
Söyleşinin tamamı tkpml.com’da yayımlanmıştır.
– Kongrenizi gerçekleştirdiğinizi ilan ettiğiniz açıklamada Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısına dair de bir analiz yaptığınızı duyurdunuz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
– 1978 yılında Parti 1. Konferansı sonrası, Partinin 1. Kongresi için önemli bir hazırlık yapılmasına rağmen, dönemin merkez komitesinin süreci iyi yönetememesinden kaynaklı olarak planlanan kongre gerçekleştirilememiş, 1980 Askeri Faşist Darbesi’yle de süreç tamamen geriye düşerek uzun sayılabilecek bir dönem partinin temel sorunları çözülememiştir.
Kaypakkaya yoldaş da partimizi kurduğunda, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik tahlilini yaparak devrimin ilk aşamasını Demokratik Halk Devrimi, devrimin yolunu da Halk Savaşı olarak belirlemiş; sınıfları tahlil etmiş ve devrimin düşman ve dostlarını bu tahlille ortaya koymuştur.
Sosyo-ekonomik yapı tahlilinde esas almamız gereken veri, sömürünün nasıl gerçekleştiğidir. Diğer bir ifadeyle, incelenen toplumsal formasyonda sömürünün hakim olarak hangi biçimde gerçekleştiğinin tespit edilmesidir. Bu tespit edildikten sonra, o toplumda yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişki de tanımlanıp çözümlenecektir. Bu nedenle doğrudan üreticilerle, üretimin koşullarına hakim olanlar arasındaki ilişkiyi anlamak gerçekte ekonomik ve sosyal yapının üzerinde yükseldiği temeli tanımlamak demektir.
Türkiye toplumunun önceli Osmanlı, merkezi feodal bir toplumdu. Üretim, esas olarak toprağa dayalıydı. Osmanlı İmparatorluğu, geniş bir coğrafyaya hükmetmesi aynı zamanda işgal ettiği yerlerden gasp ederek getirdiği değerlerle belli bir sermaye birikimine sahip olsa da, burjuva bir devrimin yapılmamış olması ve 1800’lerin başında dönemin kapitalist ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın denetimine girmesi ve yarı sömürge yapıya evrilmesi vb. kapitalizmin gelişiminin önünde engel oluşturdu.
Emperyalistlerin yarı-sömürgesi olan Osmanlı burjuva sınıfı, feodal sistemi yıkamadığı için bir sanayi devrimi gerçekleştiremedi. Kapitalizm cılız olarak Osmanlı toplumuna girmiş olsa da bu daha çok tüketime yönelikti.
Osmanlı toplumu, 15. ve 16. yüzyıllarda gelişmiş denilebilecek bir ticarete sahipti ve kent-küçük üretiminde manifaktür sermayenin ilk filizleri gelişmeye başlamıştı. Eğer yabancı kapitalizmin sömürgeci ticareti ve sonradan da emperyalist sömürgeciliğin talanına maruz kalmasaydı, kuşkusuz kendi iç çelişkileri neticesinde kapitalist bir topluma dönüşebilirdi. Avrupa’da doludizgin gelişmekte olan ticaret kapitalizmi, daha 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu belli başlı pazarlarından biri durumuna getirmişti.
Bu durum, bir yandan imparatorluğun borçlanmasını ve bu borçları sağlayan yabancı ve onun içteki ajanları vaziyetindeki banker tefeci sınıflarının gelişmesini getirirken diğer yandan Osmanlı devletini, köylülerin ürettiklerinin daha büyük bir bölümüne el koymaya zorluyordu.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından geriye kalan topraklar üzerine kuruldu. Lozan’da emperyalizmin yarı-sömürgesi statüsü resmi olarak kabul edildi. Emperyalistler bunun karşılığında, dörde bölünen Kürdistan topraklarının bir bölümünü, Türk devletinin ilhak etmesine göz yumdular.
Türkiye’nin ekonomik yapısı, yarı-feodal bir statüde kalarak emperyalistlerin yarı-sömürgesi oldu. Emperyalizme bağlı ekonomik bir statüde ve oldukça cılız durumdaki komprador burjuvazi ve toprak ağaları, devlet imkanlarıyla palazlanmaya başladılar. Kemalist iktidar döneminde burjuvazi, sermayesinin güçsüzlüğü nedeniyle devlet olanaklarını kullanarak sermaye birikimini sağladı.
Demokrat Parti, (DP) hükümete geldiğinde ekonomik ve politik ilişkileri esas olarak ABD ile geliştirdi. Bu süreç, emperyalist tekellerin komprador burjuvaziyle kurduğu ilişkilerle ülke içindeki hegemonyasını daha da geliştirdiği bir dönemdir. Truman Doktrini ve Marshall Programı çerçevesinde, sermayenin önündeki bürokratik engellerin kaldırılması DP tarafından bir devlet politikası olarak yürürlüğe konuldu. DP döneminde, komprador burjuvazi ve toprak ağaları önemli ölçüde palazlandılar.
Tarımda makineleşmenin gelişmesiyle toprakların önemli bir bölümünün işlenmesi sağlandı ve bu sayede toprak ağalarının sermaye birikimi daha da arttı.
Aynı süreçte emperyalist sermayenin uluslararası işbölümünü yeniden düzenlemesine paralel, yarı sömürgelerde bu düzenlemeye göre yeniden örgütlenmiş, emperyalizmin yarı sömürge pazarlarından biri olan Türkiye ekonomisi de bu sürece göre “yeniden yapılandırılmış”tır.
12 Eylül 1980 faşist darbesi bir yandan gelişen kitle hareketini bastırmak diğer yandan ise “yeniden yapılandırma programı”nı hayata geçirmek için gerçekleştirildi. 20. yüzyılın ikinci yarısının sonlarından itibaren emperyalist sermayenin uluslararası alanda işbölümünü yeniden düzenlemesi aralarında Türkiye’nin de olduğu yarı sömürge pazarlarda belli değişikliklere yol açtı. Yarı sömürge pazarlarda uygulamaya konulan politikalar, bu ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarında önemli değişimlerin yaşanmasına neden oldu.
Kuruluşundan itibaren yarı-feodal, yarı-sömürge, ekonomik ve sosyal yapıya sahip Türkiye toplumunda yarı-feodal üretim ilişkileri baskın durumdayken, süreçle birlikte yarı-sömürge koşulların derinleşmesi ve feodal ilişkilerin çözülmesi beraberinde emperyalizme bağımlı kapitalizmi (komprador kapitalizmi) geliştirmiştir. Yarı-feodal üretim ilişkileri tasfiye edilmemekle birlikte zayıfladı ve hakim olma vasfını yitirdi. Günümüz Türkiye’sinde feodal kalıntılar halen var olmakla birlikte kapitalizm hakim hale gelmiş durumdadır.
Yaşanan süreç sadece ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirmemiş aynı zamanda doğrudan üreticilerin koşullarında da belli değişimler yaşanmasına neden olmuştur.
Türkiye toplumunda tarım alanında uygulanan emperyalist politikaların sonucunda tarımsal üretim ve ilişkiler hızlı biçimde çözülürken, bu çözülme sonucunda şehre göç eden iş gücü, kısmi olarak sanayi alanında ve ağırlıklı olarak hizmet sektörü ve dönemsel olarak da inşaat sektöründe istihdam edilmektedir.
– Yarı-feodal, yarı-sömürge yapının süreç içinde yarı-feodal üretim ilişkilerinin çözülerek yarı-sömürge yapının daha da güçlendiğini, kapitalizmin hakim hale geldiğini ifade ettiniz. Bu, yarı sömürge yapı ve hakim hale gelen kapitalizmin niteliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
– Türkiye’de kapitalizmin gelişimi, ülkenin kendi iç dinamikleriyle olmamıştır. Sermaye birikimi, diğer kapitalizm yoluna giren ülkelerden farklı olarak emperyalizmin denetiminde ve sömürüsünde gelişen bir yol izlemiştir.
1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, bir yandan sermaye güçsüzlükleri nedeniyle ilk birikimi, devlet olanaklarını kullanarak gerçekleştirirken diğer yandan da emperyalizmle geliştirdikleri ilişki sonucu, emperyalizmin ülke içindeki acenteleri olarak komprador bir sınıf olarak gelişmeye başladılar.
Türkiye koşullarında burjuvazi ilk birikimini Ermeni, Rum ve Süryani soykırımı gibi yağma ve çökme üzerinden sağlarken, sermayesinin güçsüzlüğü nedeniyle devlet olanaklarını fazlasıyla kullandı. “Devlet eliyle burjuvazi yaratmak” denilen ve “milli sermaye” gibi propagandalarla sürdürülen bu süreç, gerçekte burjuvazinin sermaye güçsüzlüğü nedeniyle devlet imkan ve olanaklarını kendi ilk birikimini gerçekleştirmek, sömürüsünü sürdürmek için kullanması olarak şekillendi. Burjuvazi, devlet olanaklarını kullanarak palazlandı. Kemalistler, 1923’ten sonra buna oldukça ağırlık verdiler.
Osmanlı’dan devralınan bir sermaye birikimi güçsüz olduğu için burjuvazi daha çok ticaret yoluyla gelişip büyümeye başladı. Emperyalizmle yapılan anlaşmalarla, Türk ticaret burjuvazisi, emperyalistlerin ülke içindeki acentesi olarak kompradorlaştı. Komprador burjuvazi ve emperyalistlerin ülke içindeki temsilcileri, emperyalist ülke tekelleriyle kurdukları ortaklıklar ve emperyalist tekellerden aldıkları malları satarak son derece kârlı bir ticarete dönüştürdü ve sermaye edinmeye başladı.
Tarım alanında makineleşmenin gelişmesi, üretim alanlarının genişlemesini de birlikte getirdi. Böylece ticarete ve bankacılığa doğru bir sermaye aktarımı da gerçekleşti. Komprador burjuvazinin gelişip güçlenmesinde tarım alanından yapılan sermaye aktarımları oldukça etkili olmuştur.
Ülkemizde feodalizmin tasfiye edilmesi bir burjuva devrimle mümkün olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, merkezi feodal bir sistemdi. Rüşeym halinde de olsa gelişen kapitalizm, yukarıdan emperyalizm tarafından önü kesildiği için kendi iç dinamikleriyle gelişme şansı bulamamıştır. Tersine feodal üretim ilişkileri korunmuş ve emperyalizmin sömürüsünün sürgit devamı için yeni koşullara göre yeniden üretilmiştir.
Bu durum Kemalistlerin önderliğinde kurulan TC için de geçerli olmuş yarı-feodal üretim ilişkileri uzun bir süre hakimiyetini korumuştur. Ancak süreç içinde yarı-feodal üretim ilişkileri çözülmüş, kapitalist üretim ilişkileri hakim hale gelmiştir.
Bu noktada önemli olan soru, yarı-feodal ilişkilerin nasıl çözüldüğüdür. Ülkemizde emperyalist sermayenin, ülkenin en ücra köşesine kadar girdiği ve tüm üretim birimlerini etkisi altına aldığı 100 yıllık bir sürecin sonunda yarı-feodal sistemi sancılı da olsa bir çözülmeye doğru ittiği açıktır. Ancak bu, tüm feodal kalıntıların tasfiye olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer yandan bu toplumsal yapı, feodal sistemin kendine yeterli doğal ekonomisinin temellerini yıkmıştır.
Türkiye’de yarı-feodalizmin çözülmesi tespitinin yapılması “emperyalizme ilericilik” atfetmek değildir. Tam tersine yaşanan emperyalist sermayenin “karakteri ve amacı” doğrultusunda sömürüsünü arttırma ve genişletmesine yol açmıştır. Bu ise objektif olarak “kapitalizmin gelişmesi ve feodal ilişkilerin kısmen çözülmesi, emperyalist sömürünün işleyişinin “doğal, kaçınılmaz ve kendiliğinden doğan sonucu” olarak ortaya çıkmıştır.
Diğer bir ifadeyle emperyalist sermaye sömürüsünü artırmak için daha fazla yatırım yaptıkça, tali olarak da kapitalizmi geliştirmiştir. Gelişen bu kapitalizm ise emperyalizme tabi, komprador kapitalizm olmuştur.
Türkiye’de yarı-feodalizmin çözülmesi ve komprador kapitalizmin gelişimi ise Türk hakim sınıfların kendi aralarındaki ilişkileri de etkilemiştir. Yarı-feodal üretim ilişkilerinin tasfiye edilmemekle birlikte zayıflaması, Türk hakim sınıfların devlet iktidarındaki politik konumlanışını da belirlemiştir. Komprador bürokrat burjuvazi ve büyük toprak ağaları iktidarında, toprak ağalarının etkisi zayıflamış, komprador bürokrat burjuvazinin ağırlığı artmıştır.
Komprador bürokrat burjuvazi ve toprak ağaları iktidarında, emperyalist sermayenin yarı-sömürge Türkiye pazarına yönelmesi, sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine paralel tefeci tüccar sermayesinin sanayi sermayesiyle daha fazla bütünleşmesine neden olmuştur. Bu ise hakim sınıf iktidarı içinde komprador bürokrat burjuvaların etkinliğini artırmıştır. Ancak bu durum Türk hakim sınıf klikleri içinde çelişkileri ortadan kaldırmamıştır.
Özellikle komprador bürokrat burjuvaların her birisinin doğrudan bağımlılık ilişkisi olduğu emperyalist sermaye tekellerinin çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri bu çelişkinin zeminini oluşturmuştur. Öte yandan günümüz koşullarında ekonomik olarak komprador kapitalizm hakim olmasına rağmen hala feodal kalıntılar varlığını ve etkisini sürdürmektedir.
– Ekonomik sosyal yapıda yaşanan değişim ve dönüşüme paralel Türkiye’de “devrimin niteliği” ve “devrimin yolu” konusunda ne gibi değişiklikler oldu? Bu konuda partinizin görüşleri nedir?
– Gerek Rus devrimi ve gerek Çin devrimi süreci, günümüz Türkiye devrimi açısından değerlendirildiğinde benzerlikler ve farklılıklar taşımaktadır. Günümüzde Türkiye toplumu ne dönemin Rusya’sı ne de Çin’idir. Yarı-sömürge ve iktisadi yapıda kapitalizmin hakim olduğu Türkiye devriminin niteliği Demokratik Halk Devrimi olmakla birlikte özü toprak devrimi değildir. Proletarya önderliğinde gerçekleşecek olan Demokratik Halk Devrimi, ülkemizin demokratikleşmesini-siyasal özgürlüğünü hedefleyecektir.
Bu anlamıyla anti-emperyalisttir. Başta ulusal sorun olmak üzere kadın sorununu, baskı altında olan dinler ve inançlar sorununu, azınlık milliyetler sorununu vb. demokratik hak ve özgürlüklerle ilgili tüm sorunları çözmeyi hedeflemektedir. Ve giderek sosyalizmin inşa sürecinde derinleşerek ilerleyecektir.
Unutmamak gerekir ki, çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Bu çağda, burjuvazi ilerici rolünü yitirmiştir. Dolayısıyla yukarıdaki deneyimlerde de görüldüğü gibi tüm demokratik görevler ancak proletarya önderliğinde yürütülecek Demokratik Halk Devrimi’yle gerçekleştirilebilir.
Bu durumda şu sorulara yanıt aramamız gerekir: Bugün Türkiye ve Türkiye Kürdistanı coğrafyasında yukarıdaki deneyimlerde ifade edilen ve geniş yığınların istemleri haline gelen demokratik talepler var mıdır? Bu soruya “evet” yanıtını verebiliriz. Başta emperyalizmden kurtuluş ve Kürt ulusal sorunu olmak üzere, kadın sorunu, din ve vicdan özgürlüğü sorunu vb. gibi Demokratik Halk Devrimi’yle çözüme kavuşacak birçok görev karşımızda durmaktadır. Bu bir.
İkincisi, Türkiye’de iktisadi yapıda tam da Rusya’da olduğu gibi hakim olan üretim ilişkisi, kapitalist üretim ilişkileridir. Ancak ekonomik, kültürel, din-inançsal bakımından bir önceki toplumun feodal kalıntıları da önemli oranda varlığını korumaya devam etmektedir.
Ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin, kadın hareketinin demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi sürmekte; din ve vicdan özgürlüğü talepleri gündemdeki yerlerini korumaktadır. Kısacası ülkenin emperyalizmden kurtuluşu ve toplumun demokratikleştirilmesi işçilerin, köylülerin, emekçilerin, bir bütün ezilen halkın öncelikli sorunudur.
– Yarı-sömürge kapitalist ülkelerde Demokratik Halk Devrimi mümkün müdür?
– Mümkündür. Türkiye’nin iktisadi olarak kapitalist bir ülke olması, Demokratik Halk Devrimi’ni geçersiz kılmaz. Çünkü; birincisi Türkiye, yarı-sömürge bir ülkedir. Dolayısıyla anti-emperyalist mücadele, devrimin ana görevlerinden biridir.
İkincisi Türkiye’de burjuva anlamda bir demokratik devrim gerçekleşmemiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyeti, Demokratik Halk Devrimi’nin görevlerini daraltmıştır ama bu devrimin gerekliliğini ortadan kaldırmamıştır.
Devrimci savaşımız, tüm demokratik talepleri program ve taktiklerinde barındırmak zorundadır. Devrim mücadelemizin asgari programı olan Demokratik Halk Devrimi mücadelesi ise bu anlamda somut talepleri içermesi bakımından daha özel bir yere sahiptir. Demokratik Devrimin toprak reformu yanında, emperyalizme karşı bağımsızlık, ezilen ulusların Özgürce Ayrılma Hakkı ve ulusların tam hak eşitliği konusunda, yine kadınların hak eşitliği konusunda büyük görevlerle yükümlü olması onun doğası gereğidir.
Tüm bu sorunların demokratik devrim mücadelesinde her dönem kaplayacakları yer ve önem, rastgele değil tam da ülkenin hakim çelişki ve gündemleriyle belirlenecektir.
Gelinen aşamada yukarıda da ifade ettiğim gibi Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda köylülük, toplam nüfusun çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Nüfusun ezici bir çoğunluğu şehirlerde (ve özellikle büyük şehirlerde) yaşamaktadır. Dolayısıyla nüfus olarak sürekli zayıflayan bir güçten söz etmekteyiz. Bu gücün zayıflaması, onun sınıf savaşımı içindeki yerinin yeniden sorgulanmasını gerekli kılmaktadır. Buradan artık toprak ve tarım eksenli sorunların olmadığı sonucu çıkarılmamalıdır.
Zira yaşanan tüm değişimlerle birlikte bu sorunlar da Demokratik Halk Devrimi kapsamında çözülmesi gereken görevlerdir.
– Maoist Komünist Parti’nin partinize yönelik “birlik” çağrısı olmuştu. Kongreniz bu çağrıyı değerlendir mi?
– Evet, Kongremiz Maoist Komünist Parti’nin partimize yönelik “birlik” çağrısını içeren mektubunu değerlendirdi. 2. Kongre irademiz, MKP’nin “birlik” çağrısının devrimci kaygılarla yapıldığını düşünmekle birlikte, var olan ideolojik-politik farklılıklarımız, MKP’nin ideolojik bir bütünlük gösteren bir pozisyonda olmaması nedeniyle olumsuz yanıt vermiştir.
Öte yandan kongremiz, aynı gelenekten gelen, MLM’yi ve İbrahim Kaypakkaya’yı savunan, bugün bir dizi önemli ideolojik ve çizgisel farklılıklarımız olsa da MKP ile daha yakın bir birliktelik içerisinde hareket etmeyi, ortak eylemlerden ortak örgütlenmelere, ikili ideolojik-politik tartışmalar yürütmekten her iki partinin de içinde yer aldığı ittifak ya da platformlarda daha yakın durmaya kadar ortak bir duruş sergileme konusunda MKP’yi önemsediğini de ifade etmiştir.