ‘sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır’ gibi bir değerlendirmem olmuştu. Sosyalizme inancımı, bağlılığımı korudum ve bunu bir bilince dönüştürme mücadelesine girdim. Zor, bunalımlı yıllardı…” (A.Öcalan, “Perspektif”, Serxwebûn, sayı 521)
Elbette ki çöken sosyalizm değildi, çöken sosyalist maskeli bürokrat burjuva diktatörlükleriydi. MLM, bir bilimdir. Proletaryanın dünya görüşüdür. Onu modern revizyonizmle ilişkilendirmek, revizyonistlerin anti-komünist burjuva ideolojisiyle uzlaştırmak kabul edilemez.
Yeniden ana konumuza dönecek olursak, PKK, kuruluş sürecinde sosyalizmden etkilenen bir harekettir. Ve temel teorik görüşleri, ulusal devrimci bir çizgi üzerinde şekillenmiştir. Kuruluş sürecinde kimi Kürt feodallerine karşı yürütmüş olduğu mücadelenin yanı sıra, belirlemiş olduğu amaç ve hedefleri noktasında kararlı bir çizgide yürümesi vb. tüm pratikler bu gerçekliğin doğruluğuna işaret eder.
Ama tüm bunlara rağmen Kürt ulusal hareketinin ana çizgisine damgasını vuran, sosyalist bakış açısı değil, ezilen Kürt ulus milliyetçiliğidir. Başta da ifade ettiğimiz gibi, PKK sosyalizmi, Kürt ulusal mücadelesine uyarlamaya çalışmıştır. Bunu yaparken, dünyadaki demokratik ve sosyalist devrim deneyimlerini de göz ardı etmemiştir.
(Devam Edecek)



