
Kürt ulusal sorunu, faşist iktidarın dış politikasında öncelikli bir sorun olmaya devam ediyor. Bu nedenle iktidarın Orta Doğu’ya ilişkin politikalarında, emperyalist efendileriyle sürdürdüğü ilişkilerde bu sorun masadaki yerini koruyor. İsrail siyonistlerinin ve dolayısıyla ABD emperyalizminin bölgedeki etkinliği arttıkça, Türk egemen sınıf sözcüleri, bu etkinliğin başta Rojava olmak üzere, genel manada Kürt sorununu nasıl etkileyeceği sorusunu daha çok sorar hale geliyorlar. Son süreçte iktidar ortağı MHP ve iktidar sözcülerinin yeri gelince; mavi boncuk, yeri gelince tehdit içerikli açıklamaları, tam olarak kendilerinin de öngöremedikleri bu ortamın ruh halini yansıtıyor. Ama tarihi tecrübeler ışığında da olsa, şu gerçeği de öngörüyorlar: Bölgeye yapılan her fiili müdahale aynı zamanda bölge haritasının yeniden değişmesi ortamını tetikliyor. Bu anlamıyla İsrail siyonizminin Suriye’de kalıcı bir güç haline gelmesi, yalnız mevcut kukla rejimi üzerinde bir tehdit oluşturmuyor. Bu durum Türk devletini de kaygılandırıyor.
Türk devletinin son süreçteki tüm hamleleri bu kaygıların derin izlerini taşıyor. Bu nedenle özerk yapının dağıtılması, Suriye’de baskı altında olan ulus ve azınlık milliyetlerin, inanç gruplarının Şam’daki kukla rejimine biat etmeleri yönlü politikasındaki ısrarını sürdürüyor. Türk devletinin “Suriye’nin toprak bütünlüğü”den anladığı da budur. Yani tıpkı Türkiye coğrafyasında olduğu gibi “tekçilik” üzerinden, faşist bir çete rejiminin inşasıdır. Ama mevcut güç dengeleri ve kimi emperyalist güçlerin bölgeye ilişkin kısa ve uzun vadeli hesapları, Türk devletinin hesaplarıyla çakışmıyor, belli yönleriyle çatışıyor.
ABD emperyalistlerinin İsrail’in güvenliğini önceleyen politikası, piyon konumunda da olsa, Şam’da güçlü bir iktidarın kurulmasına tereddütle yaklaşmasını sağlıyor. Her yönüyle İsrail siyonistlerinin çıkarlarını gözeten, hatta yeri gelince Lübnan ve İran yönetimlerine karşı mücadelede İsrail siyonistleriyle omuz omuza duran bir rejime karşı daha esnek bir politika izleyecekleri açıktır. Bilindiği gibi, özellikle son yüz yılda emperyalist haydutlar Orta Doğu’da her türlü demokrasiye ve özgürlüğe düşman olan uşak rejimlerle çıkarlarını korudular. Dolayısıyla Şam’daki kukla rejim de bu zincirin bir halkasıdır.
Bu nedenle siyonistlerin dayatmalarına teslim olmuş, emperyalizme uşaklıkta kusursuz davranan faşist bir piyon Şam’da kendine yer bulur. Ama baskı altında olan ezilen ulus, azınlık milliyetler ve inanç grupları katında her zaman haklı mücadelenin hedefi haline gelir. Bu kukla rejim de er ya da geç bu haklı öfkeden payına düşeni alacaktır. Orta Doğu’da ne emperyalistler ne de gericilik ve çetecilerin geleceği için bir teminat olacaktır. Çünkü, bunlar, düşünüş ve hareket tarzlarıyla geleceğin değil, tarihin çöplüğüne gömülmüş orta çağ zihniyetinin artıklarıdır. Tabii ki tarihin yürüyüşünde de geriye doğru savruluşlar yaşanır. Ama tarihi tıpkı bir nehir gibidir, geriye doğru değil, ileriye doğru akar.
Anti-emperyalist, anti-faşist mücadelede yoğunlaşmak
Ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik ve faşist terör bu iktidarı tarif eden belli başlı kavramlardır. Geniş emekçi yığınlara dayatılan ekonomik, siyasal ve sosyal yıkım programlarına karşı yapılan her itirazın karşılığı devlet terörüdür. İktidar estirdiği bu devlet terörüyle varlığını sürdürmeye çalışıyor. Hiç kuşkusuz bu karşı devrimci uygulamaların baş destekçisi emperyalistlerdir. Bölgede ve yaşadığımız coğrafyada iktidar, emperyalizmin bir projesidir. Hem tarihsel olarak hem de güncel bağlamda bu iktidarlar tüm ilerici-devrimci değerler, haklı ve meşru mücadeleler karşısından konumlanmışlardır. Emperyalizmle suç ortaklığı yapmışlardır. Bazı objektif koşullardan kaynaklanan istisnayı durumlar bu gerçeği değiştirmez. İşte anti emperyalist anti-faşist mücadelenin zorunluluğu tam da bu nesnel koşullara dayanmaktadır.
Emperyalizme karşı mücadeleyi içermeyen, anti-faşist bir söylem, somut durumu anlamaktan, kavramaktan uzak bir söylemdir. Bilimsel tutum, bir bütün olarak bölgede ve coğrafyamızda sürmekte olan sömürü ve zulüm politikalarını, emperyalizmle ilişkili bir çerçevede ele almayı gerekli kılar. Bu nesnel durumu karartan, emperyalist merkezlerden demokrasi beklentisi içine girenlerin payına her zaman hayal kırıklığı düşer.
Tüm bu gerçeklerden hareketle somut pratikler üzerinde emperyalizmi teşhir etmek, emperyalizm ile işbirlikçilerinin suç ortaklığını deşifre etmek, anti-emperyalist, anti-faşist bilincin daha da ivme kazanmasına hizmet edecektir. Geniş emekçi yığınları etkileyip harekete geçirecek olan da bu bilinçtir. Bilinçli duruş-tutum, anti-emperyalist mücadeleyi örgütlemenin teminatıdır. Yine mevcut koşullarda geniş emekçi yığınlarda anti-emperyalist, anti-faşist bilincin zayıflığı ne kadar gerçekse, bunun nesnel zemininin varlığı da bir o kadar gerçektir. Bu zemin üzerinde pratik devrimci hamlelerde bulunmak, anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleye kitlesel bir boyut kazandırmak, gerçek manada demokrasi ve özgürlüğün en büyük güvencesidir.
Bu coğrafyada devrimci ve komünist güçler anti-emperyalist, anti-faşist mücadelede büyük bedeller ödemişlerdir. Bu anlamıyla tarihimizden öğrenmeliyiz ve bu tarihsel devrimci pratiklerimizden güç alarak, yeniden direniş mevzileri yaratmalıyız. Başta işçi sınıfı, gençlik ve kadın hareketi olmak üzere, ezilenleri, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede aynı mevzilerde birleştirmek her proleter hareketin öncelikli görevlerinden biridir.
Proleter hareketlerin bu görevlerini başarıyla yerine getirmesi için, öncelikle kendi aralarında daha koordineli bir çalışma yürüterek, pratik bir hareket birliği yaratmak zorundalar. Merkezileşen bu düşünüş ve hareket tarzıyla en geniş anti-faşist, anti-emperyalist mücadele cephesini kurmada yoğunlaşmaları gerekir.
Dünyada giderek artan emperyalist savaş tehlikesine, faşist teröre ve belli oranda kitleleri de etkisi altına alan ırkçılık ve gericilik dalgasına karşı, tarih, başta devrimciler ve komünistler olmak üzere, tüm ezilen dünya halklarını birleşik bir mücadeleye çağırıyor. Bu tarihsel çağrıya kayıtsız kalıp, kalmamak, içinde geçmekte olduğumuz süreci doğru bir tarzda okuyup okumamakla alakalı bir durumdur.



