GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Bizi Kurtaracak Olan Kendi Kollarımızdır; İsyan Ateşini Körükle!

Demokratik hakların kazanımı, hakim sınıf kliklerinin kendi aralarındaki iktidar dalaşından değil metal işçisinin grev yasaklarını tanımayan ve mücadele ederek kazanan direnişinden; Antep tekstil işçilerinin kararlı mücadelesinde somutlanan pratik duruştan geçmektedir!

Geride bıraktığımız zaman diliminde yaşanan bazı gelişmeler, emperyalistler arasındaki çelişki ve saflaşmaların daha görünür olmasına vesile oldu.

10-11 Şubat tarihlerinde Fransa’nın başkenti Paris’te gerçekleştirilen “Yapay Zeka Dünya Zirvesi” ve ardından 14-16 Şubat’ta Almanya’da yapılan “61. NATO Münih Güvenlik Konferansı”nda yaşananlar, bu tespiti doğrular nitelikteydi. Nitekim NATO’nun “Güvenlik Konferansı”ndan sonra ABD ve Rusya emperyalistlerinin S.Arabistan Riyad’da 18 Şubat’ta yaptıkları Ukrayna görüşmesi ve bu toplantıya çağrılmayan (ABD tarafından Ukrayna’da Rusya’yla savaşta “yalnız” bırakılan) Avrupa Birliği emperyalistlerinin acil olarak Paris’te 17 Şubat’ta gerçekleştirdikleri toplantı sonuçlarının da gösterdiği üzere emperyalist tekeller arası rekabet ve mücadele yeni bir aşamaya evrilmiş durumdadır.

Donald Trump’ın resmi olarak göreve başlamasıyla birlikte ABD emperyalizminin gerileyen hakimiyetinin yeniden tesis edilmesi amacıyla uygulanmaya başlanan politikaların ve bilhassa Ukrayna’da Rusya ile sürdürülen savaşın NATO içinde emperyalist güçler arasında rekabet ve çelişkiyi artırdığına tanık olmaktayız.

Örneğin Paris’te gerçekleştirilen Yapay Zeka (YZ) zirvesi sonrasında “Kapsayıcı ve Sürdürülebilir YZ” çağrısıyla yayınlan deklarasyonu Fransa, Çin emperyalistleri dahil olmak üzere 60 ülke desteklerken; ABD ve İngiltere emperyalizmi bu deklarasyonu imzalamayı reddetmişlerdir. Bu durum, son günlerin gündemde olan konularının başında gelen YZ konusunda emperyalist tekeller ve onların temsilcileri arasında rekabetin tüm hızıyla sürdüğünü göstermektedir.

Öte yandan 14-16 Şubat ​​günlerinde toplanan 61. Münih Güvenlik Konferansı, ABD-İngiltere ve AB emperyalistleri arasındaki çelişkileri daha net görünür kılmıştır. Bu noktada elbette D.Trump yönetiminin, ABD emperyalizmi hakimiyetini restorasyonu amaçlı dayatma, şantaj, askeri tehdit politikalarına öncelik veren “klasik emperyalist” bir politikayı uygulamaya başlaması tetikleyici rol oynamaktadır.

Nitekim ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, Münih’te yaptığı konuşmada NATO’da müttefik oldukları AB emperyalistlerini sert bir dille eleştirmiştir. JD. Vance konuşmasında ABD ve Avrupa arasındaki “tarihsel ittifak”ın son bulduğunu net olarak ifade etmekte ve “Beni Avrupa’ya yönelik olarak en çok kaygılandıran tehdit Rusya değil. Çin değil, başka bir dış aktör de değil. Beni kaygılandıran içeriden gelen tehdit. Avrupa’nın Amerika Birleşik Devletleri’yle paylaştığı en temel değerlerden bazılarından geri çekilmesi”nden bahsetmektedir.

Bu ifadelerin arka planında, ABD emperyalizminin D.Trump yönetimiyle birlikte Avrupa’da yeniden önü açılan faşist hareketleri desteklemesi politikası vardır. Çünkü JD.Vance aynı konuşmasında; “Avrupa ülkelerini ifade özgürlüğünü kısıtlamak ve aşırı sağ partileri dışlamakla suçlayarak, özellikle Almanya’da faaliyet gösteren neofaşist parti AfD’ye (Almanya için Alternatif) yönelik dışlayıcı tutumu”nu eleştirmektedir.

Nitekim Münih Konferansı sırasında JD.Vance, Almanya’da gelecek seçimlerde şansölye olması öngörülen CDU lideri Merz yerine AfD lideri Weidel ile görüşmeyi seçmiştir.

Sonuç olarak Münih Güvenlik Konferansı’nda yaşananlar ABD ile AB emperyalistleri arasındaki “güvenlik” ve diplomasi konularındaki çatlakları açıkça gözler önüne sermiş durumdadır. AB emperyalistleri, NATO ve Ukrayna savaşı konusunda, ABD’ye ne kadar güvenebileceklerini sorgularken, ABD’nin tercihinin ise parçalanmış ve zayıflamış bir AB emperyalizmi olduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim Münih Konferansı’nın hemen ardından ABD ve Rusya emperyalistleri Suudi Arabistan’da Ukrayna’daki savaşı sona erdirmek için müzakerelere başlamışlardır. Ukrayna ve Avrupa Birliği emperyalistleri bu görüşmelere temsil edilmemiştir.

Savaşan taraf olarak Ukrayna’nın görüşmede yer almaması gerçekte savaşan tarafların temsiliyeti açısından bir anlam taşırken, Rusya işgali karşısında batı emperyalizmi tarafından “özgürlük savaşçısı” ilan edilen Ukrayna liderliğinin içine düştüğü rezil durumu da açık etmiş durumdadır.

D.Trump’ın, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’i “seçimle gelmeyen bir diktatör…” olarak tanımlarken, Ukrayna’ya yaptıkları mali yardımları geri istemektedir. Bu yardımların büyük bir kısmının gerçekte ABD emperyalist silah tekellerinin kasasına gittiği bir sır değilken, ABD emperyalistlerinin Ukrayna’nın yaklaşık 500 milyar dolarlık değerli maden yataklarını istemesi emperyalist sömürgeciliğin içinde bulunduğu durumu da özetler niteliktedir.

Bu durum Ukrayna’da süren ve yüzbinlerce insanın katledilmesi, milyonlarca insanın yerlerinden edilmesine neden olan savaşın gerekçesini de göstermektedir.

D.Trump’ın ABD emperyalistleri adına Rusya’yla Ukrayna savaşını bitirme politikası, en çok da müttefikleri NATO üyesi AB emperyalistlerini ve İngiltere’yi açıkta bırakmış görünüyor. İngiltere ve AB emperyalistlerinin, Ukrayna savaşı konusunda savaşın devamından yana oldukları ve fakat özellikle açıktan asker gönderme ve savaşa doğrudan dahil olma konusunda çelişki yaşadıkları; İngiltere’nin Ukrayna’ya asker gönderme konusunda “istekli” (Ki bu durum Ukrayna’da Rusya’yla savaşta İngiliz emperyalizminin rolüne işaret etmektedir.)

AB emperyalistlerin ise kararsız oldukları, bu nedenle de Almanya emperyalistlerinin sözcüsü Başbakan Olaf Scholz’un toplantıyı erken terk ettiği açıklanmıştır.

Son süreçte yaşanan bu gelişmeler emperyalist güçler arasında bir yanda ABD-İngiltere ve AB emperyalistleri diğer yanda Rusya ve Çin emperyalistleri olmak üzere çok kutuplu bir şekilleniş ve rekabet ortaya çıkardığını, dahası “batı emperyalist” ittifakı içinde ABD-İngiltere ve AB emperyalistleri arasında çelişkilerin daha da arttığı, yeni bir paylaşım savaşına (Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşı) doğru safların yeniden dizildiği anlamına gelmektedir.

Faşizm, demokratik her türlü adıma düşmandır

Emperyalist güçler arasında ittifaklar yeniden şekillenir ve çelişkiler daha bir görünür hale gelirken Türk hakim sınıfları “iç cephe”yi sağlamlaştırmakla meşguller. Bir yandan Kürt ulusal sorununda adı konmamış bir süreç yürütülür ve Kürt ulusal hareketinin “silahları bırakması” yönünde çağrılar yapılırken, diğer yandan ise devrimci-demokratik muhalefetten, TÜSİAD’a kadar her kesim ve çevreye yönelik gözaltı ve tutuklama saldırısı devreye sokulmuş durumdadır.

İç politikada toplumsal muhalefet üzerinde faşist terör estiren AKP-MHP iktidarı, dış politikada emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmaya çalışmakta ve özellikle D.Trump’ın Suriye politikasında değişiklik yapmasını dört gözle beklemektedir.

Her fırsatta “dünya lideri”(!) olduğu propaganda edilen R.T.Erdoğan’ın ne “Münih Güvenlik Konferansı”nda ne de Paris Zirvesi’ne çağrılmadığını bunun yerine Ukrayna lideri V.Zelenskiy’i Ankara’da ağırlayarak “şemsiye tuttuğu”nu hatırlatmak gerekir.

TC devletinin içinde bulunduğu durumu en iyi özetleyen fotoğraf bu olmakla birlikte, Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinde ABD-AB-İngiliz emperyalistlerinin NATO aracılığıyla yürüttükleri ve İsrail siyonizminin bölgesel güvenliğini sağlama amacıyla Şam’da iktidara getirdikleri selefi cihatçı HTŞ’nin Dışişleri Bakanı Esad Hasan el Şeybani’nin “Münih Güvenlik Konferansı”nda ilgi odağı olmasını atlamamak gerekir.

Kurulduğu günden itibaren emperyalist sermayenin yarı sömürgesi olan TC devleti üzerinde yükseldiği zeminin farkındadır ve tam da bu nedenle emperyalist arası çelişkilerin keskinleşmesinden ve çatışmaların sürmesinden yanadır.

Orta Doğu coğrafyasında siyonist İsrail’in güvenliğini önceleyen işgal ve savaşların ve Suriye’de yaşanan iktidar değişimini kendi bekası adına kullanmak istemektedir. TC devleti, Suriye’nin emperyalist güçler tarafından paylaşımında kendisine de bir pay çıkarmak istemektedir.

Kuşkusuz TC devletinin, Suriye’de önceliği Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürt ulusunun herhangi bir statü elde etmesinin önüne geçmektir. Bu amaç doğrultusunda askeri ve diplomatik girişimlerini sürdürmektedir.

TC devletinin doğrudan desteklediği SMO çetelerinin Kuzey ve Doğu Özerk Yönetimi’nin denetimindeki topraklara saldırıları sürmekte, yer yer bu saldırılara TSK’da eşlik etmektedir. Askeri saldırıların yanında bir yandan Şam’da iktidarı ele geçiren selefi cihatçı HTŞ aracılığıyla Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi üzerinde baskı kurulmak istenmekte, diğer yandan bölge ülkeleriyle “DAİŞ karşıtı koalisyon” kurulmaya çalışılmaktadır. Böylelikle Suriye’de Kürt hareketinin eli zayıflatılmaya çalışılmaktadır.

TC devleti diğer yandan İmralı’da PKK lideri Abdullah Öcalan’a başvurmuştur. Aylardır bir “süreç olmayan süreç yürütüldüğü” deklere edilirken, bu sürecin Kürt sorununu demokratik bir yöntemle çözümünü içermediği ve dahası Türkiye’de bir Kürt sorunu olmadığı, “terör sorunu” olduğu her fırsatta TC yetkilileri tarafından dillendirilmektedir.

Bunun aksini düşünmek için bir neden de bulunmamaktadır.

TC devleti açısından amaçlanan nettir; Emperyalistlerden icazet alabildiği oranda doğrudan Rojava’yı işgal etmek, Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürt ulusunun bir statü elde etmesini engellemek ve nihayetinde Kürt ulusal hareketini en geri çizgide konumlandırmak.

Bunun anlamı Rojava Devrimi’nin başta kadınlar olmak üzere ezilen ulus ve milliyetler açısından halkçı kazanımlarının tasfiye edilmesi, devrimci-demokratik çizgisi yerine KDP (Barzani) çizgisinde bir milliyetçi-işbirlikçi-gerici bir çizginin hakim olmasının sağlanmasıdır.

Türk devleti bir yandan süreç adı altında Kürt sorununda çözümden söz ederken diğer yandan demokratik Kürt hareketine, onunla birleşik mücadeleyi büyüten devrimci ilerici güçlere de azgınca saldırmaktadır.

HDK çalışmaları gerekçesiyle başlatılan operasyon, kamuoyuna sızdırılan gözaltı listeleri ve 30 devrimci-ilericinin tutuklanması devrimci ilerici politik özneler şahsında geniş emekçi kitlelere yönelik bir gözdağı verme tutumudur.

TC, HDK’yi merkeze koyduğu saldırılarla yurtsever hareket ile devrimci güçler arasındaki birleşik mücadeleyi baltalamayı amaçlamaktadır. Benzer bir tutum, Antep’te Birtek-Sen Genel Başkanı’nın tutuklanmasında da karşımıza çıkmaktadır. Antep’te işçi sınıfının yaktığı direniş ateşi kısa sürede tüm havzayı sarmış, baskı ve yasağa rağmen işçi sınıfı geri adım atmamıştır.

Antep, bozkırın ne kadar kuru olduğunu ve bir kıvılcımın neler yapabileceğini göstermiştir.

Gerek devrimci-yurtsever güçlere yönelik kayyum, gözaltı ve tutuklamalarla karşılık bulan gerekse de sınıfın gelişen direnişlerinin yasaklanmasında görünür olan bu tutum, toplumun kılcal damarlarında biriken sinerjiden duyulan korkunun bir ürünüdür.

Komprador burjuvazinin “devrimciliği” ve demokrasi mücadelesi

Yaşanan gelişmelerin Kürt ulusal sorununa dair bir çözüm içermediğini dahası TC faşizminin “demokratikleşme” diye bir derdinin olmadığı süregelen gelişmelerden de anlaşılabilir.

AKP-MHP iktidarının son süreçte bırakalım devrimci-demokratik güçleri, Kürt ulusal özgürlük hareketini, toplumun her kesimine yönelik giderek genişleyen tutuklama saldırısı ve faşist baskısı nihayetinde R.T.Erdoğan’ın ifadeleriyle “Kerameti kendinden menkul bir avuç komprador burjuvazinin” örgütü olan TÜSİAD’a uzanmış durumdadır.

TÜSİAD’ın “sistem çöktü” açıklamasının gözaltıyla yanıtlanması, halihazırda hakim sınıf kliği içinde bir çelişkiye işaret etmekle birlikte buradan TÜSİAD’ın düzen muhalifi olduğu sonucuna varılması yanıltıcıdır. Unutmamak gerekir ki; TÜSİAD, AKP-MHP faşist iktidarının ve “Saray Rejimi”nin ortaya çıkışından birinci dereceden sorumludur. TÜSİAD, “devletin bir şirket gibi yönetilmesi” propagandasıyla pratikleştirilen “Türk Usulü Başkanlık Sistemi”nin en hararetli destekçidir.

Gelinen aşamada TÜSİAD’ın açıklamaları ve sonrasındaki gelişmelerin nedeni Türk hakim sınıf klikleri arasında özellikle devlet ihalelerinden yararlanma konusunda yaşanan dalaştır. R.T.Erdoğan’ın yakın çevresinin (örneğin Bayraktar Ailesi’nin) savaş sanayindeki devlet ihaleleriyle palazlanması ya da TMSF eliyle sermayeye çökme tehlikesi gibi gelişmeler komprador büyük burjuvazinin bir kısmında endişe yaratmış durumdadır. Dolayısıyla Türk hakim sınıf klikleri içinde yaşanan bu dalaştan “demokrasi” beklemek, TÜSİAD’ı “devrimci” ilan etmek eşyanın tabiatına terstir.

Kerameti kendinden menkul bir avuç komprador burjuvazinin” sınıfsal niteliği konusunda İbrahim Kaypakkaya; “Komprador burjuvazinin en küçük bir devrimci niteliği yoktur. … Bunlar arasındaki çelişmeler, halkın düşmanları arasındaki çelişmeler kategorisine girer. Bunlarla halk arasındaki çelişme antagonist çelişmedir” ifadeleriyle Türkiye ve hakim sınıf gerçeklerine işaret etmektedir.

AKP-MHP iktidarı bir yandan TÜSİAD yöneticilerini “düşman”laştırmakta öte yandan izlenen ekonomi politikasının halkta yarattığı öfkeyi TÜSİAD’da somutlanan “kerameti kendinden menkul bir avuç komprador burjuvazi”ye yöneltmekte ve böylelikle iktidarın bu sınıfın çıkarlarını savunan politikalar uyguladığı gerçeğinin üzerini örtmeye yaramaktadır.

Kuşkusuz hakim sınıf klikleri arasında yaşanan dalaşı dikkate almak ve fakat herhangi bir kliğinin arkasına yedeklenmemek gerekir. Şimdilerde özellikle halk kitlelerine “kurtarıcı” olarak propaganda edilen Ekrem İmamoğlu, faşizmin “yedek lastiği” olarak hizmete hazırdır. Türkiye koşullarında demokratik hakların kazanımı ve demokrasi ancak ve ancak işçi sınıfı önderliğinde geniş halk kitlelerinin mücadeleleriyle sağlanacaktır.

Demokratik hakların kazanımı, hakim sınıf kliklerinin kendi aralarındaki iktidar dalaşından değil metal işçisinin grev yasaklarını tanımayan ve mücadele ederek kazanan direnişinden; Antep tekstil işçilerinin kararlı mücadelesinde somutlanan pratik duruştan geçmektedir!

İşçi sınıfı ve emekçi sınıflar büyük bir tepki ve öfke biriktirmiştir. Bugün aslolan bu tepkiyi açığa çıkarmak, örgütlemektir! Yaratılmak istenen korku bulutlarının arkasında bu öfkeden duyulan korku vardır. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu