GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Mart Fırtınasıyla Mayıs’ı Kazanmaya! 1 MAYIS’TA ALANLARA

Güçlü, kitlesel ve birleşik 1 Mayıs için kolları sıvayalım. Hangi alanda olursa olsun güçlü ve kitlesel bir eylem için her alan eylem alanına çevirmek gerekiyor.

Enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya halklarının “birlik, dayanışma ve mücadele günü” olan 1 Mayıs’a yaklaştığımız bu günlerde uluslararası alanda ve coğrafyamızda önemli gelişmeler yaşanmaktadır.

Emperyalist kapitalist sistemin krizi, emperyalist tekeller arasında rekabeti yeni bir aşamaya evriltmiş durumdadır. Emperyalist güçler arasında çelişkiler sertleşmekte ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hazırlıkları yapılmaktadır. Bir yandan bütün gerici güçler silahlanmaya ve savaşa hazırlanmaya ağırlık verirken diğer yandan bu güçler arasında ittifaklar ve kamplaşmalar, “yeni sürecin” ürünü olarak yeniden şekillenmektedir.

1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan günümüze emperyalist kapitalizmin merkez üssü olan ABD emperyalizminin gelinen aşamada hegemonyasının sarsılması ve “tek kutuplu dünya” yerine “çok kutuplu dünya” kavramının daha sık kullanılır olması bu gerçeklikle ilgilidir. Gelinen aşamada bir yanda ABD, AB ve İngiliz emperyalizmi diğer yanda Çin ve Rusya emperyalizmi yeni sürecin çok kutuplu aktörleri olarak ortaya çıkmış durumdadırlar.

Bu emperyalist ittifakların birlikteliği çelişkili birlikteliklerdir ve son olarak ABD’nin AB emperyalistleriyle yaşadığı çelişkiler, emperyalist güçler arasındaki ittifak ve rekabetin doğasına uygun bir seyir izlemektedir.

Ancak kesin olan bir şey var ki, emperyalist kapitalist sistem “yeni” bir sürecin içindedir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra emperyalist kapitalist sistemin kurulu düzeni terk edilmektedir. Kapitalizmin ekonomik krizi ve kâr hırsının ürünü olarak gelişen rekabet, bir kez daha gezeni ve bu anlamıyla insanlığı ve canlıları tehdit eden yeni bir sürecin içindedir.

Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretleri gittikçe belirginleşmektedir. Bütün bu gelişmeler beraberinde bir kez daha enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya haklarının 1 Mayıs vesilesiyle birliğini, dayanışmasını ve mücadelesini yükseltme gerekliliğini dayatmaktadır.

ABD emperyalist tekellerinin temsilci olarak ikinci kez başkanlık görevine başlayan Donald Trump’la ve ekibiyle birlikte bir dönem dünya halklarına “kurtuluş” olarak propaganda edilen “neo-liberal” politikaların sonuna gelindiğini gösteriyor.

Bir dönem propaganda edilen “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşme” vb. hızla terkediliyor. D.Trump’ın kişisel özellikleri ve “tüccar kafası”yla açıklanmaya çalışan bu gelişmeler gerçekte genel olarak emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu krizden ve özel olarak da ABD hegemonyasının yeniden tesis edilmesi çabasından bağımsız olmadığı açıktır.

ABD emperyalist tekellerinin sözcüsü D.Turmp’ın Kanada’yı ABD’nin eyaleti yapmak istemesi, Danimarka’dan Grönland’ı talep etmesi ve Panama Kanalı’nı talep etmesi gibi gelişmeler, ABD-AB emperyalistlerinin ittifakını sonlandıran ve Rusya karşısında “başınızın çaresine bakın” politikası ve son olarak gümrük vergilerini yükseltme kararı, emperyalist tekeller arasında “ticaret savaşı”na işaret etmektedir.

ABD emperyalizminin bu adımlarının hedefinde yeni ve yükselen “genç” bir emperyalist güç olan Çin olduğu tartışmasızdır. Dahası ABD emperyalizminin bu hamlelerine Çin’in yanıt verme kapasitesi vardır. Nitekim ABD’nin Çin’e yönelik sert ekonomik önlemleri, Çin tarafından benzer şekilde yanıtlandı. Çin emperyalizmi sadece “ticari savaş” değil, askeri olarak da çatışmaya hazır olduğunu Tayvan çevresinde gerçekleştirdiği geniş kapsamlı askeri tatbikatla gösterdi.

Nitekim emperyalistler arası rekabette şekillenen ittifaklara paralel olarak Çin, Rusya ve İran safları sıklaştırma politikası izlemektedir. Çin, Rusya ve İran “Güvenlik Kuşağı 2025” tatbikatının ardından bu kez ayrı bir nükleer zirve gerçekleştirmişlerdir.

İç cepheyi tahkim siyaseti ve klik dalaşı

Bütün bu gelişmeler, emperyalistler arasında pazar mücadelesinin ve rekabetin ürünü olarak şekillenmektedir. Ve bu rekabetin kuvveden fiile çıkarak askeri çatışmaya dönüştüğü coğrafyalardan birisi de Orta Doğu’dur.

Kurulduğu günden itibaren batı emperyalizminin Orta Doğu’da ileri karakolu olarak hareket eden İsrail siyonizminin süregelen saldırıları, Suriye merkezli yaşanan gelişmeler, İran’la yaşanan gerilim vb. emperyalistler arasında yaşanan süreçten bağımsız değildir.

Bölge gerici devletleri, uluslararası alanda yaşanan bu gelişmelerden ve emperyalistler arası rekabetten kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmak istemekte ve deyim yerindeyse “krizi fırsata çevirmek” istemektedir. İsrail siyonizminin hedefinde İran gerici Molla rejimi varken, TC faşizminin hedefinde Kürt ulusunun kazanımlarının tasfiye edilmesi ve dahası başta Suriye olmak bölgede işgalci ve ilhakçı siyasetini hayata geçirmek istemektedir. Bu politikanın somut ifadesi ise “iç cepheyi tahkim etme” olarak şekillenmektedir.

TC devleti sadece Orta Doğu’da değil aynı zamanda ABD-AB emperyalistleri arasında yaşanan çelişkiden de yararlanmak istemektedir. TC devleti için bir dönem hedef olan ve sonra gündemden düşen AB üyeliği meselesinin yeniden gündeme getirilmesi bu nedenledir. Sadece ABD emperyalizminin değil AB emperyalistlerinin de yarı sömürgesi olan TC’nin AB üyeliğinin gerçekleşebilir olması bir yana, bu gündemin yeniden devreye girmesi dikkat çekicidir.

ABD’nin yeni yönelimiyle son aylarda “savunma” politikalarını masaya yatıran AB emperyalistleri, kıtanın güvenliğini kendi imkanları ile sağlamak için savunma bütçelerini arttırma yönlü kararlar alırken, Türkiye’ye de bu sürece ortak olması için çeşitli adımlar atmaktadırlar.

Örneğin İngiltere, yaptığı toplantılara Türkiye’yi de davet ederken, AB emperyalistleri de TC ile yeniden diyalog ve iş birliği adımları atmaya başlamışlardır.

Bu sürecin TC açısından da karşılıksız olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanı Dış Politika ve Güvenlik Başdanışmanı Akif Çağatay Kılıç, Türkiye’nin askeri kabiliyette AB ülkelerinden iyi durumda olduğunu söylemekte ve Türkiye’nin bölgesinde güven veren bir ülke olduğunu belirterek “Avrupa’nın tek çıkış yolu Türkiye” demektedir. (14 Mart)

Benzer bir şekilde Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, Antalya Diplomasi Forumu’nda yaptığı konuşmada Türkiye’nin AB üyelik hedefinden sapmadığını vurgulamakta ve “Avrupa güvenliği için sorumluluk almaya hazırız” demektedir. (11 Nisan)

Bütün bu adımların ve açıklamaların anlamı açıktır. AB emperyalistleri kendi güvenlikleri için savaşacak bir ordu aramakta, TC ise bir kez daha yarı sömürge yapısına uygun olarak “en iyi ihraç ürünü” ordusunu pazarlamaktadır. Emperyalistler arası çelişkinin giderek sertleştiği bir süreçte “yerli ve milli” propagandasını dillerinden düşürmeyen Türk hakim sınıfları, mali ve diplomatik destek karşılığında bir kez daha emperyalistlerin jandarmalığı görevine talip olduklarını açıklamaktadırlar.

Bu isteğin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği elbette sürece ve gelişmelere bağlıdır. Türkiye ekonomisinin emperyalizme bağımlı yarı sömürge yapısı dikkate alındığında her dış siyasal süreç aynı zamanda bir iç siyasal süreci de etkilemektedir. Bu anlamıyla uluslararası alanda yaşanan gelişmeler özellikle Türk hakim sınıflarının siyasetine etki yapmaktadır.

Bu anlamıyla son süreçte AKP-MHP iktidarının uyguladığı “iç cepheyi tahkim etme” siyaseti, uluslararası alanda yaşanan bu gelişmelerden, yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hazırlıklarından ve Orta Doğu coğrafyasına etkilerinden bağımsız olarak değerlendirilmemelidir.

Bir yandan Kürt ulusal sorununda hem saldırı hem de “çözüm” adına yürütülen “süreç olmayan süreç” diğer yandan sadece devrimci ve ilerici muhalefete yönelik değil, burjuva muhalefeti de kapsayan biçimde artırılan faşist saldırganlığın nedeni, faşizmin içte “dikensiz gül bahçesi yaratmak” hedefinden bağımsız değildir. İktidar bırakalım düzen dışı muhalefeti, düzen içi muhalefete dahi tahammülsüzdür.

Bunun dışsal nedenleri yukarıda ifade ettiğimiz gelişmelerden bağımsız değilken içerde yaşanan ekonomik kriz ve ağır yoksullaşma, kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarına yönelik öfke ve tepkileri, faşizmin saldırganlığını daha da artırmaktadır.

AKP-MHP faşist iktidarının burjuva muhalefetin öne çıkan temsilcisi İBB Başkanı E.İmamoğlu’na yönelik tutuklama hamlesini bu açıdan değerlendirmek gerekir. E.İmamoğlu’nun önce diplomasının iptal edilmesi ardından da tutuklanması, R.T.Erdoğan’ın 16 Mart’ta D.Trump’la yaptığı telefon görüşmesinden hemen sonra gerçekleşmesi ise Türk hakim sınıflarının emperyalizme bağımlılığı ve TC devletinin yarı sömürge yapısıyla doğrudan ilgilidir.

Bu anlamıyla hakim sınıf klikleri arasında yaşanan iktidar mücadelesinin ve AKP-MHP faşist iktidarının hamlesinin emperyalizmin uluslararası alanda içinde bulunduğu durumdan bağımsız olamadığı, yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretlerinin giderek belirginleştiği günümüz koşullarda; AKP-MHP iktidarının bu süreci, “yeni anayasa” ve R.T.Erdoğan’ın bir kez daha başkan yapılması ve böylelikle kendi klik iktidarının konsolide edilerek devam ettirilmesi olarak kullanmak istediği anlaşılmaktadır.

Emperyalist sermayeye bağımlı yarı sömürge bir devletin iktidar gücünü elinde tutanlar; bu koşulları kendi klik çıkarları lehine kullanmak istemişler ve hakim sınıf klikleri arasında süregelen iktidar mücadelesini yeni bir aşamaya evriltmişlerdir.

Faşist diktatörlüğün geçmişten günümüze kadar kitleler nezdinde rıza üretmek açısından en sık başvurduğu “seçme ve seçilme hakkı” ve bunun üzerinden bina ettiği “millet iradesi”nin gerçekte, hakim sınıfların kendi klik çıkarlarını gerçekleştirmenin bir aracı olarak kullanıldığı, seçilmiş bir belediye başkanının “yolsuzluk” ve “teröre yardım” gerekçesiyle tutuklanması olmuştur.

Kuşkusuz Türkiye koşullarında ilk kez bir belediye başkanı tutuklanmıyor. Kürdistan illerinde yıllardır uygulanan kayyum politikası bilinmektedir. Ancak kabul edilmelidir ki, İBB Başkanı’nın bu gerekçelerle tutuklanması kabul edilmelidir ki, Türk hakim sınıflarının iktidar dalaşında yeni bir sürece işaret etmektedir.

AKP-MHP iktidarı ve R.T.Erdoğan’ın, E.İmamoğlu’nu tutuklama hamlesinin ABD bilgisi dahilinde gerçekleştiği açık olmakla birlikte; bu adımın ne karşılığında atıldığı ise bilinmemektedir. ABD emperyalizmi ve D.Trump’la bir “al-ver pazarlığı” sürdürülmüşse bu pazarlığın Orta Doğu bölgesinde yaşanan gelişmelerden ve dahası yaşanacak gelişmelerden bağımsız olmayacağı açıktır.

Her koşulda Türk hakim sınıf klikleri arasında yaşanan bu kavga, iktidarıyla muhalefetiyle emperyalizme bağımlı yarı sömürge yapının niteliğine dair fazlasıyla kanıt sunmuştur. Sadece AKP-MHP iktidarı ve R.T.Erdoğan değil, burjuva muhalefetin temsilcisi CHP lideri Özgür Özel’inde açıklamaları bu gerçeğe işaret etmektedir.

Mart günlerini nisan güneşiyle buluşturmak ve 1 Mayıs’a taşımak

Öte yandan CHP’nin AKP-MHP iktidarının saldırısını karşılamasında ve belli oranda püskürtmesinde en önemli silahı, kitlelerin faşizme olan öfke ve tepkisini kendi klik dalaşının arkasında yedeklemek olarak kullanması vardır.

Bir yandan bu silahı kullanmak zorunluluğu diğer yandan kitlelerin faşizme olan öfke ve tepkisinin düzen dışına çıkma ihtimali CHP’nin çelişkisi ve korkusudur. CHP bunun için bir yandan kitlelerin demokrasi taleplerini kendi çizgisi arkasında yedeklemek isterken diğer yandan kitleleri ve eylemlerini kontrol altına almaya çalışmaktadır.

CHP bir yandan gençliğin mücadelesine sahip çıkarken diğer yandan gençliğe yönelik işkence uygulayan, faşist bir gözü dönmüşlükle saldıran kolluk güçlerine sahip çıkmaktadır. Bir yandan öğrenci gençliğin mücadelesine övgü düzerken diğer yandan örneğin İstanbul’da direnişin nasıl devam edeceğini konuşmak üzere Beşiktaş Akatlar Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilmesi planlanan “Büyük Üniversiteler Forumu”na CHP’li belediye yer vermemektedir.

Ya da kitlelerin Mart eylemlerinde ön plana çıkan bir CHP milletvekili; faşizmin eylem yasaklarını tanımayarak, demokratik haklarına ve geleceklerine sahip çıkan ve bu nedenle faşist bir saldırganlıkla tutuklananların tahliye edilmesi sırasında yaptığı açıklamada, polis barikatlarını zorlayan ve eylemlerin kitleselleşirsek sokakları zapt etmesine neden olan gençleri provokatör ilan edebilmektedir!

Kısaca CHP’nin bütün amacı ve çabası başta öğrenci gençlik olmak üzere halk kitlelerin mücadelesini kendi iktidar mücadelesi arkasında yedeklemek, kitlelerin eylemlerinin düzen dışına çıkmasını önlemek, hakim sınıf kliklerinden bağımsız bir halk hareketinin, devrimci bir kitle mücadelesinin engellenmesi vardır. Bu gerçek beraberin devrimci ve harekete tarihsel sorumluluğunu ve görevlerini hatırlatmaktadır.

AKP-MHP faşizminin, İBB’ye kayyum atama planı kitlelerin eylemleri nedeniyle geri püskürtülmüştür. Diğer bir ifadeyle CHP’nin düzen içi burjuva siyaseti ve pratiği değil, kitlelerin sokakları zapt eden eylemleri nedeniyle AKP-MHP faşizmi İBB’ne kayyum atama planını (ve hatta CHP’ye kayyum atanması ihtimalini) hayata geçirememiştir.

Kitleler aynı zamanda CHP’nin sokağa değil sandığa, düzen içi siyaset tarzını da zorlamıştır. Beyazıt’ta yıkılan barikat, CHP’ye rağmen CHP’yi kurtarmıştır. 19 Mart sonrasında faşist CHP’nin sol söylemlerini artırmak zorunda kalması, bir yanıyla AKP-MHP iktidarının faşist saldırganlığıyla ilgiliyken diğer yanıyla kitlelerin sokakları zapt eden mücadelesiyle ilgilidir. Mart günleri isyan biriktirmiş, kitleler kendi tecrübelerinden öğrenmişlerdir.

19 Mart süreciyle başlayan eylemleri her ne kadar iki hakim sınıf kliği arasındaki iktidar dalaşı tetiklemişse de kitlelerin içinde bulundukları duruma yönelik öfke ve tepkilerinin bu gerçekliği aştığı açıktır. Ne var ki hakim sınıfların siyasetinden bağımsız bir halk hareketi yaratılamadığı koşullarda, kitlelerin bu öfke ve tepkisinin düzen içi kalacağı kaçınılmazdır.

Bunu aşmanın en yakın ve ilk adımı  önümüzdeki 1 Mayıstır. Güçlü, kitlesel ve birleşik 1 Mayıs için kolları sıvayalım. Hangi alanda olursa olsun güçlü ve kitlesel bir eylem için her alan eylem alanına çevirmek gerekiyor. Taksim alanın tarihsel önemini daima hatırımızda tutarak, işçi sınıfının taleplerini meydanlarda en güçlü nasıl haykıracaksak o şekilde haykıralım.

Hakim sınıfların siyasetinden bağımsız halk kitlelerinin devrimci çizgisinin nasıl örgütleneceği 24 Nisan 1972’de kuruluşunu ilan eden Nisan Güneşi’nin programında ifade edilmektedir.

Mart’ın isyan günlerini 24 Nisan’ın çizgisiyle buluşturmak, halk kitlerinin öfke ve tepkisini 1 Mayıs alanlarına taşımak görevi aynı zamanda anın devrimci görevidir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu