
ABD’de Donald Trump başkanlık görevine resmi olarak başlamasının ardından yaptığı açıklamalar ve imza attığı kimi kararlarla uluslararası alanda gündemde olmayı sürdürüyor.
Trump’ın son olarak siyonist İsrail Başbakanı faşist soykırımcı Benyamin Netanyahu’yla görüşmesinde, Filistin halkının tehcir edilmesi ve Gazze’yi “Orta Doğu’nun Rivierası”na dönüştürülmesi hedefini açıkladı. Milyonlarca Filistinlinin yeni bir tehcir ve soykırıma uğratılması anlamına gelecek bu açıklama, kuşkusuz Filistin ulusu açısından yeni bir “Nekbe Günü” (Felaket Günü) anlamına gelecektir.
Batı emperyalizminin Orta Doğu’da “ileri karakolu” olarak kurulan siyonist İsrail devletinin Filistin ulusuna yönelik kurulduğu günden itibaren uygulayageldiği katliam ve soykırım politikasının önümüzdeki süreçte de sürdürüleceği anlaşılmaktadır. Burada temel hedef Orta Doğu’da siyonist İsrail devletinin güvenliğinin sağlanmasıdır. Başta Filistin halkı olmak üzere bölge halklarına yönelik son süreçte doğrudan İsrail tarafından gerçekleştirilen saldırıların ana hedefi budur. Son olarak Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi ve El Kaide, DAİŞ artığı selefi cihatçılara iktidarın teslim edilmesi de bu amaca hizmet etmektedir.
D.Trump’ın açıktan tehcir ve soykırım açıklamaları ve aldığı kimi kararlar, sanıldığının aksine ABD emperyalizminin uluslararası alanda sarsılan ve gerileyen hakimiyetini yeniden tesis etmeyi amaçlamaktadır. Hitler faşizminin “Alles Für Deutschland” (Her şey Almanya için) sloganını çağrıştırırcasına “Make America Great Again”, (MAGA-Amerika’yı Yeniden Harika Yap) olarak kullanılan propaganda sloganıyla seçimleri kazanan Trump; gerçekte temsilcisi olduğu ABD’li emperyalist tekellerin çıkarlarını savunmaktadır.
Trump’ın kişiliğinde somutlaştırılan ve deyim yerindeyse karikatürleştirilerek içi boşaltılan bu politik hamleler, gerçekte ABD’li emperyalist tekellerinin rakip emperyalist tekeller karşısında hamlelerini içermektedir.
Trump propaganda edildiğinin aksine bir “deli” değildir. Sınıfının insanıdır ve attığı adımlar, sınıfının çıkarlarını gözetmektedir. Örneğin Trump’ın Danimarka’dan Grönland’ı istemesi, bölgenin stratejik konumu ve yeraltı maden yatakları nedeniyledir. Panama’yı tehdit etmesi, Panama Kanalı’nın Çin sosyal emperyalizminin “Bir Kuşak Bir Yol Projesi”yle ilgilidir. Siyonist İsrail’e verilen sınırsız destek, Orta Doğu’da ABD emperyalizminin çıkarlarıyla doğrudan ilgilidir. Çünkü “siyonist İsrail demek ABD demektir”.
Örnekler elbette çoğaltılabilir.
Yaşanan gelişmelerin uluslararası alanda, emperyalist tekeller arasında mücadelenin ve rekabetin doğrudan sonucu olduğu açıktır. Emperyalist yeni bir paylaşım savaşının ön adımları olarak atılan bu adımlar son derece somut ve planlı bir politik konumlanışı ifade etmektedir.
Nitekim Trump’ın ilk imzaladığı kararlardan biri Meksika, Kanada ve Çin’den yapılan ithalata ek gümrük vergileri getirmesi olmuştur. Gümrük vergilerin artırılmasıyla ABD emperyalist tekellerinin rakip emperyalist tekeller karşısında korunması ve desteklenmesi amaçlanmaktadır. Rakip emperyalist tekeller de bu hamleyi karşılıksız bırakmayacaktır. Ancak anlaşılması gereken nokta, emperyalist kapitalist sistemin bütün o “serbest piyasa” demagojilerine rağmen “ticaret savaşları” içinde olması gerçeğidir. Emperyalist tekeller arasında rekabet ve mücadele tüm hızıyla sürmektedir. Bu rekabet Orta Doğu ve Doğu Avrupa’da silahlı çatışmalar şeklinde tezahür ederken, ticari alanda da ek gümrük vergileriyle sürdürülmektedir.
Emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu durum ve emperyalist tekeller arasında rekabet bir yandan kapitalist emperyalizmin savunageldiği “uluslararası düzen”, “demokrasi”, “insan hakları” vb. kavramları işlevsizleştirir ve tarihin çöplüğüne atılmasına neden olurken diğer yandan örneğin Orta Doğu’da Filistin ulusuna yönelik yeni bir soykırımın dayatılmasını beraberinde getirmektedir.
Günümüzde kimi liberal çevrelerin uluslararası alanda “aşırı sağın yükselişi”, “neo sağcılık” vb. kavramlarla tanımladığı bu gelişmeler gerçekte, kapitalist emperyalizmin kriziyle ilgilidir ve doğrudan onun ürünüdür. Nasıl ki II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde Alman tekelci burjuvazisi kendi krizini aşma ve yeni pazarlara ulaşma amacıyla Nazi faşizmini iktidara getirip desteklediyse ve sonuçta milyonlarca insanın katledilmesine neden olmuşsa günümüzde de uluslararası alanda faşizmin yükselişi ve iktidar olmasının kapitalizmin ekonomik krizinin, emperyalist tekeller arasında rekabet ve mücadelenin doğrudan sonucu olarak şekillenmektedir.
“Türkiye Yüzyılı”: Kürde teslimiyet, halka katliam!
Kurulduğu günden günümüze, yüzyıllık tarihi boyunca emperyalistler arasında rekabetten kendi çıkarına yararlanma politikası izleyen komprador Türk burjuvazisi, TC devleti ise uluslararası alanda yaşanan bu gelişmeler karşısında “geleneksel politikası”nın sürdürmektedir. Bu politika, emperyalist tekeller arasında rekabet ve pazar mücadelesinde bölgesel düzeyde rol almak üzerinden şekillenmektedir.
Suriye’de Esad rejiminin ABD-İngiltere ve AB emperyalistlerinin çıkarları doğrultusunda devrilmesi ve selefi cihatçı çete örgütlenmesine teslim edilmesi örneğinde olduğu gibi TC devleti, tıpkı İsrail siyonizmi gibi batı emperyalizminin coğrafyamızda temsilcisi durumdadır. Bu anlamıyla batı emperyalizmin askeri örgütlenmesi olan NATO’nun bir üyesi olan TC devleti, bölgesel düzeyde attığı her adımda bu misyonuna uygun hareket etmektedir.
TC devleti açısından öncelikli hedeflerden birisi, İsrail’in güvenliğinin sağlanmasıdır. AKP-MHP iktidarının bütün hamasi söylemlerine, Filistin yanlısı açıklamalarına rağmen gerçek budur. Bu gerçek İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırım saldırıları sürerken, İsrail’le ticaretin kesintisiz bir biçimde sürdürülmesinden de rahatlıkla anlaşılabilir. “Filistin’e dua, İsrail’e gemi” bu sürecin politikası olarak şekillenmiştir. Önümüzdeki süreçte de TC devletinin bu plana sıkı sıkıya bağlı kalacağı öngörülebilir.
AKP-MHP iktidarının “İsrail’le çatışma” söylemi, “iç cephe”yi tahkim etmesiyle ilgilidir ve faşizm kendisi açısından sınır içinde ve dışında “dikensiz gül bahçesi” yaratmayı hedeflemektedir. Son süreçte devrimcilerden burjuva muhalefete kadar geniş bir yelpazede sürdürülen tutuklama ve baskı kampanyası bu hedefle doğrudan ilgilidir.
Kuşkusuz TC devleti ve komprador Türk burjuvazisi, emperyalist sermayeye bu hizmetinin karşılığı olarak Suriye’nin yeniden paylaşımında ve inşasında pay almak istemektedir. TC açısından bir diğer hedef ise Suriye’de Kürt ulusunun herhangi bir statü elde etmesinin önüne geçilmesi olmuyorsa Rojava Devrimi’nin halkçı ilerici çizgisinin içinin boşaltılmasıdır.
Kürt ulusunun kazanımlarını kendi iktidarı ve özellikle de Türkiye Kürdistanı açısından beka sorunu olarak değerlendiren TC devleti bir yandan İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşürken, diğer yandan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan aracılığıyla bölge ülkelerine ziyaretler yapmakta ve “Kürt karşıtı bir ittifak” kurmaya çalışmaktadır.
TC devleti bir yandan içeride ve dışarıda Kürt halkına her türlü yöntemle saldırmakta diğer yandan ise adına “çözüm” denilmeyen bir “süreç” yürütülmektedir. TC devletinin sözcüleri tarafından yapılan açıklamalar geleneksel ve bilinen Kürt ulusunun bir ulus olmasından kaynaklı ulusal haklarının red edilmesi, inkar ve imha siyasetinin devamı olarak görülse de yaşanan “süreç olmayan sürecin” esas olarak Suriye’de ve Suriye Kürdistanı’nda gelişmelerle doğrudan ilgisi vardır.
TC devleti, bütün imkan ve olanaklarını kullanarak Suriye’de Kürt ulusunun bir statü kazanmasını engellemek, engelleyemiyorsa da tıpkı Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi KDP ve “Barzani çizgisi”nde bir Kürt ulusal çizgisi dayatmak ve yaratmak istemektedir.
Bu amaçla İmralı’da A.Öcalan’la bir pazarlık sürdürüldüğü anlaşılmakla birlikte, A.Öcalan tarafından yeni bir açıklamayla “silah bırakma çağrısı” yapılacağı dillendirilmektedir. Mesele tam bir “Türk işi” olarak ele alınmaktadır. Bir yandan A.Öcalan “meclise davet edilmekte” diğer yandan kendisi ve Kürt ulusal hareketi hakkında her türlü dezenformasyona başvurulmaya devam edilmektedir. A.Öcalan üzerinde ağır tecrit devam ettirilmekte, Kürt ulusal hareketine yönelik sınır içinde ve dışında tutuklama ve katliam saldırıları artırılarak sürdürülmektedir. Kürt halkının en temel haklarından biri olan seçme ve seçilme hakkı gasp edilmekte, belediyelere kayyum atamaları devam ettirilmektedir.
Kürt ulusal hareketinin A.Öcalan’ın tutsak düşmesi ve sonrasında paradigma değişikliğiyle birlikte Özgürce Ayrılma Hakkı’nı reddettiği biliniyor. Çözüm olarak yerel özerklik denilebilecek bir talebin dillendirildiği ve fakat Türk hakim sınıflarının buna rağmen Kürt ulusal sorununa dair bir “çözüm”e yanaşmadığı, ulusal imtiyazlarından taviz vermediği biliniyor. Gelinen aşamada TC devleti, A.Öcalan’ın tutsaklığından yaklaşık yarım asır sonra yeniden kendisine başvurmak zorunda kalmış olmasının TC devletinin Rojava’daki gelişmelerle doğrudan ilgisi vardır.
Yaşanan “süreç olmayan süreç”in Türkiye’de Kürt ulusal sorununun çözümüne dair bir sonuç üretmeyeceği açıktır. Bunun nedeni elbette Kürt ulusal sorunu başta olmak üzere Türkiye toplumunda ortaya çıkan çelişmelerin gerçek anlamda çözümünün ve en genel anlamıyla demokrasinin bir devrim sorunu olmasıyla ilgisi vardır. Kuşkusuz düzen içi kimi adımların atılması, özellikle Suriye pazarında daha büyük pay kapma imkânı düşünüldüğünde ihtimal dahilindedir. Ancak bu türden adımların Kürt ulusal sorunun gerçek bir çözümünü içermeyeceği açıktır. Bu anlamıyla “süreç olmayan süreç”in Türkiye koşullarında Kürt ulusu için bir “barış” ve “demokrasi” getirmeyeceği son derece açıktır.
Proleter devrimciler açısından iki ihtimal hesaba katılmalıdır. Birincisi Kürt ulusal hareketinin “ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizmi ile işbirliği yaparak onların güdümüne tamamen girdiği ve bu gerici güçlerin bölgede taşeronluğuna soyunduğu” gibi anlayışlara ve propagandalara karşı dikkatli olunmalıdır. Unutmamak gerekir ki, eğer bir taşerondan bahsedilecekse, bu kurulduğu günden itibaren emperyalizmin yarı sömürgesi olan TC faşizmidir. Bu anlamıyla okun sivri ucu Kürt ulusal hareketine değil, TC faşizmine, şovenizmine ve her türden gericiliğine yöneltilmelidir. Kaldı ki, ulusal bir hareket olarak Kürt hareketinin bu türden gerici güçlerle işbirliği içine girmesi, onun devrimci ve halkçı niteliğine zarar verir. Devrimci ve halkçı çizgisinin tasfiyesine hizmet eder. Bu türden ilişkilere karşı uyarıcı olmak ve tehlikelerden bahsetmek devrimci bir görevdir. Daha ötesi bir yorum yapmak niyet okumaktır ve doğru değildir.
İkincisi ise; “her şeyin Kürt ulusal hareketinin kontrolünde ilerlediği, Kürtlerin büyük oynadığı ve taktik hamleler yaparak kazanımlarını kurumsallaştırdığı, Kürdistan kurulacağı” vb. şeklinde ezilen ulus milliyetçiliği biçiminde ortaya çıkan ve olan biteni sorgulamayan bir tutuma karşı da dikkatli olunmalıdır. Orta Doğu coğrafyasında sabahtan akşama ittifakların kurulup dağıtıldığı bilinmektedir. Bu nedenle temkinli olmakta yarar vardır.
Proleter devrimciler açısından bu iki eğilim de yanlıştır. Bu iki eğilim de uçlardadır ve tehlikelidir. İlki; Kemalist, sosyal şoven bir çizgiden doğru ideolojik-politik etkilenmeye tekabül ederken ikincisi de Kürt ulusal hareketine ve onun devrimci-demokratik mücadelesine sahip çıkma/destek olma adına hatalarını ve ulusal hareketin üzerinde yükseldiği sınıfsal karakteri görmezden gelen tutum olacaktır.
Bu iki tutum da abartılıdır ve yanlıştır. Proleter devrimcilerin hareket noktası ve perspektifi sınıfsaldır. Bu noktada İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Şeyh Said İsyanı konusundaki değerlendirmeleri referansımız olmalıdır.
“Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!”
Kürt ulusal sorunu örneğinde olduğu gibi, coğrafyamızda ortaya çıkan başlıca çelişmelerin kaynağı TC devletinin üzerinde yükseldiği zemindir. Irkçı, faşist, emperyalizmle işbirliği içinde, sömürü ve talana dayalı halk düşmanı karakteridir.
Bu somut olgu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Sadece Kürt ulusuna yönelik değil, çeşitli milliyet ve inançlardan Türkiye halkının bütününe düşman bir rejimden bahsettiğimiz bilinmelidir.
Bu gerçek 6 Şubat depremlerinin ikinci yıldönümünde bir kez daha kanıtlanmış durumdadır. Hatırlanırsa 6 Şubat 2023’te Maraş merkezli yaşanan depremler sonucunda resmi rakamlara göre dahi 50 binin üzerinde insan katledilmiştir. Bu katliamın üzerinden iki yıl geçmesine rağmen deprem bölgesinde halen yarım milyonun üzerinde insan, en temel insani haklarından mahrum olarak konteynerlerde yaşamak zorunda bırakılmış durumdadır. Sadece Antakya’da 200 binden fazla insan konteyner kentlerde yaşam mücadelesi vermektedir. Bunun temel nedeni kaynak yetersizliği değildir. Örneğin AKP-MHP iktidarının 2024 yılında yandaş şirketlere yönelik 2.2 trilyon liralık “vergi affı” uygulaması bile başlı başına, TC rejiminin sınıfsal karakterini, halkın değil bir avuç kompradorun, patronun devleti olduğunu göstermektedir.
İstanbul’da deprem beklendiği koşullarda halkımızın yeni katliamlarla karşı karşıya bırakılması olasıdır. Bu anlamıyla iktidarın “yeni Gezi”lerden korkması iktidar sözcülerinin “sokak tehdit”lerine başvurması ve dahası bizzat R.T.Erdoğan’ın “Kurtuluş Yok Tek Başımıza Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz” sloganını kriminalize etmeye çalışması bu açıdan anlamlıdır. Gerçekten de kurtuluşumuzun tek başına olmayacağı, işçi sınıfının önderliğinde, Türk ve Kürt uluslarından, ezilen çeşitli milliyet ve inançlardan halkımızın örgütlenmesi ve birleşik devrimci mücadelesiyle gerçekleşeceği açıktır. Dolayısıyla örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka bir yolumuz yoktur.