
Üçüncü Dünya Savaşı” tartışmalarının arttığı koşullarda birçok ülkede halk kitlelerinin eylem ve direnişlerine tanık oluyoruz. Afrika ülkesi Kenya’da geçtiğimiz hafta hükümet karşıtı geniş katılımlı protesto gösterileri gerçekleştirildi.
Hükümetin getirdiği yeni vergi artışları ve artan yaşam maliyetlerinin tetiklediği protestolarda, halk, daha adil ve sürdürülebilir bir ekonomik düzene olan taleplerini dile getirdi. Halk, parlamento binasını bastı ve ateşe verdi. Kenya hükümeti, halkın bu taleplerini göz yaşartıcı gaz, plastik mermi ve gerçek silah kullanarak yanıtladı.
En az 22 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı, çok sayıda kişi gözaltına alındı. Protesto gösterileri sonucunda yeni vergi artışları geri çekilmek zorunda kaldı. Hemen ardından Güney Amerika ülkesi olan Bolivya’da hükümete karşı bir darbe girişimi yaşandı. Bolivya, elektrikli araç ticaretinde kullanılan batarya teknolojisinin ana hammaddesi lityum rezervleri açısından zengin bir ülke.
Emperyalist tekeller arasında elektrikli araç rekabeti artarken ve “yeşil dönüşüm” adı altında emperyalist tekellerin yeni kapışma ve temellük alanları ortaya çıkarken, Bolivya’da yaşanan darbe girişimi şaşırtıcı değil.
Nitekim 2019 yılında Evo Morales’in görevden alındığı, “Tesla Otomobil” üretimi nedeniyle lityum rezervlerine en çok ihtiyaç duyan kapitalist Elon Musk’ın da desteklediği ve “lityum darbesi” diye bilinen bir darbe girişimi olmuştu.
ABD emperyalizmi yanlısı darbe girişimi bastırılmış olmakla birlikte, darbe girişiminin Bolivya hükümetinin Lityum madenlerinin işletilmesi konusunda Çin ve Rusya emperyalistleriyle yaptığı anlaşmaların sonrasında yaşanmış olması tekeller ve onların sözcüleri emperyalist devletler arasında rekabetin ve çelişkinin sürdüğünü gösteriyor.
AB-AB emperyalistleriyle, Rusya ve Çin emperyalistleri arasında Ukrayna’da savaş tüm hızıyla sürerken, savaşın emperyalistler arasındaki kamplaşmayı derinleştiren bir rol oynadığı görülmektedir. Avrupa’nın ortasında Ukrayna’da yaşanan savaş, AB emperyalistlerini ABD emperyalistlerine daha da yakınlaştırırken, Rusya ve Çin emperyalistleri arasında da işbirliği derinleşiyor.
Rusya, Kuzey Kore’den Vietnam’a “arka bahçesi”ni tahkim ediyor. Bu koşullar altında Ortadoğu coğrafyası, emperyalistler arasında çelişkilerin ana merkezlerinden biri olma özelliğini koruyor. ABD ve AB emperyalistlerinin tam desteğiyle İsrail Siyonizmi, Filistin halkına yönelik soykırım saldırılarını sürdürüyor.
Filistin ulusal direnişi ise güç kaybetmekle birlikte mücadeleye devam ediyor. Emperyalistlerin Ortadoğu coğrafyasında koçbaşı olarak kullandıkları İsrail siyonizmi, Lübnan Hizbullah’ıyla olan “Düşük Yoğunluklu Çatışması”nı fiili savaşa çevirme işaretlerini veriyor. Elbette başta Suriye’de olmak üzere bu çatışmaların bir yanında batı emperyalizmi varken diğer yanda İran, Rusya ve Çin emperyalistlerinin bölgesel çıkarları bulunuyor.
Batı emperyalizmi İsrail siyonizmine desteğini sürdürürken; İran gericiliği Filistin Direnişini ve Lübnan Hizbullah’ını destekliyor. Rusya; Suriye’de Esad rejiminin arkasında dururken, İran molla rejimi kendi iç sorunlarıyla uğraşıyor gibi görünse de gerçekte “direniş ekseni” adını verdiği güçlerle bölgede “vekalet savaşı”nı sürdürüyor.
Savaşın yayılma ihtimali beraberinde emperyalistler arası çatışmanın daha da keskinleşmesi olasılığını güçlendiriyor.
Felaket tellallığı ve faşizmin kendini pazarlaması
Durumdan vazife çıkaran TC faşizmi ise bölgesel bir gerici güç olarak konumunu sağlamlaştırma ve çelişkilerden yararlanma siyaseti izlemektedir.
Bu amaçla dün katil ilan ettiği Mısır lideriyle barışmakta ve el sıkışmaktadır. Yine dün Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı “Katil Esed” ilan eden Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, gelinen aşamada “Sayın Esad”a dönüş yapıyor ve Kuzey Suriye’de işgal ettiği bölgeler yokmuş gibi “Suriye’nin toprak bütünlüğü”nden dem vuruyor.
Erdoğan’ın bu çark edişinde bölgede Kürt ulusal hareketinin kazanımları temel etkenlerden biri olsa da, ekonomik olarak yaşanan çöküş belirleyicidir. TC faşizmi, emperyalistler arasında artan çelişkileri ve özellikle Ortadoğu bölgesindeki gelişmeleri kendi çıkarları için kullanmak istemektedir. Son süreçte Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Ukrayna ve Gazze’deki gidişattan bahsederken “üçüncü dünya savaşı tehlikesine” işaret etmekte ve çatışmaların bölgesel hatta küresel bir savaşa dönüşebileceğini uyarısı yapmaktadır.
Benzer şekilde TC Milli Savunma Bakanlığı; “Üçüncü Dünya Savaşı’na hazırız” açıklaması yapmaktadır. Bütün bu açıklamalar, “felaket tellalığı”nın ürünüdür ve TC faşizminin emperyalistlere kendini bölgesel gerici bir güç olarak pazarlama stratejisinin sonucudur.
Savaş ve çatışma uyarısı yapanlar, fırsat bu fırsat deyip, Irak Kürdistanı’nda KDP gericiliğiyle işbirliği içinde işgalini genişletirken, Rojava’ya yönelik saldırı ve işgal tehditlerini sürdürüyor. TC faşizmi, Dışişleri Bakanı’nın ağzından Kıbrıs’ın Gazze’ye yönelik soykırım saldırılarında kullanıldığını açıklar ve Lübnan Hizbullah’ı liderinin açıklamalarını teyit ederken, batılı emperyalistlere şantaj politikası uygulamaktadır.
TC faşizminin İsrail’in Filistin ulusuna yönelik soykırım saldırılarındaki ikiyüzlü tavrı burada da devam etmektedir. “İsrail’e gemi Filistin’e dua” politikası doğrultusunda, İsrail Siyonizm’iyle ticari ilişkilerini sürdüren TC devleti, sanki NATO’nun bir üyesi gibi değilmiş gibi davranmaktadır.
Kıbrıs’ın Gazze’ye yönelik saldırılarda kullanıldığını açıklayan TC Dışişleri Bakanı, benzer işlevlere sahip, Kürecik NATO Radar Üssü ve Adana İncirlik Hava Üssü gibi onlarca askeri üssün varlığından ve aktif olarak kullanımından bahsetmemektedir.
Bu üslerde İsrail’e askeri destek verilmektedir. Kısaca bu ikiyüzlü ve tamamen pragmatist politikanın arkasında AKP-MHP faşist iktidarının içine düştüğü durumdan kurtulma ve bölgesel gerici bir güç olarak kendini pazarlayarak mevzi kazanma çabası vardır. AKP-MHP iktidarının özellikle dış politikada geçmişten tam tersi bir yönelim içine girmiş olması ekonomik krizin bütün faturasının halka kesilmesi amacıyladır.
Türkiye ekonomisinin bir kriz içinde olduğu iktidarıyla muhalefetiyle bütün hakim sınıf kliklerinin sözcüleri tarafından her fırsatta ifade edilmektedir. Ekonomik krizin nedeni konusunda ise halka yalan söylenmektedir. Yaşanan krizin nedeni başta AKP-MHP iktidarı olmak üzere Türk hakim sınıflarının uyguladığı ekonomi politikalarıdır.
Hakim sınıfların sınıf çıkarlarını ve karlarını önceleyen bu politikalar nedeniyle, gelinen aşamada işçi ve emekçilere büyük bir yoksulluk dayatılmış durumdadır.
M.Şimşek’in “başarısı” halkın yoksullaşmasıdır!
Ekonomik krizle mücadele adı altında bir dönem bizzat Erdoğan tarafından dolandırıcı ilan edilen Mehmet Şimşek, Hazine ve Maliye Bakanı olarak görevlendirilmiştir. M.Şimşek’in emperyalist sermayenin temsilcisi olduğu bir sır değildir.
Deyim yerindeyse M.Şimşek Türkiye ekonomisinin başına emperyalist sermayenin kayyumu olarak atanmıştır. M.Şimşek’in “ekonomik krizle mücadele” adına uyguladığı politikalar öncelikle emperyalist sermayenin ve Türk hakim sınıflarının karlarının gözetilmesidir. Nitekim Türkiye ekonomisinin başına kayyum olarak atanan M.Şimşek, uygulamaya koyduğu politikalarla halkın daha da yoksullaşmasına neden olurken, bu hizmetinin karşılığında emperyalist sermayenin “Gri Liste”sinden çıktıklarını “başardık” mesajıyla duyurmaktadır.
Başarılan şeyin emperyalist sermayenin teveccühüne mazhar olmak olduğu, (ki gerçekte “gri liste”ye AKP döneminde girildiği ve bu nedenle çıkılmış olmasının bir başarı olarak propaganda edilmesinin absürtlüğü açıktır) ve bunun anlamının ise gerçekte halkın ekonomisinin daha da kötüleşeceği anlamına geldiği açıktır. “Şimşek Programı” olarak uygulanan programla, “yüksek enflasyonla mücadele” adı altında işçi ve emekçilerin alım gücünün düşürülmesi hedeflenmektedir.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın daha da yoksullaştırılmasıyla enflasyonun düşürüleceği ileriye sürülmektedir.
Tam da bu amaç doğrultusunda Temmuz ayında asgari ücrete ara zam yapılmaması, memur ve emekli maaşlarının enflasyonun altında kalması ve başta temel ihtiyaç maddeleri olmak üzere her şeye zam yapılması hedeflenmektedir.
Nitekim Temmuz ayından itibaren elektriğe yüzde 38 zam yapıldığı açıklanmıştır. Asgari ücrete ara zam yapılması ve emekliye refah payı ödenmemesi demek milyonlarca işçi ve kök maaşı düşük emeklinin tek kuruş zam almadan yıl sonunu getirmesinin dayatılmadır.
“Hepimiz aynı gemideyiz” denilerek faturanın işçi ve emekçilere kesilmesidir. Milyonlarca işçi ve emekçi, enflasyonla ezilen ücretlerine temmuzda ek zam beklerken, iktidar ve yandaşları, ““Ücretler artarsa enflasyon da artar” propagandası yapmaktadırlar. Bu büyük bir yalandır. Milyonlarca işçi ve emekliye ek zammı, “enflasyonla mücadele” gerekçesiyle reddedenler kendileri lüks ve sefahat içinde yaşamaktadır.
Örneğin işçi ve emekçilerin “Asgari ücrete zam olacak mı” sorusuna, “Defalarca söyledik, zam olmayacak” yanıtını veren Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, 144 bin 362 lira olan kendi maaşına 29 bin lira zam yapabilmektedir. Yine Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de 241 bin 320 liralık maaşının 49 bin lira artacağı ifade edilmektedir.
Enflasyona en büyük etkinin aşırı kâr olduğu pek çok kez kanıtlanmışken ücret artışının enflasyona etki ettiği yalanı halk düşmanlığının daniskasıdır. Bu palavraları savunan ve propaganda edenler sınıfsal konumlanışlarını işçi ve emekçiden yana değil patronlardan yana yapmaktadırlar.
Başta saray iktidarı olmak üzere bir avuç azınlık, lüks ve şatafat içinde yaşarken, işçi ve emekçiye kısmi bir ücret artışı bile çok görülmektedir.
Çünkü servetleri işçi ve emekçi halktan çaldıklarıdır. Dahası bırakalım işçi ve emekçilerin ücretlerine zam yapılmasını, halkın üç kuruşluk kazancına dahi göz dikilmektedir. “Şimşek Programı”yla hazırlanan “Yeni Vergi Paketi”yle garsonların bahşişinden, Moto-Kurye emekçilerinin kazancına kadar her şeye göz koymuş durumdadırlar.
Böylelikle vergi yükü dolaylı vergiler üzerinden zaten halkın sırtındayken, zenginler ise doğru dürüst kurumlar vergisi ödemezken, gelir vergisinin çoğunun da zenginlerden değil vergisi bordroda kesilen işçi ve emekçilerden kesilmesi planlanmaktadır.
Birleşik devrimci mücadelede ısrar
TC devleti milyonlarca işçi ve emekçiye sefalet ücreti dayatır ve dahası yeni vergilerle soygununu artırmayı planlarken, Kürt halkına yönelik saldırılarını sürdürmektedir.
Hakkari Belediyesi’ne kayyum atanması sadece Kürt ulusunun iradesinin gasp edilmesi değil aynı zamanda ezen ulus imtiyazlarının kararlılıkla korunmasıdır. Ezilen bağımlı Kürt ulusuna yönelik “had bildirme”dir. Bir futbol maçından dahi ırkçılık ve şovenizm üreten hakim ulus milliyetçiliği, Kürt ulusuna yönelik inkar ve imha siyasetinde kararlı olduğunu teyit emektedir.
Dahası son olarak Kürdistan illerinde yaşanan yangınlarda, 15 kişinin ölmesi, yüzlerce küçük ve büyükbaş hayvanın telef olması ve binlercesinin yaralanması örneğinde olduğu gibi, yangınların suçunun dahi Kürt halkına fatura edilmesidir. Kuşkusuz TC devletinin yangınlar karşısında tutumu ortadadır.
“İtibardan tasarruf” yapmayarak yangın söndürme uçağı yerine saraya uçak alanların, orman yangınları karşısında tutumu, yanan bölgeleri imara açmaktan öteye geçmemektedir. Ancak yangınlar Kürdistan’da olunca devreye bir de ezen ulus şovenizmi girmektedir.
Yangınların ısrarla “anız yakmak”tan kaynaklandığını propaganda eden TC devleti, bir yandan “Kürde nasıl öldüğünü ispatlamayı” dayatırken diğer yandan ise yangınların çıkma sebebi olarak Kürdistan’da kendi yandaşlarına peşkeş çekerek özelleştirdikleri DEDAŞ’ı aklamayı amaçlamaktadır.
Kayyum atadığı ve içini boşalttığı belediyelerin yangınlara müdahale etmediği propagandası yaparken (ki yangınlara müdahale merkezi devletin görevidir), yangınlara müdahaleleri engellemiştir.
TC faşizminin kendi içinde yaşadığı başta ekonomik kriz olmak üzere kriz hali bir yandan hem iktidar kliği içinde dalaşa (Sinan Ateş davası vb.) neden olurken, diğer yandan burjuva muhalefetin halk kitlelerinin tepkisini kendi iktidar mücadelesine yedekleme çabasını ortaya çıkarmıştır.
Bu amaçla mitingler gerçekleştirilmekte, “erken seçim” dillendirilmektedir. Burjuva muhalefetin “kontrollü sokak muhalefeti”, elbette kitlelerin tepki ve öfkelerinin düzen dışına yöneliminin önünü kesmeyi amaçlamaktadır. Toplamda ise burjuva siyasette normalleşme ve yumuşama tartışmalarının arka planında bu gerçek vardır.
Milyonlarca işçi ve emekçiye dayatılan açlık ve yoksulluk koşulları karşısında, Türk hakim sınıflarının bir madalyonun iki yüzünü oluşturan Kemalist ve İslamcı faşist klikleri arkasında yedeklenmeyen bir çizgiyi örgütlemek; başta işçi sınıfı ve emekçi halkın ‘geçinemiyoruz’ talepleri olmak üzere, Kürt halkının inkar edilmesine ve kayyum siyasetine, Kadın ve LGBTİ+ları her gün katleden ve yok sayan ataerkil düzene, gençliğin geleceksizleştirmeye, Alevi inancının yok sayılmasına vb. kısaca “bütün nehirleri” birleştirilen birleşik devrimci mücadeleyi örgütlemekte ısrar etmek gerekir.