
Geçen yüzyılın ilk yarısı insanlık tarihi için çok büyük ve çarpıcı olaylara sahne olmuştur. Bunların başında komünist partiler önderliğindeki Rusya ve Çin’deki devrimler gelmektedir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, kapitalist-emperyalist sistemin içinde olduğu krizin, yani büyük paylaşım savaşının cenderesinde, “halklar mezbahası” diye tarif edilen Çarlık Rusya’da, Bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşmiştir.
Lenin’in günümüze hala ışık tutan tartışmaları, analizleri ve kaçınılmaz olarak sınıfın militan partisinin niteliklerini öne çıkararak insanlığın yaşadığı bu çıkmaza bir kurtuluş kapısı aralamış ve nitekim devrim başarılı olabilmiştir.
Bununla birlikte faşizm ve en gerici biçimi olan Nazizm dünyanın dört bir yanında yükselen sınıf mücadelesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Faşizm, işçi sınıfına, köylülüğün devrimci kesimine ve aydınlara karşı burjuvazinin intikamının örgütlenmesidir.
Dış politikada faşizm, diğer uluslara karşı korkunç bir nefret körükleyen, şovenizmin en acımasız biçimidir. Alman faşizmi, uluslararası karşı devrimin öncüsü, emperyalist savaşın baş kışkırtıcısı, tüm dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının büyük vatanı olan Sovyetler Birliği’ne karşı bir “haçlı seferi”nin başlatıcısı olarak hareket etmekteydi.
Avrupa’da Sovyet halklarının ve işgal altındaki ülkelerinde silaha sarılan partizanların yılmaz mücadeleleriyle Nazizm tarihin çöplüğüne gönderilmiştir. Sadece SSCB’de yirmi milyon insan hayatını kaybetmiş ve on milyonlarcası yaralanmıştır.
Adeta insan üstü çabalarla kazanılan bu zafer Stalin’in kararlı liderliğinde ve partinin doğru politik hamlelerinde filizlenmiştir. Halkların kararı faşist karanlığın karşısında adil ve sömürüsüz bir dünyaya olan inanç olmuştur.
Öte yandan sistemin yaşadığı bir başka krizin izdüşümü olan ikinci büyük emperyalist paylaşım savaşında Çin zaten açlığın, aşağılanmanın ve sefaletin pençesinde paramparça edilmekteydi. Dünyanın o tarafında Japon faşizmi bu işgalci ve karşı devrimci görevi üstlenmiş ve hem Çin’i parça parça yutmaya hem de Pasifik’teki diğer adalara ve Güneydoğu Asya’ya kollarını uzatmaya niyetlenmişti.
Halihazırda Çin’de bulunan savaş ağaları, milliyetçi akımlar, feodal güçler, Japon taraftarları vb. siyasi güçler Çin’i adeta çok bilinmeyenli bir denklem haline getirmişti. Çin’in içinde bulunduğu ekonomik sefalet, Japonya’nın yarattığı ıstırap ve milliyetçilerin yaşattığı siyasi krizler, Mao’nun ve ÇKP’nin öncülüğünde püskürtülmüş ve Çin bu buhrandan kurtulabilmiştir.
Mao’da somutlaşan ısrarlı ve kararlı komünist mücadele geleneği, geniş kitlelerde anlam ve karşılık bularak ÇKP adeta devleşmiştir. Halk Savaşı Stratejisi, Yeni Demokratik Devrim ve kitle çizgisi Çin’deki komünist hareketin özgün ilkeleri olarak ortaya çıkmıştır.
Sınıfımızın tarihi bize gösteriyor ki, kapitalist emperyalist sistem yaşadığı krizlerden yeni savaşlarla ve pazarların yeniden düzenlenmesiyle sıyrılmak istemektedir. F.Engels, neredeyse yüz elli yıl öncesinde Anti-Duhring adlı kitabında, modern toplumun tamamen yok olmaması için, yani yok olmamak istiyorsa, üretim ve dağıtım biçiminde bir devrim gerçekleştirilmesi gerektiğini yazmaktadır. Yüz yıl önce R.Luxemburg, F.Engels’e atıfta bulunarak; “burjuva toplumu bir yol ayrımında bulunuyor ya sosyalizme geçecek ya da barbarlığa gerileyecek” diye yazarak bizler bu gerçeği bir kez daha hatırlatmıştır.
Devrimciler bu uyarıları dikkate aldılar; kapitalizmin kendilerini yok etmesini oturup beklemediler. Bu kahramanca devrimlerin hepsi, proletaryanın öncüsü olan komünist partiler tarafından yönetildi ve gerçekleştirildi.
Şimdi, yüz yıl sonra, hem Rusya’daki devrim hem de Çin’deki devrim yenilgiye uğramıştır. Modern revizyonist iktidarlar eliyle sosyalizmde geriye dönüşler yaşanmıştır. İşçi sınıfı ve ezilen halkların iktidarları, kazanımları tasfiye edilmiştir.
SSCB’deki “Komünist” Parti 1956’da revizyonizme yönelmiş ve Çin’deki “Komünist” Parti 1978’de kapitalist yolun önünü açmıştır.
Bu gelişmelerin bize tekrar tekrar hatırlattığı, R.Luxemburg’un ifade ettiği gibi insanlık hala bu yol ayrımında durmaktadır; Ya sosyalizm, ya barbarlık!
Kapitalizmin sosyalizm düşmanlığı!
Özellikle son yıllarda yükselen militarizm, şovenizm ve ırkçılık göz önüne alındığında emperyalist sistemin bir krizin içerisinde olduğu açıktır. Peki biz devrimciler bunun neresindeyiz?
Kapitalist ajitatörler ve ideologların, kitlelerden kafalarını kuma gömmelerini isteyen, sosyalizmin “başarısız” olduğunu ve kapitalizmin “kazandığı” yönündeki kapitalist propagandaları sürmektedir.
Oysa bizler, başta 1917’nin ve 1949’un cüretkar devrimcileri gibi, günümüzde komünist mücadelenin bayrağını taşıyanlar, demokratik halk devrimi ve sosyalizm çağrısını yükseltmekte ve kulak vermekteyiz. Mevcut durum daha açık olamaz, kapitalizm tüm yaşamı ve dolayısıyla insanlığı bir yok oluşa sürüklemektedir.
Esasen, bizler daha önceki devrimcilerden daha avantajlıyız, çünkü onlar komünizme giden yolu açmak için yürütülecek silahlı mücadelenin kazanılabileceğini kanıtladılar. Proletarya diktatörlüğünün mümkün olduğu ortaya kondu.
Dünya halklarına, geleceğe dönük bir inanç ve umut verebildiler ve bu yolda sayısız deneyim biriktirebildiler.
Zaten bu deneyimlerin, egemen sınıfların korkulu rüyası olmasının sebebi budur; ezilen sınıfların ve halkların silahlı mücadeleler yoluyla devrimler yapabilmelerinin mümkünatı ve bunun yaratacağı özgüven en büyük kabuslarıdır.
Ancak, bu dalga dalga büyüyen coşkunun ve mücadelenin bir noktasında revizyonistler siyasi iktidarı ele geçirdiler ve sosyalizmden kapitalizme doğru geriye dönük bir değişim gerçekleştirdiler. İşte tam da bu noktada hem kapitalist ajitatörler için iyi malzemeler ortaya çıkmış hem de dünya halkları için ideolojik karmaşalar başgöstermiştir.
Revizyonistlerin iktidarları ele geçirmeleriyle “Sosyalizm yalnızca kağıt üzerinde iyidir, insan doğasıyla bağdaşmaz”, “insanlar kaçınılmaz olarak yozlaşırlar” gibi idealist söylemler güçlenmiştir. Ya da aynı şekilde revizyonizm MLM ideolojisinin maskesini takarak kendi çarpık ideolojisini biçimlendirmeye çalışmıştır.
Doğru, işçilerin ve emekçi kitlelerin özveriyle, daha iyi ve kolektif bir gelecek için ortaya koydukları ne varsa birçok “komünist parti” yetkilisi tarafından ele geçirilmiştir.
Günümüz Rusya Federasyonu ve onun oligarkları bunun gayet yerinde örnekleridir.
Ya da aynı şekilde başta Belarus, Azerbaycan ve Türkmenistan olmak üzere diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri, sosyalist inşanın değerlerine bir çırpıda konmuş oligarklarla doludur.
Ancak bilinmelidir ki komünist partiler, komünist bir gelecek için yaşamlarını feda eden, cesur, atılgan üyeler ve militanlarla da doludur. Bu insanlar kitlelerle birlikte silah çatmış, elini taşın altına koymuş, kimsenin bir şey yapamadığı anlarda yolları açmasını bilmiş sessiz ve isimsiz kahramanlardır.
Sınıfımızın mücadelesi ve tarihi böylesi insanlarla doludur. Dolayısıyla kapitalist ideologlar, revizyonistlerin sinsi ve dönek niteliklerini komünist felsefenin ve mücadelenin ana yüzü haline getirmeye gayret etmektedirler. Bunu da revizyonistlerle birlikte yapmaktadırlar.
Onlar için Lenin sadece “yetenekli bir Rus düşünür”, Stalin ise “gaddar ve dogmatik bir Gürcü”dür. Revizyonizm saldırıp silebildiği kişilikleri ve eğilimleri ortadan kaldırmaya çalışmış, onlara yönelik karalama kampanyaları sürdürmüştür. Başaramadıklarını ise devrimci niteliklerinden sıyırıp onları basitçe “milli kahramanlara” dönüştürmüştür.
Modern revizyonizm SSCB’de daha erken kendini göstererek; hem Avrupa’daki anti-komünist propaganda araçlarının ve anti-komünist savaş aygıtlarının basıncıyla hem de revizyonizmin bağrında palazlanan oligarkların ve ulus şovenizmlerinin etkisiyle 1991 yılında resmi olarak SSCB dağılmış ve yüzüne taktığı kızıl maskeyi de indirmiştir.
Yıllarca revizyonizmin etkisinde çarpık bir ideolojiye mahkum edilen SSCB halkları, yine yıllarca etkisi altında kaldıkları dışarıdan gelen yoğun anti-komünist propagandayla birlikte “sudan çıkmış balığa” dönmüş, özellikle Avrupa kapitalizmi için ucuz işgücüne olarak büyük bir buhrana sürüklenmiştir.
Aynı şekilde bu kitlelerin yaşadığı şaşkınlık ve sefalet, kapitalist ajitatörler için muazzam bir reklam anlamına geliyordu. Öte yandan oligarklar artık boy gösterecekleri kapitalist pazara ulaşmış, kendi Rus şovenizmini siyasi arenaya da taşımanın zaferini yaşıyorlardı, yaşamaya da devam ediyorlar.
Rus kapitalizmi, komünist geçmişiyle çarpık ve pragmatik bir ilişki halindedir. Halkların çabasını ve fedakarlığını öne çıkarmak, şovenist anlatılarını güçlendirmek istediğinde kullandığı bir nostaljik yakıt olarak SSCB mirasını ajitasyon metinlerinde kullanmaktadır.
Öyle ki Stalingrad şehri Nazi savaş makinelerine karşı destansı bir direniş göstererek savaşın gidişatını değiştirmiştir, ancak SSCB’nin ardından şehrin adı Volgograd şeklinde değiştirilmiş ve geçtiğimiz günlerde Putin tekrar Stalingrad isminin kullanılmasında bir sakınca görmediğini de ifade etmiştir.
Ancak Çin’deki revizyonizme geldiğimizde durum biçimsel olarak daha karmaşık ve dolayısıyla izaha muhtaçtır.
Çünkü SSCB’deki gibi çekiç oraklı bayrak indirilerek açıktan “kapitalist zafer” naraları atılmamış ya da “komünist” parti kendisini feshetmemiştir.
1976’dan sonra Asya’yı saran kızıl maske
Sosyalizm, dünyanın yok olmasını engelleyebilecek tek toplumsal formasyondur. Çin’deki sosyalist inşa sürecinde ekonomi, üretim ve yatırım kararları sermayenin keyfiyetine bağlı değildi ve iş döngüsünün iniş çıkışlarından etkilenmiyordu.
Yeni teknolojiye ilişkin kararlar, pazar payına olan takıntıya dayalı değil, kaynakların korunması, çevreye duyulan endişe, makine ve ekipman üretiminde emeğin değerine verilen önem dahil olmak üzere tüm ilgili faktörler dikkatle değerlendirilerek rasyonel bir şekilde alınmıştır.
Kapitalist piyasa her zaman en yeni teknolojiye sahip olmayan işletmeleri piyasadan dışlarken, sosyalist ekonomi, daha az gelişmiş teknolojiye sahip işletmelerin, insanlar için yararlı ürünler ürettikleri sürece, daha gelişmiş teknolojiye sahip işletmelerle bir arada var olabileceğini göstermiştir.
Bu, sermayenin kıt olduğu ve üstün teknolojiye dayalı yabancı rekabetin yerli sanayileşmeyi neredeyse imkansız hale getirdiği yoksul ülkeler için özellikle önemlidir.
Çin’deki sosyalist gelişme, az gelişmiş bir ülkenin ekonomisini geliştirmek için kendi kaynaklarına ve halkına güvenebileceğini göstermiştir. Kendi kendine yeterliliğe dayalı gelişme, sermaye mantığının artık hakim olmadığı sosyalist gelişmeyle mümkün olmuştur.
Sosyalist üretim ve ekonomi modelleri bu yazının kapsamına sığamayacak boyutta analiz gerektirdiği için meselenin yalnızca en belirgin yönlerine vurgu yapmak gerekirse; Mao liderliğinde ÇKP, üretim malları arasında, makine ve ekipman üreten ağır sanayiye, sanayileşmenin temeli olduğu için yüksek öncelik verdi.
Ağır sanayi, tekstil gibi hafif sanayiler için makineler üretti. Ancak, Sovyetler Birliği’nde sanayileşme sürecinde, hafif sanayi ve tarımın aleyhine ağır sanayiye çok fazla önem verilmişti ve bunun sonucunda gıda ve diğer tüketim mallarında eksiklikler yaşanmıştı.
Çin, Sovyetler Birliği’nin deneyimlerinden ders aldı ve onun hatalarını tekrarlamamaya çalıştı.
Bununla birlikte asıl atılım Büyük Proleter Kültür Devrimi’nde (BPKD) kendisini gösterdi. Mao önderliğinde gerçekleşen bu eşsiz süreç, tüm dünyayı etkisi altına aldı. Fabrikalardan okullara, sokaklardan kent meydanlarına, topluma dair ne varsa gündemine alan bu ileri atılım başta komünist hareketin içerisindeki iki çizgi mücadelesini somutlaştırmış oldu.
Mao, yürüttüğü tartışmalarla SSCB’deki modern revizyonizmin ortaya çıkışını tahlil etmiş ve geniş Çin toplumundaki eğilimleri gözlemlemiştir. Burjuva ideolojisinin içeriye sızmak için gedikler aradığı bu yıllarda devrimci silahını patlatmıştır: “Burjuva karargahları bombalayın!”
BPKD dünyanın dört bir yanındaki kurtuluş hareketlerine ve devrimci mücadelelere ilham kaynağı oldu. Dünyayı saran bu fırtına ’68 kuşağı da dahil olmak üzere birçok simgesel akıma ve figüre ışık tuttu.
Özellikle Asya’daki kurtuluş hareketlerini doğrudan destekleyen ÇKP, bölgede köklü bir Maoist hareket geleneği yaratılmasına vesile oldu. BPKD her ne kadar burjuva kültürünü ve siyasetini karşısına almış ve bu atılım devrimci tarihimiz için her ne kadar büyük deneyimlere yol açmış olsa da zafere ulaşamadı.
Revizyonistler ve kapitalist yolcular Başkan Mao’nun ölümünün ardından iktidarı ele geçirdi.
Kültür Devrimi, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki temel farkları ortaya koymakla kalmadı, Çin toplumunun birçok alanında sosyalizmi ilerletmek için somut adımlar attı ve sosyalizmi ilerletmek için komünist partinin iktidarında proletaryanın neden kontrolü ele alması gerektiğini gösterdi.
Burjuvazi 1977’de iktidarı ele geçirdiğinde, gelişimin seyrini tersine çevirebildi ve sosyalist dönemde elde edilen kazanımları ortadan kaldırabildi. Ayrıca, o dönemi, özellikle Kültür Devrimi’ni, çarpıttı ve Mao’yu “şeytan”laştırdı.
Yine de Mao önderliğindeki komünistlerin yürüttüğü mücadele ve sosyalist inşa başta Çin’deki kitlelerin ve dünyanın ezilen sınıflarının ve halklarının gözleri önünde gerçekleşmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Dolayısıyla başa gelen kapitalist yolcular geriye dönüş programlarını maske takarak yapmak zorunda olduklarının pekala farkındalardı.
Kültür Devrimini Mao’nun yaşlılığında yaptığı bir “hata” olarak adlandırdılar ve kapitalizme dönüş programını “Çin tarzı sosyalizm” adı altında halka duyurdular. Deng Xiaoping’in kapitalist reformu iki hatta ilerleyecekti; birincisi Çin’de kapitalist dönüşüm, ikincisi ise Çin’deki pazarın küresel kapitalist pazara entegre edilmesi.
Çin Halk Cumhuriyeti kurulduğu günden kapitalist geri dönüşü yaşadığı güne dek devasa boyutlarda toplumsal gelişmelere ev sahipliği yapmıştır. Yüz milyonlarca Çinlinin yaşam koşulları iyileşmiştir.
Kapitalist yolcular bu süreçte yüz milyonlarca Çinlinin büyük bir özveriyle ördüğü tüm emeği ve değeri, yani sosyalist inşayı ve gelecek tahayyülünü olduğu gibi kapitalizmin çarklarının içine atmıştır. Kapitalist yolcular, dönemin neo-liberal ideolojisini benimsedi ve Çin’in disiplinli işçi rezervinin, emek yoğun ürünlerin ihracatına odaklanarak uluslararası iş bölümünde bir avantaj sağlayabileceğini hesapladı.
Kapitalist yolcular, Tayvan, Hong Kong ve diğerlerinin emek yoğun ürünlerin ihracatını ekonomik büyümeyi teşvik etmek için nasıl kullandıklarını gördüler ve Çin’in bu modeli taklit ederek katlanarak büyüme sağlayabileceğine inandılar. Ayrıca, dış bağlantılar kurarak, kapitalist dönüşümlerine dışarıdan destek de bulacaklardı.
Dolayısıyla Çin artık Kültür Devrimi’nin coşku kattığı her ne varsa ona artık düşman olmuştur. Dünyadaki kurtuluş ve devrim hareketleri ancak bu yeni peyda olan burjuva ideologlar için bir fayda var ise desteklenmiş, yoksa yalnızlaştırılmış ve düşmanlaştırılmıştır.
Artık kapitalist dönüşümün peşinde koşturmaktan öte kapitalist-emperyalist sistemin önemli bir parçası haline gelen Çin “Halk” Cumhuriyeti ve Çin “Komünist” Partisi egemenleri hala dillerinden komünizmi ve onun simgesel değerlerini düşürmemeye devam etmektedirler.
Dolayısıyla bu durum dünya “sol”, sosyalist hareketlerinde bir kafa karışıklığına yol açtığı gibi, “sol” camiada da “Çin tarzı sosyalizm”in benimsendiği çevreler ya da hareketler de görmek mümkündür. Revizyonistler, kızıl maskelerini çıkarmamanın onlara sağladığı faydaları gördükleri gibi, bunun benzerini dünyanın geri kalanından da beklemektedirler.
Örneğin geçtiğimiz günlerde Çin’deki “zafer yürüyüşü”ne Türkiye’den de bir deste “solcu”, şovenist kişi davet edilmiş ve ağırlanmıştır. Ayrıca Çin özellikle kendisinin yarattığı borçlanma ve ekonomik basınç yoluyla güdümü altına aldığı ülkelerde yaptığı altyapı çalışmalarıyla “diğer” emperyalist ülkelerden olan farkını güya ortaya koymaktadır.
Oysa bu altyapı projeleri hem borçlanmanın bir katmanını oluşturmaktadır hem de söz konusu ülkede kapitalist gelişimin önünü açmaktadır.
Çünkü yaşadığımız dünyada yapılan her altyapı çalışması öyle ya da böyle kapitalist emperyalist sistemin faydası için gerçekleşmektedir. Çin’in Afrika’da “iyi” bir emperyalist olarak yaptığı yollardan ya da limanlardan geçen hammaddeler dünya pazarına, yani Amerika ya da Avrupa pazarlarına yollanacaktır.
İyi ya da kötü emperyalistler olamaz. Emperyalizm çağında kapitalist devletler birbirine kapitalist üretim ve pazar ilişkileriyle kaçınılmaz olarak bağlıdır; aynı şekilde aralarında uzlaşmazlıklar ya da pazar paylaşımları kapsamında krizler de kaçınılmaz olarak gerçekleşmektedir.
Bu yüzden ÇKP, Hindistan’daki Yeni Demokratik Devrim hareketine, HKP (Maoist)’e de düşmandır. Hem Hindistan burjuvazisiyle raks etmenin yollarını aramaktadır hem de Maoist hareketin önünü kesmek istemektedir.
Öbür yandan Filipinler’i derdest etmenin hem de FKP’yi ortadan kaldırmanın peşindedir. Çin “Halk” Cumhuriyeti ve Çin “Komünist” Partisi, Çin burjuvazisinin elinde, üzerine bolca çekiç orak çizilmiş ve ideolojik olarak çarpıtılarak halkçı sözler yazılmış bir kapitalist devlet biçimi ve aparatıdır.
Tarihsel olarak, insani gelişmedeki başarılar her zaman birbirini izleyen nesillerin katkılarının bir devamı olmuştur. Tarihsel ilerleme yolunda her zaman ilerlemeler ve gerilemeler olacaktır. Günümüz devrimcileri, komünizm hedefine doğru ilerlemeleri ve yenilgileri değerli dersler olarak kabul etmelidir.
Şanslıyız, çünkü sadece Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun devrimci teorilerinin zenginliğini miras almadık, aynı zamanda 1917’den 1956’ya kadar Sovyetler Birliği’nde ve 1949’dan 1978’e kadar Çin’de sosyalist bir toplum inşa etmenin somut deneyimlerini ve ardından gelen yenilgilerini de miras aldık.
Geçmiş devrimcilerin yaşamları ve ölümleriyle biriktirdikleri bu zengin bilgi birikimi bize aktarıldı ve onların nasıl başarılı olduklarını, neler başardıklarını, hangi zorluklarla karşılaştıklarını ve nasıl ve neden yenildiklerini incelememize ve anlamamıza olanak sağladı.