
“Uyuşmazlıkları giderebiliriz,
çelişki kalıcıdır.”[1]
“Adı konmamış gelişmeler içinde belirsizlik tüm hızıyla devam ediyor… Barış dili hâlen iktidardan uzak ve bu durumda umutlu olmak da zorlaşıyor. Erdoğan ‘kayyumcu devlet adamı’ olarak tarihe geçti…
Neyin niye yapıldığını bilemediğimiz ve anlayamadığımız bir dönemde yaşıyoruz… Her şey yolundan saptı, darbe aldı. Sınırsız saçmalıklar ülkesine dönüştük,”[2] diyen Dicle Anter sonuna kadar haklı…
“Neden” mi?
“Terörsüz Türkiye”nin bir devlet projesi olarak, devlet-Abdullah Öcalan ikilisinin inisiyatifinde yürütüldüğü güzergâhta şişeden çık(artıl)an cinin öngörülen rotayı izlemesi pek olası görünmüyorken; iktidarın üslubu barış değil, sanki bir savaşa hazırlık kıvamında da ondan…
“Hayır” mı diyorsunuz? O hâlde konuşalım! Şu “Türk ya da Kürt Solu” dikotomisini aşarak; meselenin “Devrimci veya Reformcu Sol” hakikâtine mündemiç olduğunu “es” geçip gölgelemeden tabii…
Eleştiri ve tartışma özgürlüğünden vazgeçilemez elbette.
Örneğin süreç hakkında her sınıf ve tabaka kendi karakterine uygun politik tutum takınacaktır, takınmaktadır da. Yani eleştiri ve tartışma özgürlüğü, ideolojik mücadele hakkı, olmazsa olmazdır.
Ancak eleştirileri ve itirazları dikkate almak yerine, “Barışa karşı mısınız?”, “Kan dökülmesini mi istiyorsunuz?”, “Demokrasiye karşı mısınız?” türünden engelleyici, despotik tutumlara karşı net ve ilkeli bir duruş “olmazsa olmaz”dır; Altan Tan’ın, “Terörsüz Türkiye’yi içeride ve dışarıda istemeyenler var. Dışarıda İran, Rusya, Hizbullah, İsrail, ABD; içeride ise Ali’siz Alevîler, Türk solu bu sürecin başarıya ulaşmasını istemez,”[3] ucuz demagojisi de kof gevezeliğin ucuzluğudur!
Tüm bunların panzehiri eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük ilkesel duruşunda ısrardır. Bunun için soğukkanlılıkla konuşulabilmek gerek. Bu zor görünüyor olsa da ısrardan vazgeçmemeli. “Kürt düşmanı” ilan edilmeden, soğukkanlılıkla nasıl konuşabiliriz sahiden!
“Kürt sorunu” denildiğinde bu sorunun “Kürtler”le ilgi olup, Kürtlerden kaynaklanmadığının altını çizerek ve eleştiriden vazgeçmeksizin dayanışma gösterenlerin soru(n)larına net yanıtlar verilebilmeli…
HDK Eş Sözcüsü Meral Danış Beştaş’ın, “Kürt sorunu, sadece Kürtlerin sorunu değildir,”[4] saptamasına katılmamak ne mümkün?
Yerkürenin neresinde olursa olsun, bir devrimci hareketin kazancını kendi kazancı, kaybını da kendi kaybı sayan tereddütsüz duruş, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunur ve kabul ederken; soruna sadece “bakmak”la yetinmez; görür ve gösterir de.
“Görmek” deyince Gabriel García Márquez’in, “Bu gözün tek kusuru, gereğinden fazla görüyor olması”;[5] José Saramago’nun, “Kimi insanlar gözlerin gördüğü için senden nefret edecektir,”[6] uyarılarını kulaklara küpe etmeli ve “Kairos fırsatçılığı”ndan özenle kaçınılmalı…
Malum: Yunan mitolojisinde belirli karar ya da davranışların harekete geçirilmesi için kaçırılmaması gereken en uygun zamanın tanrısı Kairos, “Fırsat düştüğünde gereken yapılır, ancak sonucun uzun vadede ne getireceği düşünülmez,” zihniyetinin temsilcisidir.
Sosyalist solda karışık duygular ve düşüncelerin oluştuğu güzergâhta, sürecin kapalı yürütülmesi ve kaygılar söz konusuyken, herkes farkında: Beğenilse de, beğenilmese de Saray-İmralı üzerinden yürütülen “süreç”e egemenler “Terörsüz Türkiye”, Kürtler de “Demokratik Toplum” adını veriyorken; “Bir oportünist her formüle kolayca imzasını atar, ve onu aynı kolaylıkla terk eder, çünkü oportünizm demek, kesin ve sağlam ilkelere sahip olmamak demektir… Biz mevcut olanın değişmesini istiyoruz, ve mevcut olana boyun eğmeyi, onunla uzlaşmayı reddediyoruz,”[7] diyen öteki sesleri de duymazdan geliyorlar.
Bu çerçevede, denilebilir ki Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’de dillendirdiği çağrı büyük ilgi gördü. Basın açıklamasıyla birlikte, yoğun bir tartışma süreci başladı ve anında ortalığı toz duman kapladı. Oysa ifade edilen görüş ve talepler beklenmedik şeyler değildi. 1993’den beri Öcalan ve PKK’nin savrulduğu ideolojik konum ve politik çizgi böylesi bir durumu kaçınılmaz kılıyordu.
Geçmişten günümüze, sürekli bir biçimde en temel talep ve amaçlar adım adım terk edilmişti. “Bağımsız Kürdistan” diye yola çıkılmış ve “Demokratik Toplum” da karar kılınmıştı.
Böylece “Ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültürel özerklik” gibi yapıların artık gereksiz ve “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmadıkları” vurgulanmıştı.
Daha da önemlisi bu duruşun geçmişte savunulan “aşırı milliyetçi” yaklaşımların bir sonucu olduğu çok net bir biçimde “itiraf” edilmişti.
“Yeni” söylem, “Bin yıllık, Türk- Kürt Kardeşliği ve İslâm Bayrağı Altında Birlik” gibi düsturlar etrafında biçimlenecekti…
Malum, Abdullah Öcalan fikirlerini her zaman içinde bulunulan “konjonktüre” göre şekillendirir; bu konuda kendisinin (ve yakın çevresinin de) oldukça maharetli olduğu teslim edilmeli:
“Başkan Apo’nun perspektif belgesi, özgür medyada bir düşünce rönesansına yol açacağa benziyor. Bugüne kadar durgunlaşan düşünce hayatımızın suları dalgalanıyor. ‘Tekrar’ yazıları, slogancı köşeler en derin teorik sorunlarla kaplanıyor. Bir düşünce heyecanı var. Kürt entelijansiyasını uykudan uyandıran bir gelişmedir bu. Şimdilik Türk entelijansiyasının demokrat mensupları ise suskun… Apocu paradigmalar halk için formüle edilmiştir,”[8] tevatüründe dile getirildiği gibi…
Oysa Abdullah Öcalan’ın mahpusluk ve tecrit koşulları nedeniyle İmralı’da eşit taraflar arasında bir müzakere yürütülmesi mümkün değil; ve de belirsizliklerle müsemma “süreç”, keskin ve dramatik dönüşlere açık, kırılgan bir karakter taşıyor…
“Nasıl” mı? “Kürt meselesini konuşmak için kurulan komisyonda, tutanağa Kürtçe, bir bilinmeyen dil olarak geçiyor”[9] olması gibi!
İnkârı mümkün olmadığı üzere hakikât, toplumsal ilişkiler içinde dönüşen praksisle tanımlıyken; tarihin tekerleği hep ileriye, iyiye doğru dönmez. Tarihi belirleyen -felâketler ve yıkımları, zafer ve yenilgileri de içeren- sınıf mücadelelerinin yaratıcı yıkımıdır.
Bu noktada olması gereken/çözüm, “baldırı çıplaklar” ya da “öfkeliler” diye adlandırılan yoksulların Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Köle Efendi Diyalektiği’nde Efendi Köle’yi öldürmez. Çünkü Efendi ‘bağımsız bir özbilinç’ olmayı Köle’nin ‘bağımlı bir özbilinç’ olarak var olmasına borçludur,”[10] biçiminde formüle ettiği negatifi aşan iradelerindedir.
Özellikle de verili koşullarda…
“KOŞULLAR”
Verili koşulları Jim Carrey, “Modern Çağ; yasa çok, adalet az. Kelime çok, anlam az. Geveze çok, konuşan az. Yürüyen çok, ilerleyen az,” biçiminde tanımlarken; tarihin sıkıştığı bir çürüme kesitinden geçiyoruz.
“İşlerin iyi gitmediği”nden sıkça söz edilip, “Umutsuzluk”a “teorik gerekçeler” üretilen çözülme koşullarında unutulmaması gereken en önemli şey; “Dünya tarihinin hep düz ve ileriye doğru değil, zaman zaman geriye doğru da büyük sıçramalar yaparak aktığını inkâr etmek, hem diyalektiğe hem de bilime aykırıdır ve de teorik olarak yanlıştır,”[11] saptamasıdır!
Herkesin malumu: Reel Sosyalist Sektörel Ülkeler Topluluğu’nun oto-likidasyonuyla yerküre çapındaki yaşanan hâl ile gericilik dönemine girildi: “Sınıfların, sınıf mücadelesinin, ideolojilerin, tarihin bittiği”nden söz edilirken; kapitalizmin, “demokrasi”nin zafer kazandığı; “yeni bir çağın başladığı” yalanı dört bir yanı kuşattı.
“Devrimlerin, Marksizm-Leninizm’in iflas ettiği”nden söz edilirken; neo-liberal, post-modern çarpıtmalar ile post-Marksist saldırı dalgası inkârcılığı pompaladı.
Post-Marksistler majestelerinin muhalefeti konumunu üstlenirken; reformist, “sivil toplum”cu bir duruşla, sınıf mücadelesinin yerine kimlik politikalarını, “modernite”ye karşı “demokratik modernite”yi geçirmeye kalkıştılar.
Devrimlerin reddi, kapitalizmin, burjuva sınıf egemenliğinin, emperyalist dünya sisteminin proletarya ve halkların ayaklanması ile silahlı devrimle yıkılacağı öngörüsünün inkârıyla birlikte burjuva devletlerinin reformlarla demokratikleştirmesi çizgisi öne çıkar(tı)ldı; “… ‘Devrimsiz, çetin savaşımsız, zorsuz bir devrim, Kautsky işte bunu istiyor. Sanki işçiler ile patronlar arasında öfkelerin zincirden boşanmadığı bir grev isteniyormuş gibi. Böyle bir ‘sosyalist’i herhangi bir liberal memurdan ayırmanın yolunu bulun bakalım!”[12] uyarısındaki üzere V. İ. Lenin’in…
Hem de bunlar III. Büyük Paylaşım tehdidi eşiğindeki Ortadoğu’da,[13] “uzlaşma”, “diyalog”, “kazan kazan” vb’i söylenceleriyle kotarılmaya kalkışılıyor!
“DURUM”
Bunlar, Mao Zedung’un, “Daha zayıf bir pozisyonda müzakereye başlamak, baştan kaybetmek demektir,” uyarısı eşliğinde, özellikle coğrafyamızda -defalarca denenmişken!- ne kadar geçerliydi?
Hatırlamakta yarar var: Abdullah Öcalan’ın “silah bırakma” çağrısının ardından bir yanda muhalefete dönük operasyonlar hızla devam etti, ediyor da.
“Tek Adam” totalitarizmi kendini tahkim etmeye çalışırken; TBMM başta olmak üzere devlet kurumları işlevini bütünüyle yitirdi, yitiriyor da.
Kayyum atamaları, CHP’li siyasilere, belediyelere yönelik operasyonlar; sanatçılardan sokak röportajında konuşan yurttaşa dek ağzını açanın yargı sopasıyla ezildiği tabloda iktidar ömrünü uzatmaya çabalıyor.
Estirilmek istenen “yalancı bahar”ın Ufuk Uras, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Halil Bektay, Yıldıray Oğur, Mümtazer Türköne gibi (“yetmez ama evet”çi) borazanları, “süreç”e eleştirel veya “temkinli” yaklaşanları suçlama işlevlerini layıkıyla yerine getirip, Erdoğan lehine toplumsal rıza üretme çabasına soyundular.
MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yönelik çağrısının hemen ardından, soluğu Bahçeli’nin yanında alan Ufuk Uras, “reis”le görüşmesi ardından “Türkiye’de yeni bir sayfa açılabilir,” dedi.
Hasan Cemal de süreçten umutlu olduğunu dile getiren bir başka isimken; ‘Karar’dan Yıldıray Oğur, 28 Ekim 2024 tarihli yazısında “Yani bu süreçte samimiyeti, güvenirliliği sorgulanacak olan kişi Bahçeli değil. Önyargılı olmayanlar Bahçeli’nin elini uzattığı, DEM Parti’nin ise kendilerine ait olmadığı açık sözlerle yumruğunu sıkmaya devam ettiğini görüyor,” ifadelerini kullanabildi.
DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar, Erbil Forumu sonrası, başlatılan barış sürecine ilişkin Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nin ‘kolaylaştırıcı’ rolü olduğunu savunarak, barışçıl çözüm arzusuna vurgu yaptı.
Ruşen Çakır’a konuşan Mümtaz’er Türköne de, “Son haftalarda fark edildi, Devlet Bey olağanüstü mütevazı ve centilmen bir adamdır,” açıklamasını dillendirdi.
Halil Berktay da, Türkiye solunu şiddet fetişisti olmakla suçlayıp; ‘Serbestiyet’teki yazısında, “Gerçek şu ki, neredeyse elli yıllık bu son Kürt hareketi daha hiç sahneye çıkmadan önce, Türk solunun kendisi tırmandırdı yıllar boyu, devrim ve devrimci şiddet fetişizmini. Çeşitli kaynaklardan türedi bu takıntı. Bir yönüyle, 1960’ların başlarında uç veren gençlik ve sonra diğer kitle hareketleri, hemen derhâl bir şiddet sarmalının içine çekilmek istendi. Mazeret ararsak, çok buluruz. Provokasyon tabii olacak. Mesele provokasyona gelmemekte… Sonuç malûm. Türk solu 1971’de bir yenildi ve ezildi. 1980’de tekrar yenildi ve ezildi. Bitti. Bütün olumsuzlukları yeni gelişen Kürt hareketine miras kaldı,” diye ekleyiverdi.[14]
Liberaller aptallaşmamızı istiyorlar.
Bu durumda “Protestan papaz Dietrich Bonhoeffer’i, idam edilmeden önce Nazi hapishanesinde yazdığı mektuplarda geliştirdiği “Aptallığın Teorisi”ni anımsamamak elde değil:
“Aptallık bir entelektüel zaaf değildir, ahlâki bir sorundur. Zekâ eksikliğinden kaynaklanmaz, zeki insanlar da aptallaşabilir. Asıl sorun, bireyin eleştirel düşünme, ahlâki muhakeme yapma yetisini kaybetmesinden kaynaklanır.
Aptallık bireysel değil, toplumsal bir olgudur. Birey yalnızken aptallık nadiren ortaya çıkar. İnsanlar grup içindeyken daha kolay manipüle edilir, otoriteye itaat etmeye meyilli hâle gelir. Otoriter rejimler ve propaganda mekanizmaları, insanları bağımsız düşünmekten alıkoyarak aptallığı yaygınlaştırır. En büyük tehlike kötülük değil, aptallıktır çünkü aptal insan kötü olanı desteklediğini fark etmez.
Aptal insanın, gerçeğe karşı bağışıklığı vardır. Aptallık bir tür bilişsel, ahlâki körlüktür. Aptal kişi, gerçeği kabul etmek istemez, bilgi veya mantıklı argümanlar, aptal bir insana ulaşmaz; onu mantıkla, bilimle ikna etmek zor, hatta imkânsızdır. Çünkü bunlar onun dünya görüşünü, duygusal ve ideolojik gerçekliğini, bu gerçeklik içinde şekillenmiş kimliğini tehdit eder.
Aptallık baskıcı rejimler altına yaygınlaşır. Aptallık özellikle tek adam rejimlerinin, yükseldiği dönemlerde, diktatörlükler altında yaygınlaşır. İnsanlar özgür düşünceyi bırakıp güçlü bir lidere ya da ideolojiye bağlandıklarında aptallaşırlar. Friedrich Kellner de Nazi rejimi altında tuttuğu güncelerinde bu aptallaşmanın günbegün ilerleyişini sergiler.
Aptallık sadece bir bilgi eksikliği değil, ahlâki bağımsızlığın kaybıdır. Bu yüzden, eğitimle ya da mantıklı tartışmalarla üstesinden gelinemez. Yalnızca bir özgürleşme eylemi aptallığı yenebilir. Bir kişi, kendisini baskılayan dış güçlerden kurtulmadıkça, içsel olarak değişemez. O zamana kadar, onu ikna etmeye çalışmak beyhude bir çabadır.”[15]
“Neden bundan söz ettik” mi?
MHP ile “olağanüstü mütevazı ve centilmen bir adamdır”(!) denilen lideri, tüm siyasi yaşamlarını anti-komünizm, Türk üstünlüğü (ırkçılığı), Kürt düşmanlığı üzerine kurmuştu.
Rejim 2024’de yaşamsal sancılar çekmeye, cumhurbaşkanlığı, anayasa yapma planları tehlikeye girmeye başladığında, yaralarını sarmak için “Kürt sorunu”nu,[16] (Kürt sorunu yoktur, terör vardır iddialarına karşın), bitirmeye “karar verdi”.
Rejim bir U dönüşü ile adeta yeni bir açılım başlattı. İlerleme koşulu olarak da silah bırakma, örgüt yapılarını dağıtma adımlarını dayattı. Ama rejim hiçbir güvenceyi, reformu ya da hukuksal, kurumsal yapılanmayı gündeme almadı.
Bu “yakınlaşma” başladıktan sonra ilk kez el sıkışıp sonra doğrudan görüştüklerinde DEM Parti büyüklerinden Ahmet Türk, deneyimleri acı, hafızası güçlü olduğundan “Sayın Bahçeli’nin tutumunu görünce insan şok oluyor,” demişti.[17]
“Biz” şok olmayanlardanız ve Kürt coğrafyası dört ayrı parçaya bölünmüş durumdaki, çok karmaşık, sömürgeci ve emperyal politikaların egemenlik kurduğu bir alanın merkezinde olduğunu asla unutmuyoruz.
Hayır! Kimileri gibi ne Kürtler “adına” konuşuyoruz ne de “akıl hoca”lığına soyunduk; zaten bunlar da bize düşmez…
Malum: Her devirde, her dönemde bir “akıl hocası” oldu Kürtlerin. (İsmail Beşikçi ve gerçek dostları tenzih ediyoruz elbette.)
Bilinir: “Akıl hoca”ları asla “Ulus”, “Bağımsızlık”, “Sömürge” demedi. Sadece “demokratik cumhuriyet”, “barış” dedi.
Barış da, kiminle?
İnkâr edenle, yok sayanla, “Ulus değilsin,” diyenle mi?
Ulusal haklarını inkâr eden bir “barış” mümkün mü?
Teslimiyetin adı “Barış” olamaz; düşmanın dilinde barış gerçekleştirilemez.
“Barış” denilen durum halkın susturulmuş hâli olamaz, olmamalıdır da.
“Barış” masaları, halkları eşit kılmak, özgürleştirmek ve halkın iradesini hayata geçirmek ile mümkündür.
Kürtlerin özgürlük tahayyülünün çözülüp, buharlaştırılmasıyla değil.
Oysa Kürtlerin meselesi “anayasa”, “kültürel haklar” değildir. Soru(n) sömürge statüsüdür.
“Ulusların Kederini Tayin Hakkı”dır.
Yani devletin ne olduğunun “estetize” edilmeden kavranmasıdır.
Hiç kimse kapitalist devleti düzeltip, “demokratikleştireceğim” demesin.
Çünkü Max Stirner’in, “Devlet, emeğin köleliği üzerine kuruludur,” tanımıyla müsemmadır o.
Dahası da var elbette: “Siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmekte kullandığı örgütlü güçten başka bir şey değildir.”[18]
“Devlet, sözcüğün tam anlamıyla, halktan ayrı, silahlı insan müfrezeleri tarafından yığınlar üzerine uygulanan buyurganlık demektir.”[19]
“Devlet sınıf egemenliğinin bir organıdır ve bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesinin organıdır.” “Devlet sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının ürünü ve dışavurumudur.” “Devletin var oluşu sınıf çatışmalarının uzlaştırılamaz olduğunu kanıtlar.” “Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine; devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.”[20]
“Devletin olduğu her toplumda her zaman, yöneten, emreden, egemen olan bir grup insan hep var oldu ve bunlar egemenliklerini kaybetmemek için her zaman fiziksel baskı aygıtına, her dönemin teknik düzeyine denk düşen şiddet uygulama aygıtına sahip oldular.” “Nerede yönetmekten başka işleri olmayan böyle bir özel insan grubu ortaya çıkar ve bunlar yönetmek için, hapishaneler, özel silahlı müfrezeler, askerî birlikler vb. yoluyla güç kullanarak, iradelerini kırıp insanları dize getirmek için özel bir baskı aygıtına gereksinim duyarlarsa, orada devlet ortaya çıkmış demektir.” “Devletin ortaya çıkması toplumun sınıflara bölünmesiyle oldu, sınıflı toplum güçlendikçe devlet de güçlendi.”[21]
“Antik devlet her şeyden önce, köleleri dize getiren köle sahiplerinin devletiydi; feodal devlet, toprağa bağlı köylülere boyun eğdiren soylular örgütlenmesiydi; çağdaş temsili devlet ise ücretli işçilerin kapitalistlerce sömürülmelerinin aracıdır.”[22]
“Devlet erki, işçi sınıfını ezmek için var olan bir kamu erki, bir sınıf egemenliği mekanizmasıdır. Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt baskıcı karakteri gittikçe daha açık ortaya çıkar.”[23]
“Toprak ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olduğu, sermaye egemenliğinin olduğu her devlet, ne kadar demokratik olursa olsun kapitalist bir devlettir, işçilerle yoksul köylülüğe boyun eğdirmek için kapitalistlerin ellerindeki bir makinedir.”[24]
“Cumhuriyet hangi biçimlere bürünürse bürünsün, isterse en demokratik cumhuriyet olsun, bir burjuva cumhuriyeti ise, onda toprağın, fabrikaların özel mülkiyeti sürüyorsa ve özel sermaye, toplumu ücretli kölelik içinde tutuyorsa bu devlet birilerinin diğerlerini ezmesi için bir makinedir.”
“Biz kapitalizm sınırları içinde proletarya adına en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız, ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile halkın payına düşen şeyin ücretli kölelik olduğunu asla unutmamamız gerekir. Kaldı ki, her devlet, ezilen sınıfın tahakküm altına alınması için kullanılan ‘özel bir güç’tür. Dolayısıyla hiçbir devlet ne ‘özgür’dür ne de ‘halk devleti’dir.”[25]
Tüm bunların ışığında, “… ‘Devlet’ hakkındaki oportünist önyargılara karşı mücadele etmeden, emekçi yığınları genel olarak burjuvazinin, özel olarak da emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtarmak için mücadele etmek olanaksızdır,” vurgusuyla uyarır hepimizi V. İ. Lenin.
O hâlde sınıflı-sömürücü devletlerin soru(n)ları çözülmemesi için komisyonlara havale ettiğini unutmadan; ulaşılan aşamada komisyon tartışmaları, devletin oyalama stratejileri, ulusalcı-faşist cephelerin saldırganlığı ve sosyalistlerin eksikliklerine ek olarak: T. “C”nin demokratikleştireceğine inanmak gerçeklik duygusunu kaybetmiş ham hayal olabilir.
“MARUZATLAR”
“Barış” sözcüğünden korka korka başlatılan süreç, önce “Terörsüz Türkiye”, ardından da “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi” diye anılır oldu. Lakin iktidar cephesinde hâlâ barıştan, halkların eşit kardeşliğinden söz eden olmasa da maruzatlar gırla; hem de İbrahim Kaypakkaya’nın, “Halkların kardeşliği sloganı baştan beri burjuva-liberal bir hiledir! Önce tam hak eşitliği, ancak ondan sonra halkların kardeşliği,” uyarısını görmezden gelerek!
AKP-MHP koalisyonu hem iktidarını koruyabilmek, hem de Suriye ve bölgede yeniden değişen konjonktüre uyum sağlayabilmek için yeni bir söylem değişikliğine yöneldi. Bu hâl AKP’nin ilk döneminden farklı olarak, bu kez altı boş bir “demokrasi ve özgürlükler” propagandasının dahi tehlikeli varsayıldığı, kırılgan dönemde gerçekleşiyor.
Sürecin başında akîl adamlar yerine Devlet Bahçeli, başlığında ise barış yerine terör varken; Recep Tayip Erdoğan da en ufak bir boş umuda yer vermeyecek biçimde her fırsatta, “Kadife eldiven içerisindeki demir yumruğu” bir mecburiyet olarak hatırlatmaya ısrarla devam ediyor.
Bu tabloda Paulo Coelho’nun, “Düşman, elinde kılıcıyla karşında duran değildir. Arkasına hançeri saklayıp yanında durandır,”[26] sözlerini anımsamamak mümkün mü?
Değil ama, aldırmayanlar da yok değil hani…
Kimisi, “Demokratik sosyalizm için süreç iyi anlaşılmalı. Abdullah Öcalan çağrıyı reel sosyalizm ile ilgili çağ analiz sonucu yapmıştır. Umutsuzluk ve kuşku yaymaya mahal yok. Bu süreç Türkiye’yi demokratikleştirecektir,”[27] derken; ham hayalleri(ni) “teorisine”(?) “gerekçe”(!) olarak sunuyor.
“Her devrin adamı” veya “teorisyeni” eski TKP’li Veysi Sarısözen de, “Yeni çağın mimarı Öcalan”[28] vurgusuyla ekliyor:
“Başkan Apo’nun formüle ettiği, bir çoğumuzu şaşırtan sistematik yeni teorileri var. Bu teoriler ne Apoculara bir ‘talimattır’, ne de Apocu olmayanlara bir dayatmadır. Durgun, dogmatik düşünce hayatımıza yapılmış, büyük bir itirazdır. O hâlde önce bu itirazı anlamak için çaba harcamak gerekir. Eğer düşüncelerimizin donup kalmış olduğunun farkındaysak.”[29]
“MLKP de, PKK 12. Kongre kararlarının ‘tasfiyeci ve reformist’ kararlar olduğunu söyleyenlerin listesine dahil oldu. Acaba bu tutum biraz aceleye gelmiş olabilir mi? Karar, sonuçta karardır… MLKP MK’nin açıklamasını okuyanlar, PKK’nin ‘devrimden’ vazgeçtiği kanısına kapılabilir. Ama ortada Türkiye’yi temel alırsak, devrimden vazgeçme gibi bir hadise yok. Çünkü Türkiye’de ‘devrim’ yok.”[30]
Sarısözen’i “şaşırtan sistematik yeni teoriler”in menşeinin Alman sosyal demokrat Eduard Bernstein ve Karl Kautsky ile Amerikalı sosyolog Murray Bookchin vb’lerine içkin olduğu bir “sır” değilken; onun da buna itirazı yok…
Örneğin Abdullah Öcalan, kendisini Bookchin’in “öğrencisi” olarak tanımladı. Onun görüşlerini Ortadoğu toplumuna uyarlamak istediğini belirterek Bookchin ile bir görüşme ayarlamayı denedi.
Bookchin cevaben Öcalan’a bir destek mektubu gönderdi. Bookchin 2006’da öldüğünde, PKK bu Amerikan düşünürü “XX. yüzyılın en büyük sosyal bilimcilerinden biri” olarak tanımladı ve onun teorisini pratiğe dökmek üzere yemin etti.[31]
Herkes, hatta Veysi Sarısözen ile aynı gazetede yazan Ercan Jan Aktaş da, “Demokratik konfederalizm ve özyönetim üzerine güçlü önermeleri olan Murray Bookchin’in halk meclisleri, doğrudan demokrasi ve yerel özyönetim üzerindeki söylemlerin Öcalan’da daha pratik bir içerik kazandığını görmekteyiz,”[32] sözleriyle dediklerimizi teyit ediyor.
Kaldı ki Abdullah Öcalan’ın görüşleri, dünyada bazı akımlar ve düşünce insanlarının fikirleriyle paralellik taşır.[33] O, bu yaklaşımının sadece Kürtler için değil, bütün Ortadoğu halkları için dönüştürücü olacağını ileri sürmektedir.[34] Öne çıkan üç önemli örnek şunlardır:
i) Murray Bookchin: Devletin yerine komünal meclislerin alması gerektiğini savunmuştur.[35] Bu fikirler, Öcalan’ın “Demokratik Konfederalizm” tanımının ilham kaynaklarından biridir.
ii) Zapatista Hareketi: Bir zamanlar Meksika Chiapas bölgesinde yerli halkların kurduğu, devletten özerk bir yönetim modeli.[36] Abdullah Öcalan’ın görüşleri Zapatistalar ile güçlü benzerlik gösterir.
3. Elinor Ostrom: Nobel ödüllü iktisatçı, merkezi otoriteye gerek kalmadan toplulukların doğal kaynakları birlikte yönetebileceğini öne sürer.[37] Bu yaklaşım, Öcalan’ın “ahlâki-politik toplum” kavramıyla ortak bir mantık taşır.
Abdullah Öcalan’ın görüşleri Murray Bookchin, Zapatista Hareketi, Elinor Ostrom’un yaklaşımlarıyla akrabadır[38] ve hiç de yeni değildir; dahası, reformist ve evrimcidir.
Son olarak “Türkiye’yi temel alırsak, devrimden vazgeçme gibi bir hadise yok. Çünkü Türkiye’de ‘devrim’ yok,” cambazlığı coğrafyamızda Marksist-Leninist devrimin güncelliği düşünce ve davranışını görmezden gelip, gölgeliyor.
“Devrimin Güncelliği” fikri “es” geçilince, “Sürecin genişleme potansiyeli Türkiye sosyalist solu, emek hareketi, demokratik ve toplumsal kitle hareketlerinin Öcalan’ın barış çizgisine programatik düzeyde ortaklığı ihtimalinde beliriyor. Barışın taşıyıcı ittifakının oluşması, süreci halklaştıran ve genişleten muhalif güçlerin ortaklığının inşasını şart koşuyor,”[39] önerisi radikal sosyalistler için anlamlı olamıyor.
Her ne kadar Mahir Sayın, Abdullah Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nin Kongre kararlarına ilişkin, “Yeni çıkış, sosyalist hareketin içinde bulunduğu krizden çıkış açısından sağlam bir başlangıç noktası oluşturabilir,”[40] deyip; Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Konfederalizm” modelinin, bölge halklarının barış ve refaha ulaşması için tek seçenek olduğunu vurgulasa da;[41] bu dilek ve temenninin ötesinde bir değer taşımıyor, taşımaz da!
Çünkü “Marksizm’in sınıf temelli tarih okuması ve proletarya diktatörlüğü fikri”[42]ne itiraz ile “… ‘Sosyalist Anavatan’da hiçbir dönem sosyalizm uygulanmadı. Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevik Parti, daha ilk yıllarından itibaren proletarya diktatörlüğü dediği iktidar biçimini, bir parti diktatörlüğüne çevirerek bürokratik bir burjuva iktidarı kurdu (…) Ortaya çıktı ki sosyalist blok olarak adlandırılan bu blokta ne sosyalist ekonomiye dair en ufak bir kırıntı olduğu ne de sosyalist ahlâka dair en ufak bir kırıntının olmadığı görüldü,”[43] lafazanlığını görmezden gelerek ya da tarihimizi inkâr zemininde “programatik düzeyde ortaklık” mümkün olamaz veya “sağlam bir başlangıç noktası oluşturulamaz!”
“Solun gerçek farkı insana ve ütopyalarına en yakın konumlanmasıyla olanaklıdır. Sorun iktidar olmak değildir,”[44] vurgusuyla “ “Sosyalist teoriler, peygamberlerin elinden çıkma kutsal tebliğler değildir,” diyen Emir Ali Türkmen’e sormadan geçmeyelim.
Sorun hümanizme indirgenebilir mi? Ya da sınıf mücadelesi temelinde herhangi bir soru(n), ücretli kölelik sisteminin işbölümünü aşmak çözümleyiciliğinin tedbir veya gerekliliklerinden muaf olabilir mi? Bu bilgiler, Marksistlerin tarih imbiğinden süzdüğü acı deneyimlerin sonucunda ulaşılmış vargılardır; ve “peygamberlerin elinden çıkma kutsal tebliğler” oldukları için değil, tekrar tekrar kanıtlandıkları için bir kenara atılamazlar!
Bu yolda “determinist-teleolojik değil, ‘ucu açık tarih’ anlayışı çizgisine konumlanmak” da, o her ne ise agnostik bir fantezidir!
“Lenin”in de “Marx ve Engels’in açtığı bu yolda ilerlediği” öznel bir tevatürdür!
Ya da Emir Ali Türkmen’’in, “Yeni Bir Sosyalizm Tahayyülü ve Barış Süreci” konusundaki post-Marksist “iddiaları”na ve “solun etliye sütlüye karışmayan steril ‘sosyalizm’ anlayışı, onu bir kez daha olgusal düşünmekten uzaklaştırıp sinizm batağına çekiyor” yanlışlarına “gerekçe”(?) kotarmaktır.
“Olgusal düşünmek” pragmatizmi, devrimci teorisiz neye yarar? “Birikim” şürekasının külliyatı dışında diyebileceğiniz var mı? Zannetmiyoruz…
“Sol, pratik politika açısından bir anlamı olmayan ‘protest’ çıkışlar yaparak adeta ezilenleri azarlıyor,” tahrifatı “mazlum”u oynarken; Ulusların Kaderini Tayin Hakkının inkârına ilişkin tutumu gölgeliyor. Ortada azarlayan ya da azarlanan falan yok; olsa olsa, ilkesel meselelerin reddiyesine ilişkin uyarılar var. Eleştirel uyarılar azarlama değil, devrimci sorumluluktur; “Birikim”cilerin hiçbir zaman anlamadığı üzere.
Yeri geldi belirtelim: “Kürt hareketinin teorik-ideolojik ve politik düzlemde sosyalizmi boyutlandırarak aşma çabası karşısında Türkiye solu muhafazakâr bir endişeye kapılıyor,” tespiti gayrı ciddi bir toptancılıktır.
Öncelikle “Türkiye Solu” diye bir şey yok. Orta yerde coğrafyamıza ilişkin reformcu veya devrimci sol var. Kaldı ki Ulusların Kaderini Tayin Hakkını “ama”sız, “fakat”sızca savunan devrimci sol hiçbir “muhafazakâr bir endişeye kaplamaz”! Ama “sosyalizmi… aşma” iddialarına karşı teyakkuzu asla elden bırakmaz. Çünkü kapitalizm/ emperyalizmi inkâra uğratacak (“aşmak” değil) tek üretim tarzının sosyalizm olduğunun bilincindedir…
Ve nihayet “Barış ve çözüm süreçleri, özellikle Türkiye gibi otoriter eğilimlerin güçlü olduğu ülkelerde demokratikleşme için bir alan açar…
Barış süreçlerine karşı aşırı kuşkucu bir pozisyon almak, devletin ve egemen güçlerin iç çelişkilerini, olası taktik değişikliklerini veya toplumsal basınç sonucu ortaya çıkabilecek açılımları doğru okuyamama tehlikesini doğurabilir…
Ancak görmek isteyene her şey ortada. Kürtler Ortadoğu’daki güçler dengesinde bir olanak yakalamış, Türk milliyetçisi parti eliyle devlet ‘gel seninle müzakere yapalım’ demek zorunda kalmıştır,”[45] ifadelerinin tümünü tarih bir kere daha tekzip edecektir; Emir Ali Türkmen’in de bundan şüphesi olmasın!
Yaşadıklarımız, “İyi bir yara izi, en iyi nasihatten daha değerlidir,” deyişinin doğrulamıştır Paulo Coelho’nun…
“Kemalist Cumhuriyet’in ihyasının değil de bir emek cumhuriyetinin peşindeysek, bu hedefe bu Türkiye’de, ancak Kürt emekçileriyle bağlaşarak, bunun toplumsal psikolojik ve siyasal gereği olarak da seküler Kürt kolektif siyasal kimliğinin meşruluğunu kabul ederek ulaşabileceğini görmek gerekiyor.
Geniş bir toplum kesimi tarih dışı ve yanlış bilinçle Türkiye ve Kürt sorunlarına 1923 cumhuriyetinin ihyası ile çözüm arasa da, böyle bir arayışın önü kapalıdır. Ölmüş atı kırbaçlayarak canlandırmak olanaksızdır.”[46]
Bizim cephemiz, işçi sınıfının devrimci yolu, sosyalist devrimi zafere ulaştırma mücadelesinin yoludur. Bu elbette kolay değildir. Ancak sıkışan tarih hızla akıyor. Devrimci güçlerin zayıflığı, bugüne aittir; yarına, geleceğe ait değildir.
Bu yolda “Temel olarak iki seçeneğimiz var. Ya bütün bunlarla yaşamaya devam edeceğiz ve gelecek kuşaklar da -eğer bir gelecekleri olacaksa- aynısını, hatta daha beterini yaşamaya devam edecek- veya devrim yapacağız!” ifadesiyle Bob Avakian’ın!
ÖNGÖRÜ VE SAPTAMA(LARIMIZ)
Kürt meselesinin çözümünde Marksizm-Lenizim’i “aşanlar”, burjuva çözüme yanaşanlardır. Unutulmasın; konuya ilişkin olarak İrlanda’dan İskoçya’ya, Katalonya’dan Bask’a, Guatemala’dan Kolombiya’ya birçok hazin “barış” tecrübesine sahibiz.[47]
Post-Marksist tezler ve “ideologlar”, coğrafyamız sermaye devletinin, gerici faşist partilerin “çözüm süreci” yalanının değirmenine su taşıyorlar; AKP-MHP eliyle gündeme getirilen pazarlıkların inişli/ çıkışlı gidişatını irdelerken meseleyi Ortadoğu ile uluslararası ilişkiler boyutunda ele almak gerekiyor.
“Barış”, “demokrasi”, “terörün sona ermesi” vb. başlıklar “çözüm süreci”nin pazarlık maddeleri; ama buradan bir “çözüm” muhtemel görünmüyor. Kürtlerin yaşadıkları acılardan, onlara çektirilenlerden dem vuran AKP iktidarının demokrasi getireceği söylemi gayrı ciddidir. Hele hele KCK soruşturmaları, Roboskî Katliamı,[48] ve benzeri yüzlerce olay hâlâ hafızalardayken…
MHP çıkıp hukukun ve adaletin tesis edilmesi gerektiğini söylerken, gözaltılar, tutuklamalar, biçimsel hukukun ayaklar altına alınması, “yerli ve milli” hamaseti eşliğinde tam gaz devam ediyor. T. “C” devleti tarihsel genetik şifreleri nedeniyle, “rasyonel” bir tutum doğrultusunda kendisini inkâr edeceği “demokratik” bir yapıya dönüşmez, dönüşemez. Malum: “Osmanlı’da oyun çoktur”!
Ankara ve İmralı arasında yürütülen görüşmeler” tek taraflı ilerlemez, ilerlemiyor da! “Süreç”in Kürt sorununun çözülmesiyle ilgili bir yönü yoktur. Bu bağlamda Kürtlerin geleceğini ne yazık ki kendileri değil; sömürgeci güçlerin iç dengeleri ve Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmek isteyen küresel aktörlerin insafı belirliyor. Görüşmeleri sürdürenlerin politik söyleminde ise ısrarlı bir yanılsama var: Demokratik siyaset yoluyla hak talep etmek… Oysa, Türkiye’de bu beklenti, gerçeklikten uzak.
Devletin süreci, Kürt meselesini çözmeye değil, Kürdistan meselesinin ürettiği sonuçlara odaklıdır. Örneğin “Sürecin adı çözüm değil, geçiş sürecidir”! Yani Çözüm yok “geçiş” süreci var! Kim diyor mu? Mehmet Uçum!
Çok açık konuşan Mehmet Uçum, 1 Eylül 2025 tarihli röportajında ‘Haber Türk’ten Fevzi Çakır’a devamla diyor ki: “Devletin geliştirdiği çok yönlü ve çok katmanlı stratejinin son aşaması olarak görülmelidir… Geçiş sürecinin ön şartları olarak terör örgütünün feshi gerçekleşti ve silah bırakma kararı alındı. Fesih ve silah bırakma kararıyla geçiş süreci somut olarak başladı… Terörün sonlandığı şartlarda Türkiye’nin coğrafi bütünlüğünü, siyasi birliğini, iç ve dış güvenliğini koruyan ve güçlendiren, Cumhuriyetin temel ilkelerine ve demokratik birikime dayanan, herkesin eksiklik duymadan sahiplendiği yeni bir anayasayı hayata geçirmenin koşulları daha fazla olgunlaşır.”
Abdullah Öcalan PKK 12. Kongresi’ne yolladığı perspektif yazısında, “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak,” vurgusunu öne çıkardı. Ama PKK’nin silahlı mücadeleyi bitirme ve daha da önemlisi kendisini feshetmek türünden bir gündemi yoktu. Bunu Abdullah Öcalan istedi: “Kongrenizi toplayın kendinizi feshedin,” dedi. Söz konusu çağrı, kapalı kapılar ardında karara bağlandı.
Kürt sorunu konusunda bir açılım yoktur; çözüm de…Sadece pazarlık söz konusudur. Oysa tarihsel bir yüzleşmedir gereken. Ancak tarihsel yüzleşme yoluyla ileriye adım atılabilir.
Ayrıca “Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek deliliktir/ Insanity is doing the same thing over and over again and expecting different results,” diyen Albert Einstein’dan mülhem şöyle diyebiliriz: Her çözüm girişimini “ödün”, her diyalog önerisini “tehdit” olarak gören zihniyet sürdükçe, farklı bir sonuç beklemek akılcı değildir.
“Süreçten yana mısın, karşı mısın?” sorusuna itiraz edilmelidir. Çünkü “barış”ın önünde daima bir sıfat olur. O hâlde “Hangi barış” sorunudur aslî mesele. Çünkü Kürt sorunu gerçekten bir “demokrasi” meselesi olmanın ötesindedir. Gerçek daha derinken; Kürt sorunu, özünde bir ulus ve vatan sorunudur.
Kaldı ki Kürtlerin önemli soru(n)larından birisi, Marksist-Leninist tezlerden kopan “tek adam kültü”yle tarihin motorunun sınıf savaşımı olduğunun reddi ve yerine devlet ile komün karşıtlığının konulmasıdır.
Will Durant’ın, “Masallar; küçükken uyuyuncaya kadar, büyüyünce de uyanana kadardır”; Chuang Tzu’nun, “Hâlâ beklentileriniz tarafından yönlendiriliyorsunuz,” vurgularının altını çizip, sözü AKP Sözcüsü Ömer Çelik’e bırakıyoruz:
“Terörsüz Türkiye süreci ile terörsüz bölge süreci iki ayrı süreç değildir… PYD yöneticisi Salih Müslim’in bahsettiği açıklamasını gördüm. Önceki açıklamalarıyla birleşik bir açıklama. Biz dediğimiz gibi Şam’daki merkezi hükümetle çatışma şeklindeki bir tutumun terörsüz bölge’ sürecine karşı bir tutum olduğunu değerlendiriyoruz.”[49]
Temkinli olmakta yarar var, hani derler ya: “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer!”
El özet, nihayetinde ikinci bir Dolma Bahçe vakıası yaşanması kuvvetle muhtemelken; etnik ya da dini soru(n), sınıf mücadelesi alanındaki zayıflığının ürünleriyken, çözüm sınıfsal mücadeleyi örgütleyip, toplumsallaştırmaktadır.
11 Eylül 2025 16:04:27, Muğla
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 291, Ekim 2025…
[1] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[2] Dicle Anter, “Barışı Teslim Almak”, Yeni Yaşam, 27 Mart 2025, s.7.
[3] Log @LogHaber, 6 Nisan 2025.
[4] “HDK Paneli: Umut Öcalan’da”, Yeni Yaşam, 10 Şubat 2025, s.7.
[5] Gabriel García Márquez, Aşk ve Öbür Cinler, çev: İnci Kut, Can Yay., 1999.
[6] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2009.
[7] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[8] Veysi Sarısözen, “Teori Halk İçindir”, 13 Haziran 2025… https://www.ozgurpolitika.com/haberi-teori-halk-icindir-201455
[9] Gökçer Tahincioğlu, “Demokratikleşme Paketleri Beklenirken Hangi Kanunlar Gelecek”, 23 Ağustos 2025… https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/demokratiklesme-paketleri-beklenirken-hangi-kanunlar-gelecek,51266
[10] Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Bilme Problemi, Efendi-Köle Diyalektiği, Praksis Felsefesi, Yapı Kredi Yay., 2004, s.136.
[11] V. İ. Lenin, Devrime Doğru, çev: Alper Birdal, Yazılama Yay., 2018.
[12] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s.101.
[13] Bkz: i) Temel Demirer, “Ortadoğu’da Durum ve Olanak(lar)”, Rojnameya Newroz, Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014… ii) Temel Demirer, “… ‘Kürt Sorunu’na Oryantalist Bakışın Kaynak ve Sonuçları”, Rojnameya Newroz, Yıl:4, No:136, 1 Temmuz 2010… iii) Temel Demirer, “Kürtler ve Ortadoğu”, Rojnameya Newroz, Şubat 2016… https://temeldemirer.blogspot.com/2016/02/kurtler-ve-ortadogu.html
[14] “Liberaller Yine Sahnede”, Birgün, 6 Mart 2025, s.7.
[15] Ergin Yıldızoğlu, “Aptallığın Teorisi”, Cumhuriyet, 13 Mart 2025… https://sendika.org/2025/03/aptalligin-teorisi-ergin-yildizoglu-cumhuriyet-721942
[16] Bkz: i) Temel Demirer, “Türk(iye) Hukuk(suzluğ)u ve Kürtler”, Kaldıraç Dergisi, No:128, Ocak 2012… ii) Temel Demirer, “İttihatçılardan Kemalizme “Ulus(laşma)” veya İmha, İnkâr ve Ötekileştirmenin Türkçesi”, Almanak 2014 Analizleri, SAV Yay., 2015… iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Kalbim(iz) Cizre’dedir!”, Kaldıraç Dergisi, No:173, Aralık 2015… iv) Temel Demirer, “… Medya ve Kürt Sorunu Üzerine -Güncel- Notlar”, Newroz, Yıl:4, No:133, 27 Mayıs 2010… v) Temel Demirer, “İşçi Sınıfı, ‘Kürtleşmesi’ ve ‘Ulusal İstihdam Stratejisi’…”, Newroz, Yıl:6, No:213, 22 Haziran 2012…
[17] Ergin Yıldızoğlu, “Dr. Henry Jekyll ve Bay Edward Hyde”, 3 Nisan 2025… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/dr-henry-jekyll-ve-bay-edward-hyde-2315338
[18] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[19] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Anarşizm, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2014.
[20] V. İ. Lenin Devlet ve İhtilal çev: Kenan Somer Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[21] V. İ. Lenin, Devlet Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2015.
[22] V. İ. Lenin, Karl Marx ve Marksizm Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2013.
[23] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, çev: Nihal Şen, Evrensel Basım Yayın, 2013.
[24] V. İ. Lenin, Devlet Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2015.
[25] V. İ. Lenin Devlet ve İhtilal çev: Kenan Somer Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[26] Paulo Coelho, Akra’da Bulunan Elyazması, çev: Emrah İmre, Can Yay., 2012.
[27] Hüseyin Kalkan, “Öcalan’ın Çağrısı, Süreç ve Çağ Analizi”, 19 Temmuz 2025… https://yeniyasamgazetesi9.com/ocalanin-cagrisi-surec-ve-cag-analizi/
[28] Veysi Sarısözen, “Yeni Çağın Mimarı Öcalan”, 20 Ekim 2023… https://www.ozgurpolitika.com/haberi-yeni-cagin-mimari-ocalan-182494
[29] Veysi Sarısözen, “Demokratik Konfederal Komünalizm Hakkında”, 18 Haziran 2025… https://www.ozgurpolitika.com/haberi-demokratik-konfederal-komunalizm-hakkinda-1-201620
[30] Veysi Sarısözen, “Uyarı Yap, Pratiğe Bak”, Yeni Yaşam, 15 Mayıs 2025, s.8.
[31] https://tr.wikipedia.org/wiki/ Murray-Bookchin. Janet Biehl, “Bookchin, Öcalan, and the Dialectics of Democracy”. New Compass, 16 Şubat 2016. Janet Biehl, (9 Ekim 2011). “Kurdish Communalism”, 9 Ekim 2011.
[32] Ercan Jan Aktaş, “Ulus-Devletlerin Panzehri: Demokratik Ulus”, Yeni Yaşam, 15 Temmuz 2025, s.10.
[33] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Mezopotamya Yay., 2011.
[34] Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Mezopotamya Yay., 2012.
[35] Murray Bookchin, Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, Versus Kitap, 2010.
[36] Subcomandante Marcos, Zapatista Hareketi metinleri. https://www.amazon.com.tr/s?k=subcomandante+marcos&language=tr_TR&adgrpid=120530045992&hvadid=738536977617&hvdev=c&hvlocphy=1012782&hvnetw=g&hvqmt=b&hvrand=17167829395836818310&hvtargid=kwd-136262682&hydadcr=6936_2392622&mcid=2123dbfaa1c638ad88a6555d4002fe59&tag=trtxtgostdde-21&ref=pd_sl_6nsn9l2ctk_b
[37] Elinor Ostrom, Ortak Varlıkların Yönetimi, Metis Yay., 2015.
[38] Aziz Odabaşı, “Abdullah Öcalan’ın Demokratik Toplum Paradigması”, 7 Temmuz 2025… https://www.tigrishaber.com/abdullah-ocalanin-demokratik-toplum-paradigmasi-dunyadaki-benzer-dusunceler-turkiye-8374yy.htm
[39] Ertuğrul Kürkçü, “Süreci ‘Çözüm’e Kim Taşıyacak?”, Yeni Yaşam, 22 Mayıs 2025, s.10.
[40] “Mahir Sayın: Yeni Çıkış Sosyalistler Açısından Sağlam Bir Başlangıç Noktası”, Yeni Yaşam, 22 Mayıs 2025, s.7.
[41] Mahir Sayın, “Tek Seçenek Demokratik Konfederalizm”, 27 Haziran 2025… https://gasteavrupa.org/2025/06/27/mahir-sayin-yazdi-tek-secenek-demokratik-konfederalizm/
[42] Özgür Amed, “Öcalan’ın Politik Raporuna Dair-3”, 13 Haziran 2025… https://bianet.org/yazi/toplumsal-doga-ve-sorunsallik-308142
[43] Hüseyin Kalkan, “Öcalan’ın Çağrısı, Süreç ve Çağ Analizi”, 19 Temmuz 2025… https://yeniyasamgazetesi9.com/ocalanin-cagrisi-surec-ve-cag-analizi/
[44] Emir Ali Türkmen, “Bizim Sol ve İnsan Hakları”, Birikim, Sayı:165, Ocak 2003, (Çevrimiçi) http://www.birikimdergisi.com/birikimyazi/2943/bizim-sol-ve-insanhaklari#
[45] Emir Ali Türkmen, “Kürt Özgürlük Hareketinin Yeni Perspektifi Karşısında Türkiye Sosyalistleri”, 15 Ağustos 2025… https://praksisguncel.org/kurt-ozgurluk-hareketinin-yeni-perspektifi-karsisinda-turkiye-sosyalistleri/
[46] Haluk Yurtsever, “Üç Tarz-ı Siyaset ve Komünist Yol”, 19 Ağustos 2025… https://sendika.org/2025/08/uc-tarz-i-siyaset-ve-komunist-yol-731656
[47] Bkz: i) Temel Demirer, “… ‘Netameli Bir Konu’: Ulusal Soru(n)”, Kaldıraç Dergisi, No:207, Ekim 2018… ii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘İrlanda ‘Bitti’ mi? ‘Öyleyse’ İskoçya Verelim!”, Kaldıraç Dergisi, No:244. Kasım 2021… iii) Temel Demirer-Gökçer Özgür, “İrlanda’da Savaş ve Barış”, Barikat Dergisi, Yıl:1, No:6, Temmuz-1998; Barikat Dergisi, Yıl:1, No:7, Eylül-1998… iv) Sibel Özbudun, “Latin Amerika’dan Barış Süreçleri”, Mevsimlik Dergi, No:1, Bahar 2015… v) Sibel Özbudun, “Latin Amerika’dan ‘Barış Süreçleri’: El Salvador Örneği”, Rojnameya Newroz, Yıl:7, No:244, 25 Aralık 2013… vi) Sibel Özbudun, “Kolombiya’nın ‘Barış’ı!”, Rojnameya Newroz, Ocak 2020… https://sibelozbudun.blogspot.com/2020/01/kolombiyanin-barisi1.html vii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘Barış’ Her Zaman Barış Değildir: Kolombiya Örneği”, Rojnameya Nevroz, Temmuz 2025… https://temeldemirer.blogspot.com/2025/07/baris-her-zaman-baris-degildir.html viii) Temel Demirer, “… ‘Birlik’ ile ‘Ayrılık’ın Kıskacında Katalonya”, Rojnameya Newroz, Kasım 2021… https://temeldemirer.blogspot.com/2021/11/birlik-ile-ayrilikin-kiskacinda.html ix) Temel Demirer, “Güney Kürdistan’ın ‘Bağımsızlık’ Soru(n)ları!”, Kaldıraç Dergisi, No: 245, Aralık 2021…
[48] Bkz: i) Temel Demirer, “… ‘Cumhuriyet’in Roboskî’si!”, Avrupa Demokrat, Aralık 2024… https://temeldemirer.blogspot.com/2024/12/cumhuriyetin-roboskisi.html ii) Sibel Özbudun, “Roboskî’nin Kanayan Karanfili”, Özgür Gündem, 4 Ocak 2013; Newroz, Yıl:7, No:227, 4 Ocak 2013… iii) Sibel Özbudun, “… ‘Devletin Kürtajı’: Roboskî”, Tîroj, Yıl:13, No:73, Mart-Nisan 2015… iv) Temel Demirer, “Bir Savaş Suçu: Roboskî Katliamı”, Rojnameya Newroz, Yıl:8, No: 261, 25 Aralık 2014… v) Temel Demirer, “Roboskî: Taammüden Devlet Katliamı!”, Kaldıraç Dergisi, No:151, Ocak 2014… vi) Temel Demirer, “T.’C’nin Hülasası: ‘Hayata Dönüş’ Harekâtı’ndan Roboskî’ye!”, Kaldıraç, No:139, Ocak 2013… vii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Faili Malûm Kırım; Roboskî”, Rojnameya Newroz, Aralık 2021… https://nupel.tv/sibel-ozbudun-temel-demirer-faili-malûm-kirim-Roboskî/
[49] “AKP’den Emlak Vergisi Açıklaması”, 2 Eylül 2025… https://t24.com.tr/haber/akp-sozcusu-omer-celik-aciklama-yapiyor,1259258