
20 Eylül’de “Ulusal dediğimiz de sınıfsal” başlığıyla Aydemir Güler tarafından haber.sol.org.tr sitesinde bir makale yayımlandı.
Makalenin içeriği, yaklaşımı ve çözüme dair genel fikirlerin her biri başlı başına bir tartışmayı gerektirmektedir. Sosyalizmin zorunluluk ve tercih sorunu olması, uzak ve yakın geleceğin ihtiyaçlarına yönelik yaklaşımı vb. vb. üzerine çokça tartışılacak yığınla bahis vardır. Ancak biz, ulusal sorunun ele alınışı bağlamında Kürt ulusal sorununa yönelik yaklaşımı incelememizin ana konusu yapacağız.
Marksist külliyatın hakim ulus şovenizmiyle zehirlenmiş bir bulamacı ile karşı karşıya olduğumuzu en başta ifade edelim.
Yüz yıllık Cumhuriyet ve Kemalizm kulvarında çıkamayan, Kemalizm’i “devrimci” cilayla parlatanların sosyalizm ve devrimci teori anlayışı toplumsal düşünceyi zehirlemeye devam etmektedir.
Niyetlerden bağımsız, bilimsel olanın temelleriyle oynamak bu topraklara zaten zor olanı daha fazla zora sokmaktan başka bir sonuç üretmez. “Komünist” sıfatını kullanmak, TKP revizyonistlerinin ulusal sorundaki açık sosyal şoven yaklaşımlarını örtmeye yetmez.
A.Güler, “Geçen hafta sosyalizm, ulusal soruna samimiyetle çözüm arayanlar için tercih değil zorunluluk demiştim… Sosyalizm uzak geleceğin ihtiyacı veya gündemi olarak görülürse, bugünün sorunlarına ‘acil’ başka yanıt aranması normaldir. Kulağa mantıklı geliyor” diyor.
Ulusal soruna samimiyet ilkesi veya zorunluluk yaklaşımı esasen sınıfsal bakışla Marksist ilkelerin uygulanması ile yaşama geçirilebilir. Zorunluluk, samimiyet, hedef sorunu sınıfsal olarak nerede durduğumuza göre farklı sonuçlar üretir.
Yazar bir “sosyalist” olarak karşı devrimin restorasyonuna soyunmayı erdem olarak tanımlıyor!
Ne diyor A.Güler? Uzun olma pahasına aktaralım: “Kürt sorunu, görece bir kadim topluluğun daha kentli, modern Türklerle serbest yarışında doğmadı. Türkiye burjuva devriminin ileri doğru görkemli hamlesine Kürt feodalitesi direnç gösterdi. Modernleşme, aydınlanma geri yapıları dağıtacak, egemenlik alanını tasfiye edecekti. Ama Cumhuriyetin iç dengeleri Kürt yoksul köylülerini şeyhlerden, ağalardan koparmaya el vermiyordu. Sadece Doğu’da değil Anadolu’nun batısında da büyük toprak sahiplerine müdahale edilemiyordu… Devrim ile yoksul köylülerin arasına gericilik girdi…Gericilik kapitalizme eklemlendi… ama bu yeni haliyle sözünü etiğimiz, tarihin derinliklerinden fışkıran bir dert değil, Türkiye kapitalizminin yeniden biçimlendirilerek ürettiği bir sorundur artık”
A.Güler; vites küçültmeden, yokuş bayır demeden tek vitesle yola devam ediyor… Aracının alev aldığından haberi yok! Bildiği tek şey arabayı sürmek. “Modern Türkler” ve “geri köylü kadim Kürtler” anlatısı cumhuriyet kadar eski…
Jön Türklerden İttihat ve Terakki’ye oradan M. Kemal ve Cumhuriyet’in kurucularına uzanan tarihsel süreci araştıran herkes bu “modern” Türk elitlerinin tarihi hakkında az buçuk bilgi sahibi olacaktır.
Kılıç zoruyla barbarlıkta nam salmış Türk beyliklerinin Anadolu, Rumeli ve Kürdistan’daki izleri silinmiş değil. Kurulan genç Cumhuriyetin temelini oluşturan ekonomik gücün, Rum ve Ermeni’nin mal ve sermayesi olduğunu (“Haydan Gelen Huya Gider” diye bir “atasözü var bu topraklarda!) cümle alem biliyor. Cumhuriyet süreci boyunca kullanılan tetikçilerin elindeki komünist kanı hala akıllarda.
Yazar, 1915’te on dokuz yoldaşıyla birlikte asılan Devrimci Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’den Ermeni devrimci “Paramaz’’ parti adlı Madteos Sarkisyan‘ı “hafızası”ndan çıkarıyor. Onları modern saymıyor! Mustafa Suphilerin adını kullanmaya cüret edip onları katledenleri modernizmin temsilcileri olarak kayda geçiyor. Böylece tarihsel gerçeği de inkar ediyor.
Öte yandan onlarca Kürt isyanını, ulusal niteliklerini yok sayarak, bu isyanları feodalizmin yansıması olarak görüp, gerici değerlendirmek hakim ulus milliyetçiliğinin değirmenine su taşımak demektir.
Makalede, Doğu ve Anadolu kelimeleri geçerken “Türkiye Kürdistanı” ya da “Kürt bölgeleri”, “illeri”, “Kürdistan” ifadelerini bilinçlice kullanmamak şovenizmin, Türk milliyetçiliğinin çarpık tarih anlayışının yansımasıdır. Dil bilincin yansıması, meselelere hangi sınıfın gözünden baktığınızın somut üründür. Cumhuriyetin kuruluşunda, komprador burjuvazi, tefeci-tüccar ve büyük toprak ağaları hakimdir. Meclis bu sınıfların denetimindedir. Temelleri atılan, ilerici, devrimci bir Cumhuriyet değildir! Bu anlamıyla demokratik siyaset işlememiştir. 1920’lerin başından itibaren büyük toprak sahiplerinin çıkarları korunmuştur. Kemalist devrim denilen şey, coğrafyamızda işçi-köylü ittifakına dayalı olası bir demokratik devrim ihtimaline karşı gelişmiştir.
Ki CHP ve M.Kemal döneminde de bir toprak reformu yoktur. 1924 Anayasası’nda toprak sorununu düzenleyen ve toprak reformunu ele alan bir madde yoktur. 1945’te 4753 sayılı “çiftçiyi topraklandırma kanunu” çıkarılmıştır. Ancak meclis içinde egemen sınıfın temsilcileri olan toprak ağalarının müdahalesiyle kendi toprakları değil de devlete ait toprakların (Ki bu toprakların çoğu boşaltılan Kürt topraklarıydı ve sonradan yerleştirilen muhacirlere verildi.) bir kısmı kısmen köylüye dağıtıldı. Demek ki feodalizmi tasfiye etmeyen buna direnç gösteren feodal toprak ağaları ve Cumhuriyetin kurucu üyeleridir. Ezilen Kürt ulusunun ulusal isyanları değildir.
Bunun sorumluluğunu Kürtlere mal etmek bilgisizlikten değilse açıkça şovenizmle zehirlenmiş çarpık tarih anlayışındandır.
Bay A.Güler; “Geçmişin sorunları başka… tarihin derinliklerinden fışkıran bir dert değil, Türkiye kapitalizminin yeniden biçimlendirilerek ürettiği bir sorundur artık” diye devam ediyor.
Kürt ulusal meselesini sadece Türkiye kapitalizminin ürettiği bir sorun olarak görmek ve ona bağlamak, bir ulusun yok sayılmasına denk düşer. Bu da Kürt ulusunun tarihsel inkarına onay vermek demektir. Tek ulus anlayışına açıktan destek sunmaktır.
Açık ki burada Türk hakim sınıflarının rejimi “Cumhuriyet” aklanmaya çalışılıyor.
Lozan’ı hatırlayalım. Bu dönemde Kürtler ilk defa devlet kurma şansını yakalamışken, Kürdistan parçalanarak her bir parça bir başka ülkeye bağlandı. Ayrıca Türkiye kapitalizmi hangi tarihsel süreçle başlatılıyor? 1940 yıllardan sonra mı? Kapitalizmin Türkiye’ye hakim olduğu süreçten önce Kürt ulusu diye bir ulus yok muydu?
Şeyh Sait isyanı dahil onlarca isyanının ulusal niteliğini nasıl inkar edilebilir? Bu şoven ve Kemalist inkarcı yaklaşımlara “komünist” gömleği giydirmek bunların bu özlerin de değiştirmeyecektir.
Ulusal sorunu veya azınlıklar meselesini çözecek olan Marksist-Leninist-Maoist prospektiftir. Demokratik halk iktidarı, ulusal sorun ve azınlıklar meselesine dair birçok sorunun çözüm adresidir. Bu hedefe yürünecek yolda ise acil olarak çözülmesi gereken sorunlar, bir ulusun güncel talep ve özlemleri vardır.
Bay A.Güler, Rosa Lüksemburg üzerinden ulusların kendi kader tayin hakkını yani Özgürce Ayrılma Hakkı’nı küçümsüyor. Kendi kaderini tayin hakkını, ezilen uluslardaki burjuva milliyetçiliği olarak damgalıyor. Bu yüzdendir ki yazısının tamamında ‘Kürt ulusu’ kavramına yer vermiyor ve tam hak eşitliğinden bahsetmiyor. Bunu da sınıfsal-komünist bir perspektifin gereği olarak yaptığını iddia ederek şovenist Türk milliyetçisi çizgisini gizlemeye çalışıyor.
Ulusal sorunu, sınıf mücadelesinin, sınıflar gerçeğinin bir parçası olmaktan çıkararak işçi sınıfını Kürt ulusuna karşı örgütlüyor.
Kemalist Doğan Avcıoğlu misali “Kemalist sosyalizm” safsatasını savunmaya öykünüyor.
Sınıfsal bakış açısı adı altında ulusal sorunu ve azınlıklar meselesini hakim ulus milliyetçiliği temelinde yok sayarak çözmeye çalışıyor.
Salık verelim ki; sınıfsal ve ulusal meselede tek hat beş ustanın yapıtlarıdır. Bu hususta tavrımızı Lenin’den dinleyelim: “Ve biz-diyoruz ki: hiçbir ulus için hiçbir ayncalık olmasın, ama ulusların tam hak eşitliği olsun, bütün ulusların işçileri arasında birlik ve dayanışma olsun.” (V.İ.Lenin. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Sol yayınları, Sekizinci Baskı, Sayfa 121)
Tam hak eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı bizim vazgeçilmezimizdir. Bu sebeple tam hak eşitliği ilkesi ile ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı Kürt ulusunun ana güvencesi olarak proletaryanın temsilcileri tarafından korunması gereken bir zorunluluktur.