
ABD başkanlık seçimleri sırasında Donald Trump, “Rusya-Ukrayna Savaşı’nı 24 saat içinde bitirebileceğini” öne sürmüş ve dünyaya “barış” getireceğini vaat etmişti.
D.Trump, başkan seçildikten sonra önce Yemen’e ardından İran’a saldırdı. Seçim vaatleri arasında yer alan Ukrayna savaşını bitirme planı ise Ukrayna Başkanı V.Zelensk’nin Beyaz Saray’da aşağılandı ve askıya alınan Ukrayna’ya yönelik askerî yardım sevkiyatının yeniden başlatılması kararı verdiğini duyurdu.
“ABD barışı”nın gerçekte savaş demek olduğu, önceki tarihsel örnekleri bir yana D.Trump’ın kısa süreli başkanlık pratiğinden de anlaşılabilir. “Ukrayna’da savaşı bitireceğim” derken yeni askeri yardım kararı almak, “barış getireceğim” derken Yemen ve İran’ı bombalamak, Ortadoğu’da İsrail siyonizminin saldırılarına tam destek vermek gibi tavır ve açıklamalar, D.Trump’ın “dengesiz kişiliği”nden kaynaklı değildir.
Genel olarak emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu durumdan, özel olarak ABD emperyalizminin gerileyen hegemonyasından kaynaklıdır.
ABD emperyalizminin II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist kapitalist sistem içinde belirleyici hakimiyeti ve “tek kutuplu dünya”sı, yerini Rusya ve Çin emperyalizminin yükselişi ve “çok kutuplu dünya”sına bırakmış durumdadır.
Özellikle Başkan Mao’nun ölümünden sonra kapitalist yola giren ve gelinen aşamada emperyalist bir güç olarak ortaya çıkan Çin, “yeni” ve “genç” bir emperyalist güç olarak, ABD emperyalizminin karşısına dikilmiş bulunuyor.
Son süreçte uluslararası alanda yaşanan gelişmeler, örneğin D.Trump’ın “gümrük vergilerinin artırması”yla yaşanan “ticaret savaşları”ndan, Ukrayna’da olduğu gibi ABD, İngiltere, AB ile Rusya arasında ve Ortadoğu’da İsrail’in saldırganlığı ve son olarak Güney Asya’da Kamboçya ile Tayland arasında yaşanan çatışma da dahil olmak üzere yaşanan çatışma ve savaş gibi bir dizi gelişme, emperyalist kamplar arasındaki çelişki ve rekabetten bağımsız değildir.
Gelişmeler emperyalistlerin yeni bir paylaşım savaşına hazırlandıklarına işaret etmektedir. Bu değerlendirmenin bir kehanet olmadığı ortadadır. Emperyalist kampların sözcüleri yaptıkları açıklamalarda bu olasılığa sıklıkla işaret etmektedirler. Dahası somut adımlarda atmaktadırlar.
Örneğin başta ABD olmak üzere “batı emperyalizmi”nin askeri örgütlenmesi olan NATO üyesi ülkelerin askeri harcamalarının kademeli olarak artırma kararı bu nedenledir. Hemen her ülke “savunma” adı altında silahlanmaya bütçe ayırmaktadır. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının öne çıkan güçleri ise ABD ve İngiltere’dir. Rusya ve Çin, daha çok savunma pozisyonundadırlar.
Artık ABD öncülüğünde kurulan “Yeni Dünya Düzeni”nin sonuna gelindiği anlaşılmaktadır. Bu sadece yeni emperyalist saflaşma ve kampların açığa çıkmasıyla değil, örneğin geçmişte burjuva uygarlığının özellikle kapitalist merkezlerde yücelttiği kimi kavramların hızlıca terk edilmesinden de anlaşılabilir.
Burjuva demokrasisinin de nihayetinde bir burjuva diktatörlüğü olduğu gerçeği bir yana, burjuvazinin bir dönem kendi düzenini kitleler nezdinde meşrulaştırmasına hizmet eden ve “evrensel değerler” olarak propaganda ettiği “demokrasi”, “serbest piyasa”, “uluslararası diplomasi”, “insan hakları” vb. kavramların artık pek revaçta olmamasının nedeni budur.
Her şey bir yana İsrail siyonizminin Gazze’de uyguladığı soykırıma yönelik emperyalist kapitalist devletlerin tavrı ortadır. Dünya halkları, Gazze’de soykırıma karşı çıkıp sokaklara inerken, bu devletler sadece kınama açıklamaları yapmakta ve endişelerini dile getirmektedir. Soykırıma açıktan ya da üstü kapalı destek vermektedirler.
İsrail siyonizmi, Filistin halkını sadece silah ve bombalarla katletmemektedir. Aynı zamanda uyguladığı ambargoyla Filistinlileri açlıktan öldürmektedir. Gazze’de yapılanlar sadece Filistinlilerin soykırıma uğratılarak katledilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Gerçekte yaşananlar, emperyalist kapitalist sistemin işçi sınıfına ve ezilen dünya halklarına nasıl bir gelecek vadettiğinin ön gösterimi olarak değerlendirilmelidir.
Emperyalist kapitalizme biat etmeyen, şu veya bu şekilde düzene aykırı olan ve dahası kurulu sisteme muhalefet eden her sınıf ve ezilen halklara yönelik net bir mesaj verilmektedir. Bugünün Gazze’si yarının tüm dünyasıdır.
Soykırım ortaklığında ve halk düşmanlığında ısrar!
Bu soykırımcı katliam karşısında TC devletinin rolüne özel olarak değinilmelidir.
Bilineceği üzere Türk hakim sınıfları bir yandan İsrail siyonizmine lanet okumakta, diğer yandan ise İsrail’le başta petrol olmak üzere ticareti ısrarla sürdürmektedir. Mesele iktidar partisi AKP’nin İslamcı söylemleriyle ilgili değildir. AKP öncesinde de TC devletinin, siyonist İsrail ile ilişkileri iyi olmuştur. AKP döneminde ise bir yandan İsrail’e yönelik “sert” çıkışlar yapılırken, (“van minut” gibi) diğer yandan İsrail’le her türlü ticareti sürdürüyor olmasıdır.
Ortada kör göze parmak sokarcasına bir işbirliği söz konusudur. Buna rağmen en keskin İsrail muhalifleri AKP ve çevresi olmuştur.
Bu politikanın son örneği, 17. Uluslararası Savunma Sanayi Fuarı (IDEF 2025) açılışında Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın yaptığı konuşmada; “Her gün onlarca masumun bir lokma ekmek, bir yudum su bulamadığı için can verdiği bir acımasızlığı zerre kadar insanlık onuru taşıyan hiç kimse kabul edemez, buna sessiz kalamaz. Bu cinnet haline rıza gösteremez. Her kim, Gazze’deki soykırıma sessiz kalıyorsa İsrail’in işlediği insanlık suçlarına ortak oluyor demektir. Gazze’de insanlık ölürken, bebekler, çocuklar ölürken, insanlar bir çuval un alabilmek için ölürken hiçbirimiz buna sessiz kalamayız ve kalmayacağız” demesidir. (23 Temmuz)
Daha önce örneklerini sıklıkla gördüğümüz bu hamaset dolu konuşmanın müthiş bir ikiyüzlülük olduğu ortadır. Çünkü bu açıklamanın yapıldığı silah fuarına katılan kimi silah şirketlerinin, doğrudan İsrail’e silah sattığı, mühimmat ve askeri teknoloji sağladığı bilinmektedir. Dolayısıyla bir yandan hamasi nutuklarla Gazze’ye sahip çıkıldığı söylenirken diğer yandan onları katleden silahları temin eden silah şirketleriyle “ortak iş tutarak”, İsrail’in işlediği insanlık suçlarına ortak olunmaktadır.
Dahası İsrail’e silah sağlayan şirketlerle iş tutarak soykırım suçuna ortak olmakla kalınmamakta aynı zamanda bu şirketlerin silah fuarına davet edilmesine karşı çıkan ve bunun için protesto eylemi yapanlar, “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla gözaltına alınmaktadır. Bir yanda İsrail’in işlediği soykırıma karşı çıkma çağrısı yapılırken diğer yanda ise soykırıma karşı ses olanlar gözaltına alınmaktadır.
TC devletinin bu yaklaşımının “Filistin’e dua, İsrail’e gemi” olarak özetlenen politikasıyla tutarlılık arz ettiği ortadadır. Nitekim TC devleti, İsrail’e silah, mühimmat, askeri alanda kullanılabilecek yakıt ürünlerinin engellenmesi gibi maddeler olan “Bogota Bildirisi”ne bu nedenle imza atmamıştır. Durum bu minvaldeyken Türk hakim sınıfları sözcülerin yaptıkları “İsrail bize saldıracak” propagandasının kıymeti harbiyesi yoktur.
Hem İsrail hem de TC devleti, batı emperyalizminin coğrafyamızdaki en önemli taşeronları olarak var edilmişlerdir.
Dolayısıyla iki gerici bölgesel gücün karşı karşıya gelmesi, birbirlerine yönelik son derece sert açıklamalar yapması kimseyi yanıltmamalıdır. Bölgesel gerici rekabetten kaynaklı var olan ya da açığa çıkan kimi çelişkilerin varlığı kimseyi yanıltmamalıdır.
İsrail siyonizmi ile TC faşizmi “kardeş” devletlerdir. Bölge halklarına yönelik halk düşmanlığında, katliam ve saldırılarda müttefiklerdir.
İki gerici bölgesel gücün Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinde ortak iş tutuğu bilinmektedir.
TC devletinin, İsrail’in bölgede en önemli karşıtı olan Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasına destek verdiği, selefi cihatçı çeteleri eğitip, donattığı ve dahası IŞİD artığı HTŞ çetelerine İdlip’te kol kanat gerdiği bilinmektedir. HTŞ çetelerinin Esad rejimini devirmesinde ve Suriye’nin İsrail için bir tehdit olmasından çıkarılmasında TC faşizminin rolü ortadadır. Dolayısıyla Suriye’nin İsrail tarafından parçalandığı koca bir manipülasyondan ibarettir.
Emperyalistler ve bölge gerici güçleri İsrail siyonizmi ve TC faşizmi, Esad rejiminin yıkılmasında birlikte çalışmışlardır.
Elbette İsrail, Suriye’de işgalci ve katliamcı bir güçtür. Ancak TC faşizminin de Suriye’de benzer bir niteliğe sahip olduğu unutulmamalıdır. Suriye’de iktidarın HTŞ çetelerine teslim edilmesinden sonra geçen zaman dilimi içinde, HTŞ’nin pratiği oradadır. İsrail dostu ve Suriye halkı düşmanı bir rejim inşa edilmeye çalışılmaktadır. Siyonizm Gazze’de “İslamcı terörist” diyerek Filistin halkını soykırıma uğratmakta, TC destekli HTŞ çeteleri, Suriye’de Alevileri, Dürzileri “İslam’dan saptıkları” için katletmektedir.
Dahası emperyalistler ve TC faşizmi, Suriye’de Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin kendisini lağvetmeye ve Suriye Demokratik Güçleri’nin silahlarını bırakarak IŞİD artığı HTŞ çetelerine tabi olmaya zorlamaktadırlar. Bu politikanın amacı bir yanıyla Kürtlerin kazandıkları mevzilerin tasfiye edilmesi ve statüsüz bırakılmasıyken, diğer yanıyla “Rovaja modeli”nin halkçı yanlarının tasfiyesinin amaçlanmasıdır.
TC faşizmi sözcülerinin her fırsatta Rojava’ya yönelik tehdit açıklamaları yapmaları ise var olduğu iddia edilen “Kürt Barışı”ndan ne anladıklarını göstermektedir. Daha dün “süreç”in başlatıcısı olarak selamlanan faşist MHP lideri D.Bahçeli, bugün “YPG/PYD’nin süreci ağırdan alması, gelişmeleri sakatlama arayışı kabul edilemez bir çirkefliktir” demektedir. (26 Temmuz)
Yaşananlar bir kez daha “Osmanlı’da oyun çoktur” deyimini hatırlatmakta; “Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” politikasının devreye sokulduğu anlaşılmaktadır.
Ne var ki, ne koşullar aynıdır ne de Kürt eski Kürt’tür.
Örgütlenme, safları sıklaştırma ve mücadele etme
Türkiye’de Kürt sorununun çözümü noktasında, Kürt ulusal hareketi tarafından tek taraflı atılan adımların karşılığı, TC devleri tarafından yerine getirilmemiştir. Yasal düzenleme yapılması dahi gerekmeyen adımlar dahi atılmamıştır. Süreç, komisyona havale edilmiş durumdadır.
İktidarın çözümden anladığıyla Kürt ulusal hareketinin anladığı ve hedeflediği arasında tam tersi bir yönelim söz konusudur. Meselenin asıl muhatabı ve sorunun kaynağını oluşturan ezen ulus imtiyazından taviz verilmemekte, dahası “Türk, Kürt ve Arap” ittifakından bahsedilerek, Türk ulusunun kurucu unsur, diğer ulusların tabi olduğu bir bölgesel yayılmacılıktan bahsedilmektedir. Türk komprador burjuvazisinin “Misak-ı Milli” propagandasının, “ümmet kardeşliği” adı altında yeniden güncellenmesi söz konusudur.
Türk devletinin sınıfsal yapısı ve üzerinde yükseldiği zemin gereği kendiliğinden demokratikleşme adımları atmayacağı bilinmelidir. Fıtratına terstir. Bu objektif gerçeklik sadece Kürt sorunu merkezli değildir.
Türk devleti Ermeni, Rum ve Süryani soykırımı üzerinden yükselmiş, başta Kürt ulusu olmak üzere, hakim Türk ulusu dışında Kürt ulusu, ezilen milliyet ve ezilen inançların inkar, imha ve asimilasyonuyla kendini var etmiş, faşist bir devlet örgütlenmesine sahiptir.
Bu anlamda Türk ve Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfına ve halkımıza, kadınlara, LGBTİ+lara, doğaya, çevreye ve hatta sokak hayvanlarına kadar her şeye düşman bir rejimden bahsettiğimiz bilinmelidir.
Son bir haftada Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda yaşanan orman yangınlarına dair devletin hiçbir önlem almaması gerçeği, devlet örgütlenmesinin halk ve doğa için değil de, halk ve doğa karşıtı örgütlendiğinin kanıtı olarak görülmelidir.
Daha önce defalarca örneğini gördüğümüz, depremlerde, sel felaketlerinde ve yangınlarda katledilenlere son olarak yetersiz malzeme ve eğitimle yangın bölgesine gönderilen 5 orman işçisi ve 5 arama kurtarma gönüllüsü iş cinayetinde katledilmiştir.
Devlet örgütlenmesinin orman yangınları karşısındaki pratik tutumu, onun halk ve doğa düşmanlığıyla paraleldir. Örneğin bir yangın söndürme uçağının fiyatı yaklaşık 30-50 milyon dolar arasındadır. İktidarın, 2024 yılında sadece Kamu-Özel İşbirliği projelerini yapan şirketlerin 650 milyar liralık vergi borcunun tahsilatından vazgeçtiği hatırlanırsa, orman yangınlarıyla mücadelede kaynak yetersizliğinden çok politik ve sınıfsal bir tercihten bahsetmek gerekir.
İtibarından tasarruf etmeyen cumhurbaşkanlığının bütçesinden ve 12 adet uçağından ya da Diyanet İşleri’nin bütçesinden bahsetmiyoruz bile.
İktidarın halkın çıkarları ve doğanın korunması diye bir derdi yoktur. Örneğin kısa bir süre önce köylülerin, “kamu yararı değil maden ve enerji şirketlerinin çıkarlarını gözettiğini” savundukları “zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılmasını” da içeren torba kanun teklifi 19 Temmuz’da mecliste kabul edilmişti.
Zeytinliklere çökülmesini hedefleyen yasanın kabul edilmesi örneğinde de olduğu gibi, bu düzenin işçi sınıfı, halk, kadınlar, LGBTİ+lar, doğa ve çevreye vadettiği tek şey daha fazla sömürü, yağma ve talan, baskı ve katliamdır.
Nitekim, İSİG’in iş cinayetleri raporuna göre Haziran ayında en az 164, 2025’in ilk yarısında ise 961 işçi iş cinayetinde katledilmiştir. İktidarın 2025 yılını “Aile Yılı” ilan ettiği koşullarda, kadın ve LGBTİ+lara yönelik katliam hız kesmeden devam etmektedir. 2025’in ilk 6 ayında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısının 336’ya ulaştığı, 145 kadının ise şüpheli şekilde katledildiği açıklamaktadır. (7 Temmuz)
TC devleti kurulduğu günden beri, hiçbir zaman halkın devleti olmamıştır. Böyle olduğu içindir ki “yangında ilk feda edilen” hep işçi sınıfı ve halk olmuştur. “Aynı gemideyiz” yalanıyla propaganda edilen bir avuç azınlığın lüks ve şatafat içinde yaşaması; milyonlarca işçinin, emekçinin ise açlık ve yoksulluk koşulları içinde, ağır sömürü altında, iş cinayetlerinde, orman yangınlarında, deprem ve sellerde, kadına yönelik katliamlarda, LGBTİ+lara yönelik nefret cinayetlerinde katledilmesi olmuştur.
Doğanın ve çevrenin kapitalist rant uğruna talan edilmesi olmuştur.
Yoksulluğun giderek arttığı, halkın alım gücünün düştüğü günümüz koşullarında, işçi sınıfının ve halkın örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka bir yolu bulunmamaktadır.