
Emperyalist sermayeye bağımlı ve yarı-sömürge bir ekonomik yapıya sahip Türkiye ekonomisi sadece emperyalist sermayenin sermaye ihracı, eşitsiz ticaret ve hammadde talanıyla sömürüsüne maruz kalmamaktadır.
Emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda uluslararası işbölümünün yeniden düzenlenmesine paralel şekillendirilen ve Türk burjuvazisinin sözcüsü olan partiler tarafından “kalkınma” olarak propaganda edilen bir sanayileşmeden de bahsetmek gerekir.
Bu sanayileşme ise kendi ayakları üzerinde duran, emperyalist sermayeden bağımsız bir sanayileşme değil tam aksine emperyalist tekellerin üretimine bağımlı, emperyalist tekellerin taleplerini karşılayan bir sanayileşmedir.
Türkiye ekonomisinin ve özellikle de sanayisinin, 21. yy’ın ilk çeyreğinde AKP hükümetleri aracılığıyla emperyalist tekellerin üretimine göre şekillendiği Türkiye’de, sermaye ve emek üzerinde yapılan çalışmalardan da net olarak görülebilir.
Emperyalizme bağımlı yarı-sömürge koşullarının derinleşmesine paralel Türkiye ekonomisinde, emperyalist kapitalizmin uluslararası işbölümüne bağlı olarak emek yoğun ve düşük-orta teknolojili ürünlerin üretiminde öne çıkmış bir taşeron/montaj sanayileşmesi söz konusudur.
Önemle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de sermayenin birikimi esas olarak emperyalist sömürü ve talanın yürütülmesi için örgütlenmiş bir ağ üzerinden gerçekleşmektedir.
Türkiye halkının alınterinin ve doğal kaynaklarının talanı yoluyla biriken sermaye, her şeyden önce emperyalist mali sermayedir ve bu birikim esas olarak tefeci niteliktedir.
Öte yandan Türkiye’de sermaye birikiminin emperyalist sermayenin merkezinde olduğu ve bu sermayeye doğrudan bağımlı “yerli” ve “milli” sermaye aracılığıyla (komprador burjuvazi) birikmekte ve yine bu güçler tarafından çeşitli yöntemlerle gasp edilmektedir.
Bununla birlikte tali olarak emperyalist doğrudan sermaye yatırımlarının özellikle imalat sanayine yönelen yatırımları, artı-değer sömürüsünün yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine neden olmaktadır.
Emperyalist tekellere bağımlı, emperyalist kapitalist sistemin bir parçası olarak şekillenen Türkiye ekonomisi ve özellikle de imalat sanayinin montaj sanayi üzerinden yükselmesi; emperyalizmin Türkiye pazarında sadece sermaye ihracı, eşitsiz ticaret ve hammadde talanıyla sömürüsüne neden olmamakta aynı zamanda doğrudan ya da dolaylı olarak Türk burjuvazisi aracılığıyla artı-değer sömürüsüne de yol açmaktadır.
Özellikle başta imalat sanayi olmak üzere artı-değer sömürüsü de söz konusudur. Bu nedenle, Türkiye koşullarında artı-değer sömürüsünün ve emperyalist sermayeyle işbirliği içindeki komprador burjuvazinin sömürü oranlarının seyri önemlidir.
Yüz yıllık TC rejimi tarihinde sömürü oranlarının seyrine dair yapılan çalışmalarda özellikle 21. yy’ın ilk çeyreğinde Türkiye’de sömürü oranlarının artışına tanık olmaktayız. Aşağıda bu oranlara dair bir şekil aktarılmıştır.
Şekil: Türkiye’de sömürü derecesinin dönemsel ortalamaları
Kaynak: “Serdal Bahçe-İmalat Sanayinde 100 Yıllık Bölüşüm Bilançosu”, İktisat ve Toplum Dergisi
Şekilden de görüleceği üzere, TC rejiminin yüz yıllık tarihinde, imalat sanayi açısından en yüksek sömürü oranı (artı-değer gaspı) gerçekleştiği dönem 1999-2001 yılları arasındaki ekonomik kriz dönemidir.
Bu kriz sonrasında işbaşına gelen AKP hükümetleri döneminde ise imalat sanayinde bu sömürü oranı TC tarihinin önceki dönemlerine kıyasla yüksek oranda gerçekleşmeye devam etmiştir. Şekilde ifade edilen sömürü oranları, cumhuriyet tarihi boyunca (1999- 2001 yılları arasındaki kriz yılları hariç) en yüksek sömürü oranının AKP’li hükümetler dönemi boyunca yaşandığını göstermektedir.
Bu durum aynı zamanda AKP hükümetlerinin emperyalist sermayenin Türkiye pazarında aracısı konumunda bulunan komprador büyük burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını “başarı”yla temsil ettiği anlamına gelmektedir.
Diğer ifadeyle emperyalist sermaye ve Türk komprador büyük burjuvazisi açısından, tüm cumhuriyet tarihi boyunca AKP hükümetleri dönemi, sömürü oranlarının en yüksek olduğu dönemlerden birine karşılık gelmektedir. Bu durum komprador büyük burjuvazinin AKP hükümetlerine desteğini de açıklamaktadır.
Türkiye pazarının emperyalist sermaye ve komprador büyük burjuvazi açısından sömürü oranlarının yüksekliği, Türkiye ekonomisinin toplam ve imalat sanayinin kâr marjlarının yükseliş eğiliminden de görülebilir. (Bakınız: Türkiye’de kâr marjları (toplam ve imalat sanayi) ve üretici enflasyonu (2015-2021-Erinç Yeldan, “Üçüncü nesil kriz,” 01.10.2024, Birgün)
Türkiye’de 2015’ten başlayarak 2021 sonuna kadar kâr marjlarının Türkiye genelinde yüzde 14’ten yüzde 22’ye, sanayi sektörleri ortalamasında ise yüzde 11’den yüzde 18’e yükseldiği ifade edilmektedir.
Ayrıca kâr marjlarındaki yükselişe paralel olarak üretici fiyat enflasyonun da yükseldiği belirtilmektedir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’de enflasyonun yükselmesinde sömürünün artışı, zenginin daha da zenginleşmesi belirleyici bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu yüksek kâr ise enflasyona neden olmaktadır. Burjuva demagogların savunduğunun aksine işçi ve emekçileri ücret artışları yüksek enflasyona neden olmamaktadır. Hatta denilebilir ki, bu enflasyonun yüksek olmasında çok tali bir unsurdur.
Enflasyonun yükselmesinde belirleyici olan nedenlerden biri, burjuvazinin “süper kârı”dır. Kâr marjlarının yükselmesi ve sömürünün artırılması ise ücretli çalışanların aldıkları ücretlerin düşürülmesiyle sağlanmıştır.
Bu süre içinde Türkiye genelinde ve sanayi sektöründe reel ücretler yüzde 10 ile yüzde 20 arasında geriletilmesi nedeniyle, Türkiye toplamında ve imalat sanayi sektöründe kâr oranları artırılmıştır. Bir diğer ifadeyle, bu süre içinde sömürü yoğunlaştırılırken, yoksulluk artırılmıştır.
Türkiye’de yoksulluğun artışı beraberinde işçi ve emekçileri farklı “mücadele yöntemleri” geliştirmeye itmiş durumdadır. Yoksulluk nedeniyle bir aile olmayanlar birlikte yaşamaya başlamakta ya da evlenme oranları düşerek tek kişilik hanelerin sayısı artmaktadır.
İşçi ve emekçiler yaşamlarını sürdürebilmek için bankalara borçlanmakta, küçük üreticiler ise iflas etmektedir.
Ortaya çıkan tablo, başka verilerle birlikte değerlendirildiğinde genel bir doğruluk payı taşımaktadır. Örneğin Türkiye’de gelir ve servet eşitsizliği göz önüne alındığında, üretim araçlarına sahip olanlarla üretim araçlarına sahip olmayanlar arasındaki fark benzer bir özellik taşımaktadır.
Aşağıda Türkiye’de gelir ve servet eşitsizliğine dair bir tablo aktarılmıştır.
Kaynak: World Inequality Lab. 2022 Dünya Eşitsizlik Raporu
Tabloda 2021 yılı için Türkiye’de % 10’luk en zengin dilimde yer alanların, ülkedeki gelirin % 54.5’ine sahip olduğu ifade edilmektedir. Yine tabloda Türkiye’de en yoksul % 50’nin toplam geliri ise ülke gelirinin sadece % 11.2’sini oluşturduğu belirtilmektedir.
Yine en zengin % 10’luk dilimde ortalama gelir (satın alma gücü paritesine göre) 149.400 avroya ulaşırken bu rakamın, en yoksul % 50’de 6.500 avroya düşmektedir. En yoksulların ortalama geliri, en zenginlerin 23’te 1’ine denk gelmektedir.
Öte yandan tabloda Türkiye’de servet eşitsizliğinin daha da yüksek olduğu ifade edilmektedir. Tabloda % 10’luk en üst dilim, toplam servetin % 67’sini elinde tutarken en yoksul % 50’ye düşen payın sadece % 4 olduğu belirtilmektedir.
Ortalama servet, % 10’luk dilimde 263.800 avroya çıkarken en yoksul % 50’de yer alan kişilerin ortalama serveti sadece 2.900 avrodur.
2022-2023 yılları arasında hane halkının gelirden aldıkları payda yoksullar ve orta sınıfın daha fazla kaybettiği, (gelirden aldıkları payları azaldığı), yüzde 5’lik üst 3 dilimdeki zengin sınıfın aldığı payının daha da arttığı (zenginleştiği) anlaşılmaktadır.
Şeklin bize anlattığı, nüfusun en zengin yüzde 5’lik kesiminin gelirden aldığı payın aşırı büyüdüğü, buna karşılık orta ve yoksul sınıfları oluşturan yüzde 85’inin ise gelirden aldığı payın düştüğü ve eksilerde olduğudur.
Türkiye’de gelir ve servet eşitsizliğinin bu boyutlarda olmasının burjuvazinin hayata geçirdiği ekonomik politikalardan bağımsız olmadığı açıktır. Türkiye toplumu bir avuç zenginin dışında büyük oranda yoksullaştırılmış durumdadır.
- yy’ın ilk çeyreğinde sınıflar arasında eşitsizlik artarak sürmüş, sınıfsal çelişkiler daha da büyümüştür.
Var olan eşitsizliğin süreç içinde derinleşerek arttığı, (diğer bir ifadeyle zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul hale geldiği), yaşamlarının emeğini satarak sürdüren maaşlı emekçilerin toplam gelirden aldıkları payın düşmesinden de görülebilir.
21. yy’ın başından itibaren 2006-2022 yılları arasında işçi ücreti gelirlerin ve “serbest çalışan” emekçilerin toplam gelirden aldıkları payın özellikle 2019 yılından itibaren keskin bir düşüş içinde olduğu, buna karşın sermaye gelirlerinin ise yükseliş içinde olduğu rahatlıkla gözlemlenmektedir.
Özellikle ücretli emekçilerin toplam gelirdeki payı (2019) % 41.3’ten (2022) % 31.1’e kadar düştüğü (10 puandan fazla bir düşüş), aynı dönemde sermaye gelirlerinin payının % 45.3’ten 58.9’a, (13.5 puanlık bir artış) yükseldiği ifade edilmektedir.
Öte yandan 2006-2022 döneminde serbest çalışan emekçilerin (küçük burjuvazi) toplam gelirden aldıkları payın yarısından aza, % 21.8’den % 10’a düştüğü belirtilmektedir.
Yaşanan düşüşte hem bu emekçilerin ortalama gelirinde hem de sayısındaki azalışın etkili olduğu ifade edilmektedir. Bunda ise özellikle köylülüğün üretemez hale gelmesinin ve bağımsız profesyonel grupların işçileşmesinin etken olduğu belirtilmektedir.
Bu süre içinde sermaye gelirlerinin ücretli emekçi gelirlerindeki azalma oranından daha fazla olmasının nedeni ise kendi hesabına çalışan en kalabalık nüfusu oluşturan köylü, esnaf, bağımsız profesyonel gibi ücretli olmayan emekçilerin toplam gelirden aldığı payın (serbest çalışan gelirleri) hızlı düşüşü olduğu ifade edilmektedir.
Gelinen aşamada Türkiye ekonomisinin son üç yıl boyunca, Türkiye’nin milli geliri özellikle “kaynağı belirsiz sermaye girişleri” olarak tanımlanan sermaye girişi nedeniyle yüzde 4.8’lik bir büyüme yaşadığı ifade edilmiş olmasına rağmen ücretli emeğin hem pay, hem de reel gelir düzeyi olarak gerileme yaşaması gerçeği altında, bu dönemdeki büyüme olgusunun “yoksullaştıran büyüme” olarak tanımlanmasına neden olmaktadır.
Ortaya çıkan tablo sadece ücretli emekçilerin milli gelirden aldıkları payın düşmesi ve bu anlamıyla daha da yoksullaşma değildir. Gelinen aşamada Türkiye toplumunda sefalet oranı da artmış durumdadır.
Sefalet oranlarının yükselişi, toplumsal sınıfların toplam gelirden aldıkları pay oranlarıyla paralel bir seyir izlemektedir. Madalyonun iki yüzü gibi, büyüyen servet, sermaye sahiplerinin ellerinde toplanırken, sefalet ise işçilerin ve yoksulların hanelerine yazılmaktadır.
Gelinen aşamada Türkiye, sefalet endeksinde dünyada 157 ülke arasında en kötüden en iyiye sıralamasında (en kötü) 10’uncu sırada yer almaktadır.
Artı-değer sömürüsünün yoğunlaştığı, kâr oranlarındaki artışın en genel anlamıyla emeğin milli gelirden aldığı payın sürekli olarak düşürülmesiyle gerçekleştiği ve bununda geniş emekçi kitleleri daha da yoksullaştırdığı, bir avuç zenginin ise daha da zenginleştiği birbiri ardına açıklanan “en zenginler” listelerinden de anlaşılabilir.
Aşağıda Türkiye’nin en zenginlerine dair bir tablo aktarılmıştır.
Kaynak: “İşte Türkiye’nin en zengin 100 ailesi”, 11 Aralık 2023, Ekonomim
Türkiye’nin en zenginleri arasında listenin ilk sırasında Koç Ailesi yer alırken, devamında Sabancı, Eczacıbaşı, Tara, Özyeğin ve Ülker aileleri vb. bulunmaktadır.
Bu tabloda ifade edilen “aile”ler yıllardır değişmemektedir.
Dahası yukarıda ifade ettiğimiz sömürü oranlarıyla birlikte düşünüldüğünde bu tabloda ifade edilenlerin servetlerinin kaynağı daha net anlaşılır.
Örneğin yukarıdaki tabloda en zenginler listesinde yer alan “Koç ailesi”nin üç ferdi, servetini 2022 yılında 4.5 milyar dolar artırırken, Koç Holdinge ait Ford-Otosan’da çalışan bir işçinin aldığı aylık net ücret ise Şubat 2023-Şubat 2024 döneminde dolar bazında reel olarak sadece 13 sent (3 lira 99 kuruş) artmıştır.
Bunun anlamı Koç grubunun, Ford Otosan’da, ortalama 30 bin lira/ay ücret ödediği her bir işçiden yılda 2.2 milyon lira net kâr elde etmesidir. Diğer bir ifadeyle sömürü oranının % 1271 olmasıdır.
Öte yandan Türkiye’de geleneksel komprador burjuvaların sömürüsü ve artı değer gaspının yanında özel olarak AKP’nin “kendi zenginlerini yarattığını” ifade etmek gerekir.
Kuşkusuz bu dönem içerisinde Türk komprador büyük burjuvalarının yanında özellikle AKP’li olan ve devlet iktidarının olanaklarını kendi çıkarları için kullanan “yeni” zenginlerden de bahsetmek gerekir.
Örneğin bizzat R.T.Erdoğan’ın kendisi dahil olmak üzere yakın aile çevresi sadece Türkiye’nin değil dünyanın en zengin kişileri listelerinde yer almaya başlamışlardır.
Kısaca en zenginler, en yoksullardan çaldıkça servetlerini artırmışladır. Başta işçi sınıfının artı değer sömürüsü olmak üzere, ücretli çalışanların aldıkları ücretler geriletildiği oranda, zenginlik daha da artmıştır.
Yoksulluk ve sefaletin kaynağı bir avuç azınlığın zenginleşmesi olarak ortaya çıkmıştır.