
Ön Açıklama: Kürt Ulusal Sorununda yaklaşık bir yılı aşan bir süredir devam eden tartışmalara ilişkin Partizan Dergisi’nin 102. Sayısında yayımlanan değerlendirmelerin kimi bölümlerini güncelliğinden dolayı yayımlıyoruz.
*
27 Şubat Çağrısı
Her şeyden önce, faşist TC devletinde iktidar ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin mecliste DEM vekillerine uzattığı kanlı el “savaşanlar” arasında “barışı” inşa etmek için uzanan bir el değildir.
Bu kanlı elin, devletin eli olduğu ve “Terörsüz Türkiye” karanlık planlarıyla piyasaya sürüldüğü ge- linen aşamada daha net olarak ortaya çıkmıştır.
Çünkü hala Kürt ulusunun haklı ve meşru mücadelesi bir “terör” faaliyeti olarak görülmektedir. Gerçek manada barış isteyen önce bu inkarcı dili kullanmaktan vazgeçerek Kürt ulusunun varlığına, ulusal demokratik haklarına saygı gösterir. Keza ulusların Özgürce Ayrılma Hakkı’na saygı göstermeyen, ırkçı-şoven bir anlayışın “barış” istemi her türlü samimiyetten uzak, sömürücü egemen sınıfların iktidarlarının selameti için kurulan yeni bir tuzaktır.
Yine A.Öcalan’ın açıklamalarından anlaşılıyor ki, Meclis’te uzatılan el, tarafların uzun bir dönemdir kendi aralarında yürüttükleri görüşmelerin bir sonucudur. Bu görüşmelerde taraflar arasında sağlanan bir hemfikirliğin de olduğu görülüyor.
Görülen diğer bir şey ise henüz kamuoyunun içeriğini tam olarak bilmediği bu projenin adım adım pratiğe uygulanması gerçeğidir.
PKK’nin fesih kararı, bir grup gerillanın silahlarını yakması, İmralı ile görüş- me trafiğinin hızlanması, Meclis’te bir komisyonun kurulmasıyla bu süreç, burjuva muhalefetin diğer kesimleri de sürece ortak edilerek sonuçlandırılmak isteniyor.
Nasıl Bir Barış?
Birincisi; Kürt ulusal hareketinin uğruna nice bedeller verdiği 50 yıllık bir mücadele sonucunda, hiçbir talep ileri sürülmeden bir “süreç” yürütülmektedir. A.Öcalan’ın, 27 Şubat 2025 tarihindeki çağrısında “PKK’yi feshedin” ve 9 Temmuz 2025’te yayınlanan görüntülü mesajında “silahları bırakın” çağrısında dile getirdiklerinin hedef ve kapsamı bir ve aynıdır.
Burada sorulması gereken ilk soru, 1984’ten bu yana süregelen mücadelede, Kürt ulusal hareketini çatışmaya zorlayan zemin, amaç ve hedefler nerede kaldı ve ne değişti sorusudur?
İkinci soru “kimlerle ve nasıl bir barış?”tır. Barış, kavramının olduğu yerde mücadele ve savaş halinde iki taraf, iki karşıt güç, iki cephe, iki kutup vardır. Gelinen aşamada ortaya çıkan bazı olgulardan hareketle ya bir tarafın diğerine boyun eğmesi ya da anlaşma üzerinde bir “barış” olması gerekirken, A.Öcalan’ın yaptığı çağrılarda bunların hiçbiri bulunmamaktadır.
Faşist MHP’nin lideri, açıkça emperyalistlerin Orta Doğu’da yeni yö- nelimlerinin TC devletini de etkileyebileceği gerçeğinden hareketle bir “ön alma” çabası içindedir. Bu yaklaşımda “kardeş Kürt ulusunun” haklarının kabulünden ziyade TC devletinin olası tehlikeler karşısında “beka sorunu”ndan hareket edilmektedir.
Bunun nedeni elbette başta ABD olmak üzere batı em- peryalizminin doğrudan hizmetinde olan bir parti olarak, “emperyalizm gerçeği”ni en iyi bilen partilerden biri olan faşist MHP’nin rolünü oynamasıdır.
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat ve 9 Temmuz çağrıları, uzun süredir dev- letle görüşmelerin bir sonucu olarak ve tarafların karşılıklı olarak uzlaştıktan sonra gelmesinin tesadüfü olmadığı açıktır. Sonuçta belirleyici olan kimin, kimin çizgisine geldiği veya yaklaştığı meselesidir!
Ve yine önemli olan bunca deneyimden sonra TC devletinin, “herhangi bir pazarlık olmadan” adım atıp atmayacağıdır!
Kürt ulusal sorununun çıkış noktası neydi? Egemen ulusun Kürtleri bir ulus olarak kabul etmeyişi, ulusal varlığını inkar etmesi, ulusun hak ve özgürlüklerini tanımaması, acımasız bir ulusal baskı, zulüm, soykırım uygulaması, sistemli asimilasyon politikasına başvurmasına karşı, Kürt ulusunun başkal- dırması, mücadele yürüterek ulusal kurtuluşunu ve ulusal bağımsızlığını kazanma savaşıydı.
TC devleti, geçmişten günümüze Kürt katliamları konusunda bile adeta “ortaya” konuşarak “hata olmuştur”, “yanlış yapılmıştır”, “olmamalıydı”, ders çıkarmalıyız” vb. ifadelerle bile Kürt ulusundan bir özür dilememektedir.
Hala toplu katliamlarda öldürülenlerin ve ulusal hareketin katledilen ön- derlerinin mezar yerini bile açıklamamaktadır.
Hala “tek dil, tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak” gibi ırkçı söylemlerden en ufak bir şekilde vazgeçmiş değildir. “Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür”, “Türkiye Türklerindir”, “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk nerede varsa sınır orada çizilir” vb. ırkçı söylemlerden bir milim geri durmamaktadır.
Doğru ya da yanlış görebiliriz, bir örgüt şu ya da bu gerekçeyle silahlı mücadeleden vazgeçebilir. Bunun yerine yasal sınırlar içinde demokratik mücadele biçimlerini savunabilir. Bu strateji değişikliği anlaşılabilir.
Ancak “Terörsüz Türkiye” anlayışına eşlik ederek “devlet ve toplumla bütünleşmeyi’’ önüne görev koymak, “devlet”e karşı silahlı mücadele yürütmenin yanlış olduğunu ilan etmek önemli ve tarihi bir kırılmaya işaret etmektedir.
TC, kuruluşundan itibaren emperyalizme bağlı olup, büyük sermaye sınıfının egemenliğinde, tepeden tırnağa anti-demokratik, faşist bir diktatörlük olduğu için Kürt ulusuna ulusal baskı uyguluyor.
Bu devlet yıkılmadığı müddetçe de bu niteliği özünde/temelde değişmeyecektir.
Bu süreç boyunca ancak Türk ve Kürt uluslarından çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve emekçilerin toplumsal halk muhalefetinin mücadelesi sonucu kısmi hak ve özgürlükler kazanılabilir. Örgütlü güçle bu hakların bile korunamadığı durumda, TC devletinden kendiliğinden bir demokrasi beklemek hayaldir.
A.Öcalan’ın “Çağrı”sında Kürt ulusu ve temel haklarından dahi bahsedilmemektedir.
“Çağrı”nın hiçbir yerinde Kürt ulusunun ulusal haklarının tanınması yani ulusların kendi geleceğini özgürce belirleme hakkı olmadığı gibi Kürtlerin bir ulus olduğu ve ulus olarak kabul edilmesinin vurgusu bile bulunmamaktadır.
“Kürt-Türk İlişkileri”
Kürt ulusal uyanışının başlamasıyla birlikte TC devleti, “Kürt ulusu diye bir şey yok” söylemini daha çok dillendirmeye başlamıştı.
“Türk’ün dağlarda ya- şayanlarına Kürt denilir, dağda yaşayanlar kışın karda yürürken kart-kurt diye sesler çıkardıkları için onlara Kürt denilmiştir. Oysa hepimiz Türk’üz!” vb.
Türk hakim sınıfları, “bin yıllık kardeşlik” edebiyatını bunun için yapı- yorlardı. Amaç Kürt ulusunun bir ulus olarak varlığının inkar edilmesiydi. Başta “devlet kurma” olmak üzere ezen ulusun imtiyazlarının korunması, ezilen ulusun varlığı dahil olmak üzere, bir ulus olmaktan kaynaklı kolektif haklarının yok sayılması ve reddedilmesiydi.
A.Öcalan 27 Şubat çağrısında, “Kürt-Türk ilişkileri; 1000 yılı aşan tarihler boyunca … varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir” ifadelerini kullanmaktadır.(age)
Birincisi, “1000 yılı aşan tarih” denildiğine göre farklı toplumsal yapı ve süreçler arasındaki farklar görülmemekte, hepsi bir sepete konulmaktadır.
İkincisi, uluslaşma süreci sonrası, ulusların birbirleriyle ilişkileriyle ulusların henüz ortaya çıkmadığı kapitalizm öncesi dönemin ezen ve ezilen sınıflar ve halklar arasındaki ilişkilerin durumu birbirine karıştırılmaktadır.
Üçüncüsü, sorunun uluslar ve topluluklar olarak ifade edilmesi, sınıfsal olgu ve kavramlarla ifade edilmemesi, bulanıklaştırmaya neden olmaktadır. Meselelere “sınıflar dışı” veya “sınıflar üstü” bakmaktan ileri gelen bir yaklaşımla, sınıfsal yaklaşım ve çözüm de doğru konulmamış olmaktadır.
Dördüncüsü, “Kürt-Türk ilişkileri” diye kastedilen süreçle, son yüz yılı aşkın zaman dilimi içinde her iki ulus arasındaki ilişki kastedilmektedir.
Fakat burada gözden kaçan husus, bu ilişkide birinin hakim ve ezen ulus; diğerinin ise ezilen ulus olduğudur.
Dolayısıyla aynı durumda değildirler. Ezen ulusun hakim sınıfları, ezilen ulusun tüm katmalarına sistemli bir ulusal baskı, katliam, soykırım ve sistemli bir asimilasyon uygu- lamaktadır; ezilen ulusun ulusal hakları gasp edilmiş durumdadır ve sistemli olarak çok yönlü ulusal baskı altında acımasız bir zulüm görmektedir.
Mevcut koşullarda, hak ve özgürlükler hiçbir zaman eşit olmamıştır.
Gönüllü bir ittifak yoktur; zorla ve zulümle haklarından mahrum bırakılarak sindirilme vardır. Ayrıca, Kürt ulusu bir bütün olarak ulusal zulüm görse de, bu zulmün en ağırını Kürt ulusunun işçi ve emekçi halkı yaşamaktadır. Ulusal baskıya bir de sınıfsal baskı eklenmektedir.
Beşincisi, A.Öcalan 27 Şubat çağrısında, “Kürt-Türk ilişkileri; 1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir” değerlendirmesinde bulunmaktadır.(agy)
Bu, doğru bir değerlendirme değildir. Burada A.Öcalan’ın “hegemonik güçler” dediği, Osmanlı-Doğu Roma, Osmanlı-Safevi, Osmanlı-Rus ilişkileri vb. ve tarihsel olarak Osmanlı Devleti’nin, Balkan ve Avrupa ülkelerine ve Kuzey Afrika’ya doğru yayılmacı, işgalci, talan ve ilhak savaşları ve aynı amaçla girdiği ve yenilgi aldığı I. Emperyalist Paylaşım Savaşı vb. vardır.
Bu savaşlar genellikle savunma amaçlı değil yayılmacı ve saldırı amaçlıdır. Haksız savaşlardır. Dolayısıyla bu ittifak ilişkileri, Türk ve Kürt halklarının “varlıklarını sürdürmek” için değil, padişahların, sultanların askeri-feodal-emperyal çıkarları, yağma, çapul ve ganimet için zorla savaş cephelerine sürülmeleri, son derece ağır ve çeşitli vergilerle yoksul halkın yaşamı çekilmez hale getirilmesidir.
Bu nedenle ortada “gönüllülük yönü ağır basan” bir ittifaktan söz etmek mümkün değildir.
Kaldı ki, yukarıda ifade ettiğimiz gibi uluslaşma, kapitalizmin gelişimiyle söz konusu olmuştur. “1000 yılı aşan tarihler boyunca” Kürt ve Türk uluslarından bahsetmek, ulus denilen kavramın ortaya çıkışı itibariyle yanlıştır.
İngiliz, sonraları Fransız kapitalizmi, 1700’lerin sonları ve özellikle 1800’lerin ortalarına doğru Osmanlı Devleti’yle ilişkiler geliştirdi, pazarlarına girdi, 1800’lerin sonlarına doğru Alman emperyalizmi hakim bir güç olarak Osmanlı İmparatorluğu’nu kendisine bağımlı kıldı.
Osmanlı İmparatorluğu, I. Emperyalist Pay- laşım Savaşı’nda Alman emperyalizmi safında savaşa girdi ve yenilip yıkıldı. Osmanlı’nın parçalanması, tam sömürge haline gelmesi tehlikesine karşı, İttihat ve Terakki Partisi’nin geride kalan kadrolarının önderlik ettiği Türk hakim sınıflarının temsilcileri, yarı sömürge koşullarda emperyalistlerle anlaşarak, iktidarı ele geçirdiler ve Kemalist, ırkçı, şoven, faşist bir diktatörlük kurdular.
Sorun Çözüldü Mü?
Türkiye koşullarında “demokratik toplum” varsayımı, sınıflı toplum ger- çeği, TC devletinin üzerinde yükseldiği zemin ve faşizm gerçekliği dikkate alındığında gerçekçi değildir. Zira, Abdullah Öcalan’ın 9 Temmuz’da yayın- ladığı görüntülü mesajında dile getirdiği; “Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir. Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir” değerlen- dirmesi de gerçeği ifade etmemektedir. (“Abdullah Öcalan’dan 26 yıl sonra görüntülü çağrı”, 9 Temmuz 2025, bianet.org)
Kürt ulusal sorunu çözüme kavuşmamış ve sorun halen devam etmektedir. Bu anlamda şu gerçekleri bir kez daha vurgulamak gerekir:
Türkiye’nin tarihsel gerçeği olarak; Kürt ulusal sorunu başta olmak üzere, ezilen milliyetler ve ezilen inançlar üzerindeki ulusal ve inançsal baskının ancak ve ancak demokratik halk iktidarı ve sosyalizm koşullarında çözüme kavuşturulabile- ceği gerçekliğini hiçbir güç inkar edemez.
Evet, ulusal demokratik talepler uğruna mücadele yadsınamaz. Çünkü, bir ulusun, ulusal demokratik taleplerini savunmamak, asla ve asla devrimci bir tutum değildir.
Bunları savunup sahiplenirken, Kürt ulusal mücadelesini sadece kendini feshettiğini ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan eden PKK ile sınırlı görmek de yanlıştır. Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadeleye son vermesinin kitleler ve devrimci kamuoyunda olumsuz etkilerinin olacağını da öngörmek gerekir. Kitlelerde silahlı mücadeleye olan güvensizlik, Kürt ulusal hareketi şahsında bir süre de olsa kendisini gösterebilir.
Bu, bir kısım devrimci hareketi de olumsuz olarak etkileyecek ve geriye düşmeler olacaktır.Burjuvaziyle barış içinde yaşanmaz. TC’nin 100 yıllık tarihi buna fazlasıyla tanıktır.
Gelinen aşamada AKP iktidarları döneminde Türkiye’de “demokrasi”nin durumu ortadadır. Dahası AKP iktidarının, PKK’nin kendini tasfiyesi ve silahlı mücadeleye son vermesi karşısındaki tutumu da “demokratik adımlar” atmak değil, tam tersine faşist baskı ve saldırıları artırma yönündedir.
R.T.Erdoğan, 12 Temmuz tarihinde AKP 32. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nda yaptı- ğı konuşmada, silahların bırakılmasına karşılık, yasal ne gibi değişiklerin olacağı, tutsakların bırakılıp bırakılmayacağı, sürgün edilenlerin yerlerine dönüp dönmeyeceği, zarara uğrayanların zararlarının karşılanıp karşılanmayacağı ve ‘‘demokratik uygulamaların’’ neler olacağına ilişkin tek bir kelime etmemiştir.
Bunun yanısıra “çözüm” için “ümmet birliği”nden dem vurarak geleceğin “İslam devleti”nden bol bol söz ettiği konuşmasında, Kürtleri tehdit etmekten de geri durmamıştır. “Ya sürece dediğimiz gibi uyarsınız ya da sizi ezeriz” diyerek nasıl bir demokrasi vaat ettiğini göstermiştir. (Konuşma metni için bakınız: “Başkan Erdoğan’dan tarihi mesajlar: Büyük ve güçlü Türkiye’nin kapıları aralandı”, 12 Temmuz 2025, www.sabah.com.tr)
Sonuç;
Kürt ulusal mücadelesi bir sonuçtur. Peki gelinen aşamada bölgesel bir “sorun” haline gelen ve bu sonuca yol açan nedenleri ortadan kaldırmaya dönük TC devletinin “olumlu” bir tek söylemi var mıdır? Yoktur!
Sosyal pratikte hiçbir karşılığı olmayan “temenni ve dilekleri”n ise bir anlamı yoktur.
Bu anlamıyla A.Öcalan’ın “Perpektif” metninde faşist MHP lideri D.Bah- çeli’yi “olumlaması” ve attığı adımı; “Bu da bana göre, bu barış ve demok- ratik toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor” değerlendirmelerine katılmak mümkün değildir.(age) A.Öcalan tarafından yapılan yorumun oldukça subjektif olduğu açıktır.
Başta D.Bahçeli olmak üzere, faşist devletin sözcülerinin asıl amacı, Kürt ulusuyla barışmak değildir.
Amaç, Orta Doğu’daki bölgesel gelişmeler nedeniyle “bir tehlike” olarak gördükleri Kürt ulusal kazanımlarının tasfiye edilmesi, Kürt ulusal hareketinin silahsızlandırılarak düzen içine çekilmesi ve ehlileştirilmesidir.
Süreçte taraf olan birçok kesim, iktidarın “yeni süreç” dediği, bu dönemde esas amacının “Kürt sorununa” çözüm bulmak olmadığı düşüncesindedir. Yapılmak istenen içte Kürtlerin desteğiyle, AKP-MHP iktidarının ömrünü uzatmak; bölgesel düzeyde ise, özellikle Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni tasfiye etmek, Kürtlerin herhangi bir statü kazanımını engellemek ola- rak şekillenmektedir.
Yaklaşan Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesin- de ortalığı kendileri için düzlemeye duydukları ihtiyaç çerçevesinde bunları yapmaya bir anlamda da mecburlar.
A.Öcalan’ın “özellikle TC ile demokratik bütünleşme”den kastı, mevcut sisteme entegre olmadır. Bu tartışma, bugün somut olarak Kuzey Doğu Suriye’de Özerk Yönetim somutunda yaşanmaktadır.
Her şeyden önce bu “bütünleşme”nin nasıl olacağı sorusuna, tarafların vermiş olduğu yanıtlar ciddi farklılıklar içermektedir.
Yine Türk devleti, ABD ve diğer bazı emperyalist güçlerin, Suriye’de yönetim koltuğuna oturttukları selefi cihatçı çete örgütlenmesine özerk yönetiminin de tabi olması konusunda dayatıcı ve baskıcı bir politika izledikleri ortadadır.
Bu dayatma aynı zamanda, özerk yönetimin başta askeri güçleri olmak üzere, birçok kurumun özerk yapısını dağıtmayı da hedeflemektedir. “Türkiye’nin inisiyatifinde” bölgesel düzeyde Kürtlerin lehine demokrasi ve özgürlük adına olumlu temelde ciddi gelişmelerin olabileceği beklentisi içine girmek, hayali bir beklentidir.
Türkiye, Irak, Suriye coğrafyalarında toplarıyla, tanklarıyla, savaş uçaklarıyla, İHA ve SİHA’larıyla Kürt halkına, savaşçılarına saldıran, saldırmaya devam eden bir devlet, Kürtlerin lehine nasıl yeni bir inisiyatif alabilir?
Mevcut somut verilerden hareketle soruna yaklaştığımızda bu soruya olumlu temelde cevap vermek mümkün değildir.
Elbette ki, kapalı kapılar ardında konuşulanlara dair bilgi sahibi değiliz. Dolayısıyla an itibariyle söylemlerden çok, sahada yaşananlara bakıyoruz. Burada da “inisiyatif” adına gördüğümüz şey, TC devletinin Suriye coğrafyasında Kürt kazanımlarına dönük pervasız hesaplar içinde olmasıdır.
Sonuç olarak;
1993’ten 27 Şubat 2025 tarihine kadar A.Öcalan ve PKK’nin ortaya koyduğu tüm görüşler, onun sınıf karakterinden ileri gelmektedir.
Türkiye’de Kürt ulusu, 100 yıldır devlet tarafından ezilmekte, inkara ve asimilasyona tabi tutulmaktadır. Türkiye’de Kürt ulusu her yönüyle ezilen bağımlı bir ulus durumundadır.
PKK, doğal olarak ulusal sorundan hareketle örgütlediği Kürt ezilenlerini harekete geçirme de önemli ölçüde başarılı olmuştur. Söylem ve pratik birleştirilerek başlatılan silahlı direniş, PKK’nin güçlenmesinde, Kürtlerin onun etrafında örgütlenmesinde ve Kürt sorununun uluslararası bir boyut almasında tayin edici olmuştur.
Birincisi, Kürt ulusal sorununun çözüme kavuştuğu iddiası doğru değildir.
İkincisi; “silahlı mücadelenin miadını doldurduğu” iddiası doğru değildir.
Üçüncüsü; “reel sosyalizm” adı altında sosyalizmin tarihsel tecrübesine yönelik yapılan eleştiriler, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin teorik ve pratik tecrübeleriyle değerlendirilmelidir. “Demokratik Sosyalizm” kavramı ideolojik olarak temelden yanlıştır.
Bu kavram, sosyalizmin demokratik olmadığı temel savına dayanmaktadır. Ve demokrasiyi, sınıfsal zemininden koparan bir yaklaşım içermektedir
Dördüncüsü; Türkiye koşullarında “Demokratik Toplum” isteği, sınıflı toplum gerçeği, TC devletinin üzerinde yükseldiği zemin ve faşizm gerçekliği dikkate alındığında gerçekçi değildir.
Dahası yukarıda da belirttiğimiz gibi, sınıflı toplum gerçekliğini “gözardı” ederek oluşturulan kavramlar, karşı devrime hizmet etmenin ötesinde bir anlam taşımaz.
Türk hakim sınıflarının ve onların devletinin faşist karakteri değişmemiştir. Dahası Türkiye ve Türkiye Kürdistanı koşullarında faşizmin sadece bir devlet biçimi olmadığını aynı zamanda “bir siyaset etme biçimi” olduğunu bilinmekte ve kaostan, kandan beslenen, demokrasi ve özgürlük düşmanı bu güçlerin, güç dengeleri ciddi oranda değişmediği sürece, esas olarak faşist devlet teröründe ısrarcı oldukları ve olacakları; faşist politikalarını sürdürmeye devam edecekleri bilinmelidir.
Kürt ulusal sorununun nihai çözümü proletaryanın omuzlarındadır.
Türkiye’deki zulüm düzeninden kurtulmak, yaşanan bunca acıya, baskıya, katliamlara son vermek, tüm ulusların, işçilerin eşit ve sömürüsüz bir düzenin kurulmasının yolu, Türk, Kürt ve diğer azınlıkların da ortak düşmanı olan faşist diktatörlüğün yıkılmasından geçmektedir.
(Bitti)



