
Uluslararası alanda uzunca bir süredir dikkat çektiğimiz yeni bir paylaşım savaşı alametleri belirmeye devam ediyor.
ABD emperyalizminin uluslararası alanda gerileyen hegemonyasını yeniden tesis edebilmek için seçilen başkanı Donald Trump’ın attığı adımlar; bir yandan emperyalistler arasında ittifak ve rekabeti yeniden şekillendirirken diğer yandan enternasyonal proletarya ve ezilen halkların yaşamını ve geleceğini tehdit etmeyi sürdürüyor.
D.Trump’un göreve başlar başlamaz Kanada’yı ABD’ye bağlamak istemesi Danimarka’dan Grönland’ı talep etmesi, “Çin’in işine yarıyor” diyerek Panama Kanalı’nın kontrolünün yeniden ele alma talebi ve ABD’ye ithal edilen kimi mallara yüksek gümrük vergisi uygulaması başlatması gibi adımlar, ABD emperyalizminin yeni yönelimine dair güçlü işaretleri barındırıyor.
Öte yandan ABD’nin yeni yönetimiyle birlikte burjuva demokrasisinin bir dönem yücelttiği kavram ve davranışlar terk ediliyor. Öyle ki D.Trump İsrail’in soykırım saldırılarına maruz bıraktığı ve yerle bir ederek yaşanmaz hale getirdiği Gazze’yle ilgili yapay zeka tarafından hazırlanan bir tatil videosu paylaşabiliyor.
Ya da ABD’nin yeni yönetiminde yer alan Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun bir TV canlı yayınına “alnında kül ile çizilmiş bir haç işareti”yle katılması gibi bir yandan son derece “fantastik” diğer yandan ise ırkçılığın, faşizmin, erkek egemenliği ve dinci gericiliğinin vb. kısaca insanlık adına katliam ve soykırımlardan başka bir şey ifade etmeyen ne kadar ideoloji varsa fütursuzca savunuluyor.
Kapitalizmin ekonomik krizi süreklileştikçe, emperyalist tekeller arasında rekabet keskinleştikçe sadece savaş ve çatışmalar yaşanmıyor. Yerleşik düzen sarsılıyor. Burjuva dünyanın kimi davranış kalıpları ve kavramları tepetaklak ediyor. Daha önce kapalı kapılar ardında yapılan görüşmeler ve pazarlıklar artık açıktan yapılıyor.
Bunun son örneği, ABD emperyalizminin Ukrayna’nın yer altı madenlerini istemesi oldu. D.Trump ve şürekasının Ukrayna lideri Volodimir Zelenskiy’le basın toplantısında yaşananlar oldu. Canlı yayında yaşananlar burjuva dünyanın “değer”leri ve dahası emperyalist kapitalist sistemin günümüzde içinde bulunduğu durumu özetler niteliktedir.
D.Trump yönetiminin Ukrayna lideri V.Zelenskiy’e fırça atması sonrasında yaşanan gelişmeler NATO ittifakındaki çatlağı belirginleştirmiştir. ABD emperyalizminin Ukrayna’ya askeri yardımı durdurma kararı alması, ABD-AB emperyalistleri arasında ve NATO ittifakında çelişkileri daha görünür kıldı.
ABD’nin kendi tekellerinin çıkarlarını daha fazla önceleyerek hareket etmeye başlaması, ABD ve AB emperyalizmi arasındaki rekabeti derinleştirirken; ABD’nin peşine takılarak Ukrayna’da Rusya ile dolaylı yoldan savaşan AB ve İngiliz emperyalistleri deyim yerindeyse ortada bırakmış durumdadır.
ABD’nin Rusya’yla yakınlaşması “barışsever” olduğundan değil. ABD öncelikli hedef olarak Çin emperyalizmini hedeflemekte ve Rusya’yı yanına çekmeye çalışmaktadır. AB ve İngiliz emperyalizmi ise ABD olmadan Rusya’ya karşı savaşı sürdürme arayışında. İngiltere ve AB emperyalistleri 2 Mart’ta Londra’da biraraya gelirken İngiltere Başbakanı Keir Starmer, “İngiltere ve Fransa’nın Rusya ile çatışmaları sona erdirme planları üzerinde Ukrayna ile birlikte çalıştıklarını” açıklayarak, ABD’nin destek vermesi halinde Rusya ile savaşa girmeye hazır olduklarını açıklamaktadır: “Birleşik Krallık, sahada askerlerle ve havada uçaklarla bu çabayı desteklemeye hazır ancak bu girişim güçlü bir ABD desteği gerektiriyor.” (3 Mart 2025)
Benzer şekilde Rusya’nın Avrupa için tehdit haline geldiğini söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron da “ABD’nin yanımızda olacağını inanmak istiyorum ama olmazsa savaşa hazır olmalıyız” ifadelerini kullanmaktadır. (5 Mart 2025)
Bu açıklamaların hemen ardından AB emperyalistleri yaptıkları toplantıda Rusya’nın Ukrayna işgalini, “Avrupa ve küresel güvenlik üzerinde varoluşsal bir sınama olarak gördüklerini” açıklayarak “savunma” harcamaları için toplam 800 milyar euro kaynak ayıracaklarını açıkladılar.
Savunma adı altında bütün emperyalist güçler silahlanmakta ve savaşa hazırlanmaktadırlar. ABD emperyalizmi NATO ülkelerinden savunma harcamalarını gayrisafi milli hasılaya oranla yüzde 5’e yükseltmesini talep ederken, dünyanın her bölgesinde silahlanma yarışı artmaktadır. Nitekim 2024 yılında silahlanmaya harcanan paranın 2.46 trilyon dolar olduğu ifade edilmektedir. (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, 2 Şubat 2025)
Bütün bu adımlar emperyalist kapitalist güçlerin yeni bir paylaşım savaşına hazırlığı anlamına gelmektedir. Şimdiki durumda uluslararası alanda üç bölgede çelişkiler yoğunlaşmış durumdadır. Bu bölgelerden birisi Avrupa’nın ortasında Ukrayna toprakları üzerinde süren Rusya ile ABD, İngiltere ve AB’nin savaşıdır.
Üç yıldır süren bu savaşta belli bir aşamaya ulaşılmıştır. ABD savaşı sonlandırmak istemekte, İngiliz ve Fransa emperyalistleri devam ettirmek istemektedirler. ABD emperyalizmi D.Trump eliyle Ukrayna’da Rusya’yla anlaşarak bu savaşı kendisi için kazanca, AB ve İngiliz emperyalistleri açısından hezimete dönüştürmek istemektedir.
ABD’nin bu politikadan çıkarı Rusya’yı tarafsızlaştırarak Çin’i çevreleme ve kuşatma siyasetini güçlendirmek olarak şekillenmektedir. ABD emperyalizmi sarsılan ve gerileyen hakimiyetinde Çin emperyalizmini yeni ve yükselen bir güç olarak görmektedir. Bu nedenle Pasifik bölgesine yoğunlaşmaktadır.
Çin emperyalizmi ABD’nin bu yöneliminin farkında olduğunu Çin’in Washington Büyükelçiliği’nin açıklamasıyla göstermektedir: “ABD’nin istediği şey savaşsa ister gümrük savaşı olsun, ister ticaret savaşı, isterse başka bir savaş olsun, sonuna kadar savaşmaya hazırız.” (5 Mart 2025)
Yeni bir paylaşım savaşının ön adımlarının yaşandığı bir diğer coğrafya ise Orta Doğu ve Kafkaslar’dır. Orta Doğu’da İsrail siyonizminin saldırganlığı ve “haritalar yeniden çizilecek” tehdidi beraberinde Gazze’de Filistin halkına yönelik soykırımın siyasetinin bütün bölgeye yayılmasına; başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin bölgesel çıkarlarının hayata geçirilmesine hizmet etmektedir. Batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi ile İran arasında yaşanan çelişki bölgeyi yeni bir savaşın eşiğinde olmasına neden olmaktadır.
ABD emperyalizminin İsrail hariç bütün “dış yardım”larını kesme kararı alması, bir yanıyla emperyalist rekabetin ürünüyken diğer yanıyla Orta Doğu coğrafyasında İsrail saldırganlığının gerçekte ABD saldırganlığı olması nedeniyledir.
İç cephenin tahkimi: “Türk-Kürt ittifakı”
Yeni bir paylaşım savaşı hazırlıkları beraberinde Türk hakim sınıflarını içerde ve dışarda yeni bir politik yönelime itmektedir. TC devleti bir yandan ABD ve AB emperyalistleri arasında yaşanan çelişkiden yararlanmak istemekte ve deyim yerindeyse kendi çıkarları için krizi fırsata çevirmek istemektedirler.
Bu amaçla TC Dışişleri Bakanı Hakan Fidan; “NATO dağılırsa Türkiye yeni Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olmak isteyecektir” açıklaması yapmaktadır. (5 Mart 2025) Böylelikle TC hakim sınıf sözcüleri “en iyi ihraç ürünleri” olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni pazarlamaktadırlar.
TC devleti diğer yandan ise içeride faşist saldırganlığı artırırken, Kürt ulusal sorununda yeni bir politikayı yaşama geçirmektedir. TC faşizminin sözcüleri “iç cephenin tahkimi” adı altında, “terörsüz Türkiye” söylemleri eşliğinde İmralı Adası’nda 26 yıldır ağır tecrit altında tuttuğu Abdullah Öcalan’a başvurmuş durumdadır.
Uzunca bir süre sürdüğü anlaşılan görüşmeler sonrasında A.Öcalan adına İmralı Heyeti tarafından 27 Şubat’ta “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” kamuoyuna açıklanmış durumdadır.
A.Öcalan’ın çağrısında dile getirdiği görüşler arasında ulusal sorun, demokratik toplum, mücadele biçimleri vb. son derece tartışmalı ve toplumsal pratik ve sınıf mücadeleleri tarafından mahkum edilmiş fikirler bulunmaktadır. A.Öcalan açıklamasında Türk ulusunun ulus kurma imtiyazının kabulü ve dahası Kürt ulusunun ulus olmaktan kaynaklı ayrı bir devlet kurma hakkı başta olmak üzere burjuva anlamda dahi çeşitli “çözüm”leri reddetmektedir.
Öte yandan A.Öcalan çağrısında “Türk ve Kürtlerin kader birliği”nden bahsetmektedir. Bu söylem ezen Türk ulusunun ezilen Kürt ulusu üzerindeki baskısını gizlemeye ve meşrulaştırmaya hizmet etmektedir. Önce ulusların tam hak eşitliği kabul edilmeli sonra ise kardeşlikten bahsedilmelidir.
Kürt ulusu üzerinde uygulanagelen tarihsel haksızlığa son verilmelidir.
A.Öcalan’ın açıklamasında “demokratik toplum” çağrısı anlaşılır olmakla birlikte, “Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir” görüşü sınıflı toplum gerçeğinde ve TC devletinin niteliği nedeniyle gerçekleştirilebilir değildir.
Kürt ulusu da dahil olmak üzere Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkının kurtuluşunun sistem içinde ve demokratik uzlaşmayla çözülebilmesi mümkün değildir. Bu tercih değil zorunluluktur.
A.Öcalan’ın açıklamasıyla Kürt ulusal sorununda yeni bir sürece girdiği söylenebilir. A.Öcalan’ın “PKK kendini feshetmelidir, silah bırakmalıdır” şeklinde özetlenebilecek çağrısı ise gerçekte “yeni” bir şey içermemektedir. Hatırlanacağı üzere A.Öcalan geçmiş süreçlerde de çeşitli defalar bu türden açıklamalar yapmış, “silahlı mücadelenin devrinin kapandığını” ilan etmişti.
Ancak sosyal pratik özellikle de Kürt ulusunun mücadelesi bu tezi yanlışladığı gibi gelinen aşamada özellikle Orta Doğu coğrafyasında Kürt ulusal mücadelesinde silahlı mücadele halen tayin edici bir yerde durmaktadır. Bu tayin edicilik sadece Kürt ulusal hareketi açısından değil, bütün ezilen bağımlı ulus, milliyet ve inançlar açısından da geçerlidir.
Son haftalarda Suriye’de selefi cihatçı çetelerin Alevi inancından halka yönelik katliam saldırıları, Orta Doğu coğrafyasında kendini savunmanın ve dahası yaşamanın tek yolunun silah ve silahlı mücadele olduğu gerçeğini bir kez daha teyid eder durumdadır. Bu katliam saldırılarında, TC devletinin rolü özellikle Türkiye’de ezilen inançlardan biri olan Alevi inancına sahip halkımız açısından uyarıcı olmalıdır.
Türkiye toplumsal tarihinde Alevi inancından halka yönelik Maraş, Çorum, Sivas vb. kitlesel katliamların olduğu gerçeği ve dahası son süreçte TC faşizmiyle bağlantılı çevreler tarafından gündemleştirilen “Siyasal Alevi” propagandası dikkate alındığında bu tehlike vardır. Başta Aleviler olmak üzere, ezilen milliyet ve inançlardan halkın örgütlenmesi ve mücadele etmesi olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Bu bir tercihten öte yaşamsal bir gerçekliktir.
A.Öcalan’ın çağrısını “yeni” ve “önemli” kılan husus, uluslararası alanda ve Orta Doğu coğrafyasında yaşanan gelişmelerdir.
Emperyalist kapitalist sistemin yeni bir paylaşım savaşına hazırlandığı, Orta Doğu’da başta İsrail siyonizmi olmak üzere TC faşizmi ve diğer gerici devletler ve güçlerin kendi çıkarları için işgal ve ilhak politikalarına hız verdiği koşullar içinde bu çağrı değerlendirilmelidir.
Kabul etmek gerekir ki, Kürdistan İşçi Partisi, Kürt Ulusal Hareketi tarihinde hiçbir gücün yaratamadığı ulusal değerleri ortaya çıkarmıştır. Kürt ulusu içinde çeşitli sınıf ve tabakalardan geniş bir kitleyi örgütlemiş, eğitmiş ve savaştırmıştır.
Kürt ulusal hareketi değerlendirilirken bu gerçeklik mutlaka göz önüne alınmalı; “teslimiyet”, “tasfiye”, “düşmana hizmet” gibi değerlendirmelere mesafeli olunmalıdır. Her meselede olduğu gibi bu meselede de okun sivri ucunu TC devletine onun Kürt ulusu üzerindeki ulusal baskısına, red ve imha politikalarına yöneltilmelidir.
Türkiye’de Kürt ulusal sorununda temel ilke olarak Özgürce Ayrılma Hakkı’nın savunulmasında tavizsiz olunmalıdır.
8 Mart’ın çağrısıyla örgütlenmeye ve mücadeleye!
İsrail siyonizminin saldırganlığı, Suriye’de yaşanan gelişmeler ve İran’a yönelik hazırlıklar coğrafyamızda yeni çatışmaların, işgal ve savaşların yolunu döşemektedir.
Bu gerçeklik beraberinde Türk hakim sınıflarının -kendi içlerinde bütün çelişki ve çatışmalarına rağmen- iç cepheyi sağlamak adına, bütün ilerici devrimci dinamiklere yönelik faşist saldırganlığını arttırmıştır. Türk hakim sınıflarının iç cephenin tahkimi adı altında, kendi sınıf çıkarlarından bağımsız bir halk hareketinin, devrimci bir yöneliminin gelişme ihtimaline karşı saldırılarını artırarak sürdüreceği öngörülebilir.
Bu koşullar altında işçi sınıfının, ezilen halk kitlelerinin örgütlenme ve mücadele etmekten başka yolu bulunmamaktadır. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle alanlara çıkan kadın ve LGBTİ+ların; emperyalist ve haksız savaşlara, işgallere, ırkçılığa, ataerkiye, homofobi, transfobiye ve her türden gericiliğe, ekonomik krize ve kadın cinayetlerine karşı mücadelesi örnek olmalı ve yol göstermelidir.
8 Mart’ın direniş coşkusu 21 Mart Newroz alanlarına taşınmalıdır. Coğrafyamızda kadın ve LGBTİ+ hareketinin bu mücadelesinden duydukları rahatsızlık nedeniyle Türk hakim sınıfları 2025 yılını “Aile Yılı” ilan etmişlerdir. LGBTİ+lara yönelik nefret yasaları gündemleştirilmektedir.
Ne var ki 8 Mart’ta alanları dolduran kadın ve LGBTİ+ların mücadelesinin de gösterdiği üzere, gerek uluslararası alanda ve gerekse de coğrafyamızda sadece emperyalist güçler, yerel işbirlikçileri ve her türden gericilik hareket halinde değildir.
Aynı zamanda işçiler, kadınlar, lubunyalar, ezilen bağımlı uluslar ve inançlardan ezilen kitleler de mücadele halindedirler. Kendilerine dayatılan koşullara, katliamlara ve saldırılara karşı durmaktadırlar. Bu mücadelelerin içinde olmak, kitlelerin bu mücadelelerin aynı zamanda insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, bağımsız ve özgür bir dünya istem ve talebi olarak değerlendirmek gerekir.
8 Mart’ta sokağa taşan direniş ve mücadele ruhunu ve coşkusunu 21 Mart’ta Newroz’da büyütmeliyiz. Orta Doğu halklarının zalim Dehaklara karşı isyan günü olan Newroz’da günümüz zalimlerine karşı öfkemizi haykıralım!
Kayyum rejimine, Kürt halkının iradesinin gasp edilmesine karşı öfkeyi ve isyanı kuşanalım!