
Rojava’da gazetecilik faaliyetlerini sürdüren ve bölgedeki gelişmeleri sahadan takip eden gazeteci Mihri Yılmaz ile bölgenin sıcak gündemini konuştuk. Yılmaz, “Rojava’da son birkaç aydır dengeler ciddi şekilde değişiyor,” diyerek sözlerine başlıyor. Türkiye ile olası ateşkes iddialarını, Şam hükümetiyle sürdürülen müzakere trafiğini ve uzun süredir gündemde olan ‘Rojava Kürt Ulusal Konferansı’na dair detayları bizimle paylaştı. Yılmaz’a göre, “Ateşkes söylemleri sahadaki askeri hareketliliği durdurmuş değil” ve Kürtler arası birliğe yönelik çabalar da “hem umut hem soru işareti taşıyor.” Rojava’daki mevcut atmosferi ve geleceğe dair olası senaryoları Mihri Yılmaz’ın sahadaki gözlemleriyle derinlemesine ele aldık.
– Bir süredir Türkiye ile SDG arasında bir ateşkes durumu olduğundan söz ediliyor. Bu ateşkes anlaşması hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu anlaşmanın içeriği, sahadaki etkileri ve bölgesel dinamikler üzerindeki rolü nedir?
Mihri Yılmaz: Şu anda bölgeyi yakından takip eden herkes, Türkiye ile SDG arasında fiili bir ateşkes durumunun bir düzeyde hayata geçtiğini belirtebilir. En azından Türkiye tarafından gerçekleşen saldırılar şimdilik belirgin biçimde azalmış durumda. Ancak buna rağmen zaman zaman özellikle de daha önce belirlenmiş hedef ve noktalara yönelik saldırılar yaşanabiliyor.
Bu fiili ateşkes durumu, henüz muhataplarınca doğrulanmış değil. Özellikle Türkiye, konu ile ilgili konuşmaktan kaçınsa da ortaya çıkan bilgiler ve sahadaki hareketlilik, bunun önemli bir dönemeç olduğunu kanıtlıyor. SDG’ye yakın çevreler zaten bu ateşkesi dolaylı yoldan teyit etti. Egemen medyanın yayın organlarının yanısıra, devlet yetkilileri de üstü kapalı imalar bulunuyor. Öyleyse gerçek bir durum olarak, Türk devletinin SDG’yi muhatap alarak bir siyasal süreci yönetmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Elbette ki bu anlaşma, Türkiye’nin rızası ile olmadı. Zaten Türkiye’nin böylesi bir politik konjonktürü tek başına yaratabilecek hareket manevrası olmadığı gibi önceliği de bu değildi. Anlaşmanın perde arkasında uluslararası güçlerin etkin arabuluculuk çabaları var. Bu, geniş kapsamlı bir uzlaşı: Rojava’nın stratejik bölgeleri, örneğin Tişrin ve Karakozak, şu an için çatışmasız bir duruma geçmiş durumda.
Bu anlaşma, Türkiye’nin Rojava’ya yönelik politikasında bir geri adım attığı anlamına gelmiyor. AKP yönetimi, sahadaki aktif müdahaleyi şimdilik düşük tempoya çekerek, diplomasi ve iç politik manevralarla Suriye planlarını yeniden kurguluyor. Belki askeri seçenekler bir süreliğine dışta tutulacak. Ama Türkiye’nin Rojava’ya karşı kapsamlı bir diplomasi-siyasal atağa geçeceği kesindir. Zaten bunun adımları Irak, Ürdün ve diğer bölge devletlerinin ev sahipliği yaptığı kimi uluslararası konferanslarda tartışıldı. Şimdi bu çaba daha sistematik hale gelecek. Çünkü Türkiye için nihai hedef Rojava’nın kazanımlarını ortadan kaldırmaktır. Bugünkü siyasal diplomasi yarınki olası askeri seçeneklerinde hesabı olabilir.
“ABD, öncelikle İsrail’in güvenliği ve stratejik hedeflerini önemsemekte!”
– İsrail, Türkiye’nin yerleşmek istediği askeri üslere yönelik hava saldırısı gerçekleştirdi ve ardından taraflar arasında artan bir gerilim yaşandı. Bu gerginlik neden kaynaklanıyor ve bir savaşa dönüşme ihtimali var mı sizce?
– Elbette ki İsrail-Türkiye gerginliği üzerinden atlayamayacağımız bir mesele. Bugüne kadar NATO içerisinde beraber yürüyen ve bölge siyasetinin şekillenmesinde amaç bağlılığı gözeten bu iki devlet, Suriye’de fiili olarak çatışma durumuna gelmiştir.
Bu, çok boyutlu meseleyi ilk olarak şöyle okumak daha doğru olacaktır: Ortadoğu yeniden şekillenme dönemi içerisinde. Bu şekillenmenin başat aktörü ABD, öncelikle İsrail’in güvenliği ve stratejik hedeflerini önemsemekte. İsrail, uzun yıllardır etkisizleştirmek istediği Esad Suriye’sinin ardından hemen yanıbaşında siyasal İslamcı ve merkezi bir Suriye devletinin inşasına izin vermek istemiyor. Dahası İsrail’in sınırlarını genişletiyor ve kendileri için önemli gördükleri Davut Koridoru’nu tamamlamak istiyor.
Türkiye’nin varlığı ise hem sahada İsrail’e alternatif bir gücün varlığı olarak okunuyor hem de Suriye’nin selefi bir çizgide yeniden inşasını meşrulaştırıyor. Bu bağlamda İsrail’in Türkiye’ye dönük saldırıları kaba bir tanıma “ayar verme” saldırısıdır. Ancak ABD ve İsrail, İran gündemine odaklanmışken bu çatışmanın şimdilik büyümeyeceğini varsayabiliriz.
Bu bağlamda bir diğer mesele, Kürt-İsrail ittifakına ilişkin kamuoyunu meşgul eden tartışmadır. Bu tartışmanın bilinçli olarak İsrail medyası tarafından büyütüldüğünü belirtmek gerekir. Çünkü İsrail, Colani hükümetine bağlı merkezi bir Suriye devleti inşasını engellemek istediği gibi Türkiye üzerinde de baskı kurmak ve hareket alanını daraltmak istiyor. Bu amaçla her iki tarafı da “Kürt kartı” ile tehdit ediyor. Elbette ki Rojava da bu çelişkiden kendi adına faylanmak isteyecektir.
Ancak bilinmesi gereken şudur ki; bu tartışmanın henüz sahada Kürtler ve Rojava için bir karşılığı yok. İsrail, Kürtleri arkalayan bütün adımlarına rağmen Rojava ile somut bir ilişki kurmuş değil. Aynı şekilde Rojava’nın savunması ve korunmasına yönelik de uluslararası anlamda almış olduğu bir inisiyatif yok. Gelişmeleri değerlendirmek isteyen herkes sahadaki bu verileri de hesaba katmak durumundadır.
Kürtler, HTŞ’yi ve onun ideolojik hâkimiyet arayışını engellemeye devam ediyor!
– HTŞ’nin bölgedeki konumu hala tartışmalı. Sizce uluslararası güçler bu yapıya gerçekten müdahale etmeyi düşünüyor mu? Ve HTŞ’nin Kürtlerle olan ilişkisi nereye evrilebilir?
– HTŞ’nin durumu oldukça karmaşık ve çok katmanlı. Bugün sahada, özellikle ABD, İsrail ve AB ülkelerinin, HTŞ’den duyduğu rahatsızlık bir yana, bu yapıyı doğrudan müdahale ile çözme konusundaki isteksizliklerini gözlemliyoruz. Hem askeri hem de ekonomik baskılarla HTŞ’nin dizginlenmesi gerektiği açık. Ancak şu bir gerçek ki, HTŞ sahada işlevsel bir aktör olmaya devam ediyor. Uluslararası aktörler, bu yapının kontrolünü kaybetmesinin, bölgedeki diğer dengeleri daha da karmaşıklaştırabileceğini biliyor. Sonuç olarak, HTŞ’nin “makul ölçüler” içinde kaldığı sürece, onlara doğrudan bir müdahalede bulunmak yerine, bu aktörü dizginlemeyi tercih ediyorlar.
HTŞ, zaman zaman izlediği pragmatik politikalarla, yaşamak için kendini revize etmek zorunda kaldı. Bu, uluslararası aktörlerin de hoşuna gitmiş olabilir çünkü bu yapının sınırları içinde hareket etmesi, belirli bir denge sağlıyor. Şu anda uluslararası müdahale pek mümkün görünmese de, HTŞ’nin bir noktada daha fazla karşılık alacağı bir aşamaya evrilmesi ihtimali, her zaman mevcut.
Kürt hareketi ise bu tehditlerin tamamen farkında. HTŞ’nin potansiyel olarak yeniden güç kazanmasının, Suriye’deki daha geniş dinamikleri etkileme riski taşıdığını biliyor. Bu yüzden, Kürtler için kritik olan şey yalnızca bu yapıyı izlemek değil, aynı zamanda ona karşı proaktif bir tutum almak. Kürtler, askeri ve toplumsal gücüyle HTŞ’yi ve onun ideolojik hâkimiyet arayışını engellemeye devam ediyor. Bu, sadece askeri değil, aynı zamanda toplumsal ve diplomatik bir mücadele.
– Rojava’nın statüsüne dair önemli tartışmalar gerçekleşiyor. Ancak Rojava ve Özerk Yönetim henüz kamuoyuna somut bir talep açıklamadı. Yalnızca bir yol haritasından ve her şeyin tartışmaya açık olduğundan bahsediliyor. Bu belirsizlik sizce ne anlama geliyor ve geleceğe dair ne anlatıyor?
– Burada belirsizlikten ziyade, bir stratejik öncelik sıralaması var. Kürtler için bugün en temel ilke, Özerk Yönetim’in inşa ettiği toplumsal sistemin, kurumsal yapının ve kadın özgürlükçü paradigmanın korunmasıdır. Halkların ve inançların birlikte yaşadığı bir model inşa edildi; bu sadece Kürtler için değil, Araplar, Süryaniler, Türkmenler ve diğer halklar için de bir güvence oldu. En büyük hedef yalnızca Özerk Yönetim bölgesini ayakta tutmak değil, Suriye’nin tamamında demokratik, çoğulcu ve yerinden yönetimi esas alan bir sistemin kurulmasını sağlamaktır.
Bu bağlamda Özerk Yönetim şunun da farkında: Selefi kökenli gruplarla, hele ki ideolojik olarak şeriatçı bir Suriye hayali kuran HTŞ gibi yapılarla demokratik bir rejim kurulamaz. Fakat HTŞ, bugün sahada sıkışmış durumda. Kürtler ise örgütlü bir halk gerçekliği, kurumsal bir toplumsallık ve askeri varlığıyla, bu cihatçı yapılara karşı en büyük engeli oluşturuyor. Kurulan masalar bir barış masası değil; aksine, kıran kırana süren siyasi ve ideolojik bir mücadelenin alanı. Kimse unutmamalı: Bu selefi yapılarla en sert ve en kapsamlı mücadeleyi veren güçler, yine Kürtler oldu ve olmaya devam ediyor.
Dolayısıyla Özerk Yönetim, temel ilkelerini koruma hattında duruyor. Kazanımların pazarlık konusu olmasına asla izin vermeyeceklerini açıkça ortaya koymuş durumdalar. Ama bu, farklı aktörlerle diyalog kurulamayacağı anlamına gelmiyor. Aksine, tartışabilen bir yapı olmak, güçlü olmanın bir göstergesidir. Ancak bu açıklık, her önerinin kabul edilebilir olduğu anlamına da gelmez.
Bu süreçte yani Rojava’nın statüsünün gündemleştiği bu dönemde Barzanilerin de kendisini muhatap kılmaya çalışacağı ve ENKS üzerinden Rojava’nın kurucu çizgisine bir alternatif olarak kendisini öne çıkarmaya çalışacağını belirtelim. Son günlerde gerçekleşen Mazlum Abdi-Neçirvan Barzani görüşmesi de bunu gösteriyor.
“Kürt ulusu için tarihsel bir adım”
– Rojava’da Kürt Ulusal Konferansı gerçekleşti. Tüm Kürt halkı bu konferansı coşkuyla sahiplendi, bu konuda neler söylemek istersiniz?
– Her şeyden önce parçalanmış ve ulusal haklarından mahrum bırakılmış Kürtler için, tarihsel haklarının kazanılması ve bunun bir parçası olarak Rojava’nın statüye kavuşması yolunda bu konferansı olumlu görmek gerekir. Özellikle Rojava’nın statüsü için açığa çıkan irade, Kürt ulusu için tarihsel bir adımdır.
Bu gelişme esas olarak Rojava devrimini inşa eden irade ile, bugüne kadar feodal-işbirlikçi bir siyaseti temsil eden ikinci bir çizginin Rojava Devrimi’nin özerkliği üzerine ittifak oluşturması demektir. Bu bakımdan Rojava Devrimi, bahsedilen ikinci çizgiyi kendi gerçeğinden daha ileride bir pozisyon almaya zorlamış ve bunu başarmıştır. Ancak bu, bütün sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor. Bu çelişkilerin politik-ideolojik olduğu kadar sınıfsal nedenleri de var. Rojava devriminin kurucu çizgisi, Şam ile müzakere sürecini yürütürken aynı zamanda ulusal birliğin de dağılmaması ve hep daha ileri bir çizgide varlığını sürdürmesi için mücadele etmek durumunda kalacak.
Rojava’nın statüsünün içeriği de bir mücadeledir. Bu yüzdendir ki Özerk Yönetim ve SDG, statü talebini bugüne kadar köşeli kavramlarla dile getirmedi. Merkeziyetçi olmayan ve özerk yapıyı koruyan bir perspektif mevcut. Ancak kapı, başka modellere de açık. Bunun nasıl olacağını sürmekte olan siyasal-diplomatik mücadele belirleyecek. Elbette ki Rojava’nın toplumsal örgütlülüğü ve belki en az bunun kadar uluslararası siyaset ve diplomasi de bu sürecin üzerinde belirleyici olacak. Ancak her durumda Rojava’nın özerk ve yerinden yönetimi garanti altına alınacak.