
İsrail Siyonizmi, Gazze’yi tamamen işgal planı için ısrarla harekete geçtiği günlerde, kadim düşman saydığı Lübnan Hizbullahı’nın zayıflatılması amacıyla da devreye girmiştir. ABD ile birlikte Lübnan’a yaptığı baskının nihayet işe yaraması sonunda, Siyonist İsrail, Lübnan Hükümeti’ne Hizbullah’ın silahsızlandırılması kararını aldırmayı başardı.
7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail topraklarına yaptığı saldırıyı kendi lehine çevirebilen İsrail, Suriye’de rejimin değişmesini desteklemiş, İran’da Molla rejiminin askeri ve politik olarak zayıflamasını sağlamış, Lübnan Hizbullah’ı ile Hamas’ın askeri gücünü büyük oranda kırmıştır.
Yemen’deki Şii Husilere de saldırı düzenlenmesini sağlayan İsrail Siyonizmi, ABD ile birlikte Şii cephenin zayıflatılmasını ve bölgedeki dengelerin değişmesini sağlamıştır. Bu yeni süreçte ise Lübnan’ı da dizayn etmeye çalışmaktadır.
Bu sürecin bir ürünü olarak Lübnan Hükümeti, Hizbullah’ı silahsızlandırma kararı almaya cüret etmiştir. Arkasına ABD, AB devletleri ve İsrail’i alan Lübnan hükümeti, Hizbullah’ın 1982’den beri ilk kez bu kadar zayıflamış olması fırsatını kaçırmak istememektedir.
Böylece “devlet içerisinde devlet” kurmuş olan Hizbullah’ın silahsız ve legal bir parti olarak sisteme dahil olmasını zorlayabilecek tarihi bir süreci, lehine çevirmek ve bu sayede Lübnan’daki tek egemen güç olmak istiyor. Ancak bu süreç o kadar kolay geçmeyebilir.
Lübnan’ın demografik yapısına atfen şekillenen politik dengeler (Ortadoğu’nun prototipi gibi işlevlense de kendi özgüllüğünü tarihsel ve sosyal yapılarından aldığı için) bu çerçevede yeniden düzenlenecektir.
Lübnan’ın politik yapısı/atmosferi kendine özgü niteliğiyle diğer ülkelerden ayrılsa da bu özgüllüğün yarattığı yerel politik dengeler, bölgesel ve küresel dengelerle bağlılaşık halde biçim almaktadır.
Bu çerçevede “Lübnan’ı anlamanın Ortadoğu’yu anlamak” olduğu bile söylenebilir.
1516 yılında Osmanlı Devleti’nin eline geçen Lübnan, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin zayıflamış olmasına mukabil, bölgesel ve küresel politik dengelerin odağı haline gelmişti. Dürzileri, İngiltere; Maruni Hıristiyanları, Fransa; Ortodoks Hıristiyanları, Rusya; Sünnileri, Osmanlı; Şiileri, İran himaye etme bahanesiyle bölgedeki politik dengelerle etkili olabilmiştir.
1840’lardaki Mısır isyanı için Avrupa devletlerinden yardım isteyen Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz’de birçok imtiyaz vermek zorunda kalmıştı. 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin de zorlamasıyla Lübnan’da kurulan mutasarrıflık sistemi, bugünkü ikrarcılığın temellerini oluşturmuştur.
12 kişilik konseyin mutasarrıf yönetimine verilmesi ve yedi bölgeye ayrılan Lübnan’ın her bölgesinin bir mutasarrıf yardımcısı tarafından yönetilmesine karar verilmişti.
Bu konsey, 4 Maruni, 3 Dürzi, 2 Grek Ortodoks, 1 Şii, 1 Sünni ve 1 Grek Katolik’ten oluşuyordu. Bu sistemi, 1916 yılında bölgeyi işgal eden Fransız emperyalizmi sürdürdü. 1930 yılında hazırladığı anayasayla ise bu sistemin köklerini kalınlaştırdı.
Değişmeyen emperyalist strateji: Böl-parçala-yönet
Böylece bugüne kadar ufak tefek değişikliklerle gelen ve adına “ikrarcılık” denilen bu sisteme göre, Lübnan’da 18 etnik ve dini grup yasal olarak tanınırken; Cumhurbaşkanının Maruni, Başbakanın Sünni, Meclis Başkanının Şii (vs.) olması zorunludur.
Etnik ve dini ayrımcılık “yasal güvence” altına alınarak bu eksenli gerilim ve çatışmaların sürekliliği “garanti” altına alınmış oldu. Böylelikle kadim “böl-parçala-yönet” politikasının, “entrikasız” bir şekilde anayasal düzlemde kurumsallaştırılması sağlandı.
1975-1988 yılları arasında yaşanan iç savaş, bu sistemi ortadan kaldıramadığı gibi petrol krizi sebebiyle birden aşırı zenginleşen Arap Körfez devletlerinin petro-dolarları, Lübnan bankaları yerine (1975’e kadar Ortadoğu’nun finans merkezlerinden olan Lübnan yerine) Avrupa ve ABD bankalarına transfer edildi. Sırf bu veri bile Lübnan iç savaşını kimin ve neden çıkarttığını açığa vurmaya yeterlidir.
Bir ittifak örgütü olan Lübnan Ulusal Hareketi, Filistin Kurtuluş Örgütü’yle birlikte hareket ettiyse de iktidarı ele geçirememiştir. Yanı sıra 1975’te İsrail, Lübnan’ın Güney’ini, 1976’da Suriye, Lübnan’ın Kuzey’ini işgal etmiş ve iç savaş bittikten sonra bile bu işgalleri sonlandırmamışlardır. Ancak bu süreçten en kârlı çıkanın, 1982’de kurulan Hizbullah olduğu söylenebilir.
Hizbullah, 1983’te ABD Büyükelçiliği ve kışlasına yaptığı büyük ve etkili eylemlerle (çoğunluğu ABD’li 63+241 asker öldü) dünyaya adını duyurdu ve Lübnan’daki en güçlü silahlı örgütlerden birisi oldu.
Güney Lübnan’ın şehir, kasaba ve köylerinde Şii’ler içinde örgütlenerek kendi hakimiyetini kuran Hizbullah, 1996 seçimlerinde parlamentoya girdi. Böylece “devlet içinde devlet” kuran Hizbullah, hem silahlı hem parlamenter gücüyle “ikrarcılığa” karşı çıkarken; Suriye (Esad Rejimi) ve İran (Molla Rejimi) ile sıkı işbirliğine girerek Şii cephenin önemli bir gücüne dönüştü.
Seçimlerde 14 Mart Koalisyonuna karşı 8 Mart Koalisyonunun öncüsü olan Hizbullah, legal alandaki bu öncülüğünü Dürzilerin ittifaktan ayrılmasına kadar sürdürmüştü. Hizbullah’ın bu yasal gücü ve öncülüğünü silahlı gücü ve özellikle İsrail işgaline karşı direnişiyle oluşturduğu bilinmektedir.
2006 yılında Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini “Sedir Devrimi” ilan eden ABD ve İsrail’e karşı Lübnan’da Suriye’ye destek eylemi düzenleyen Hizbullah, o dönem nüfusu 4 milyon Lübnan’ın dörtte birini bu gösterilere çekmişti.
Bu protesto sonrası İsrail ile girdiği çatışmalardan da zaferle çıkması sonucu daha çok güçlendi. Hizbullah aynı yıl İsrail ordusuyla girdiği çatışmadan zaferle çıkmasını kutlamak için bu sefer iki milyon Lübnanlıyla gösteri yaparak siyonist İsrail’i protesto etti.
7 Ekim Aksa Tufanı!
Bu güçlenme en fazla İsrail Siyonizm’i ve hamisi ABD’yi rahatsız ediyordu. Böylece bu ikili, Şii cepheye karşı topyekûn saldırıya girişince, bundan Hizbullah da nasibini almıştı.
7 Ekim 2023 sonrası İsrail hem Hamas’ı topyekûn yok etmek için Gazze’de büyük bir katliama eşlik eden büyük bir yıkım gerçekleştirdi. Hem Hamas ile Hizbullah’ın hamisi olan Molla Rejimine füze saldırıları ve suikastlarla zayıflattı hem de Suriye’de Esad Rejiminin zayıflatılması ve değiştirilmesinde aktif rol oynadı.
Böylece Hizbullah’a yönelik yaptığı saldırılar daha etkili oldu. Hizbullah’ın Suriye (Esad Rejimi) ile İran’ın bir kolu gibi hareket etmesinden rahatsız olan Lübnan Dürzilerinin müttefikliğini kaybetmesi onu çok zayıflatmışken iki hamisini kaybetmesiyle daha da zayıflamıştı. İşte bu en zayıf anı kullanmak isteyen Siyonizm ve ABD, Lübnan’a baskı yaparak hemen Hizbullah’ı silahsızlandırmasını istedi.
Lübnan hükümeti, bu kararı hemen aldı. Ancak bunun nasıl gerçekleşebileceğine veya bunu mümkün olsa sonuçlarının ne olabileceğine dair henüz net bir şey söylemek zor görünüyor.
Lübnan’da sırf resmi olarak tanınan 18 dini ve etnik grup var. Bu durum, etnik ve dini kimliklere dayalı biçim alabilen politik arenaların, bölgesel ve küresel dengeleri etkilerken, onlardan etkilenmesini kolaylaştırıyor.
Haliyle Ortadoğu’da dengeler yeniden ABD, AB ve İsrail (Batıcı Blok) lehine değişiyor/güçleniyor gibi görünse de, son 20-25 yılda özellikle Çin’in dipten yaptığı açılımlarla bütün Ortadoğu devletlerinin -özellikle Körfez Arap devletlerinin- en büyük ticari ortakları arasına girmesi, Kuşak Yol Projesi için milyarlarca dolarlık antlaşmalar imzalaması, bölge devletlerinin iki kutupluluk refleksleri bırakıp ilişki ağlarını çeşitlendirmesi vb. sebepler nedeniyle “Batıcı Blok”un bu görüngüsüne şüpheyle yaklaşmak gerekir.
Zaten Çin’in Ortadoğu açılımını zayıflatmak için 7 Ekim saldırısını gerekçe eden ABD, İsrail Siyonizmi eliyle çatışma ve gerilimleri diri tutarak, ticaret yolları için çatışmasız ortam isteyen Çin’in işini zorlaştırıyor.
Bu saldırganlığın güç gösterisi niteliği kadar, ABD’nin kendi zayıflığını giderme/örtme refleksi olarak ortaya çıktığını da görmek gerekiyor.
Öte yandan El Fetih ve Hamas dahil 14 Filistinli örgütün Çin’in arabuluculuğunda biraraya getirilmesi ve birleşik bir Filistin hükümeti kurmak için anlaştıklarının açıklanması da kaydetmek gerekiyor.
Lübnan’ı ne bekliyor?
ABD, İsrail eliyle gerçekleştirdiği saldırganlıkla politik dengeleri değiştirmeye çalışması yani siyasetin tıkanma ya da başka yollarla sürmesi anlamına gelen çatışmayla/savaşla politik dengelere müdahale etmesi ve bu açıdan politik zayıflığın göstergesi olarak okuyabiliriz.
Bu çatışmalı ortamı uzun süre sürdüremeyecek olan ABD ve İsrail, dengeleri kendi lehine çevirme telaşıyla, askeri seçeneklere yoğunlaşıyorlar. Çin ise ekonomik gücün yarattığı politik gücü bölgesel hegemonyasını derinleştirmek için kullanmaya devam ediyor ve bu dipten gelen dalga “Batıcı Blok”u çok zorluyor.
Bu açıdan Lübnan Hizbullahı silahsızlandırılsa bile hem Lübnan’daki siyasetin silahlardan ibaret olmayışı hem de bölgede “Doğucu Blok”un ekonomik güce dayalı politik gücünün, “Batıcı Blok”u saldırganlaştıracak kadar büyümesi sebebiyle dengelerin çok büyük boyutlarda değişmesi şimdilik pek mümkün görünmüyor.
Filistin Devleti’nin kurulması fobisiyle yaşayan İsrail Siyonizm’i, bu uğurda kendini dünyada daha çok itibarsızlaştırıp yalnızlaştıracak adımlar atarken, Gazze’yi tam işgal etse bile, Ortadoğu’ya yayılmış milyonlarca Filistinlinin daha büyük ve farklı bir direnişle ona zarar vermeye devam edebileceklerini şu an hesap edemiyor gibi görünüyor ya da önemsemiyor.
Hizbullah silahsızlandırılsa bile Hizbullah’ın güçlü bir sosyal tabanı ve müttefiklerinin bulunması, legal olanaklarla sınırlı olsa bile, büyük bir politik gücü temerküz edebilmesine (merkezileştirebilmesine) olanak tanıyor.
Lübnan Hizbullah’ı, kendini bölge devletlerinin eklentisine dönüştürerek daha çok zayıflattığını görebilirse, kendi iç dinamiklerine dönecektir ve bir zamanlar müttefik olduğu Dürzilerle yeniden ittifak kurabilir.
Lübnan Dürzileri, Suriye ve İsrail Dürzilerinin aksine, İsrail ve Esad dönemi, Suriye’siyle sürekli gerilim halinde olmuştur.
Lübnanlı Dürziler, iç savaş sırasında bu iki devlete muhalif olurken (her ne kadar Suriye’yle açıktan çatışmaya girmemeye gayret ettiyse de!) liderlerinin baba Esad tarafından öldürülmesinin de etkisiyle Esad Rejimiyle mesafeli ilişkilerini korumuşlardır.
Lübnan’ın en güçlü silahlı/askeri güçlerinden birisini oluşturan ve aşiret yapılanmasıyla (iç savaş sırasında 2500’ü profesyonel 17 bin 500 silahlı gücü vardı) güçlü sosyal-politik birliğe dayalı politik güç yaratabilen Dürzilerin, parlamentoda da gücü bulunuyor. Yıllarca Hizbullah’la ittifak yaptıkları için, bu ittifak zemini hala güçlü gibi görünüyor.
İsrail Devleti ve yeni Suriye Rejimine karşı kendini güçlendirmek isteyen Lübnanlı Dürziler, iki hamisini kaybetmiş olan Hizbullah’la yeniden birleşmeye sıcak bakabilir.
Etnik ve dini kimliklerin politik arenaların merkezinde yer aldığı Ortadoğu’da, toplumun bütünselliği, birliği, bekası ve kökenini temsil edebilen (ya da sembolize edebilen) ve iktidar odaklarının meşruiyetini sağlayabilen bu iki kimlik, sınıfsal, cinsel ve mesleki kimliklerle içiçe geçerek biçimlendiğinden dolayı, sınıf savaşı veya sermaye odaklı politik okumalar dar ve sorunlu kalıyor.
Hele ki nüfusu 6 milyon olmasına rağmen, Ortadoğu’nun prototipi sayılabilecek Lübnan’da iktidar odaklarını takip etmek, güç dengelerini anlamak açısından da daha verimlidir.
Devletin/bürokrasinin, ordunun, polisin birer iktidar odağı olarak işlevlenebildiği Lübnan’da, şirketlerin yanı sıra, tarikat, aşiret, kabile, silahlı örgüt, siyasi partiler de birer iktidar/güç odağı olarak boy gösterirken; politik dengelerde belirleyici olabiliyor.
İktidarın yeni güç ilişkilerinin/savaşlarının devletle sınırlı olamayacağını görebildiğimizde etnik ve dinsel kimlikleri harmanlayan aşiretlerin, ekonomik ve politik-askeri güç dolayısıyla sınıf savaşımına/dengelerin dahil olması gibi; dinsel kimliği öne çıkartan tarikatlar, ekonomik ve politik gücü temerküz ederek politik arenalarda boy gösterebiliyor.
Dolayısıyla Lübnan’da ya da Ortadoğu genelinde ekonomik, politik, askeri güçleri temerküz edilme biçimleriyle ilişkilenerek güç ilişkilerini/savaşlarını biçimlendirmek zorunda kalır.
Bu zorunluluğuyla aşiret, kabile, tarikat, siyasi parti, siyasi-silahlı örgüt, hanedan gibi iktidar odaklarıyla ilişkilenerek politik dengelere müdahale eden sermaye, kimliklerin ilişkileniş tarzını ve etkileşimlerini de politik stratejilerine dahil eder. Bu açıdan Lübnan’da sermaye hareketleri yerel, bölgesel ve küresel dengelerle biçim alırken; dinsel, etnik kimliklerin, gücü farklı temerküz etme biçimine göre yapılaşan farklı iktidar odaklarıyla ilişkilenir.
Lübnan ve Ortadoğu’da sermaye, özellikle toplumun bütünselliğini vs. temsil/sembolize edebilen dinsel ve etnik kimlikleri öne çıkartan iktidar odaklarıyla, daha sıkı ittifaklar kurar ya da bu kimliklere dayalı gerilimleri/çatışmaları diri tutarak politik istikrarsızlıktan (Lübnan’da olduğu gibi) ekonomik ve politik güç temerküz eder ve böylece (iki türlü) daha fazla güçlenir.
Lübnan’ın karmaşık demografik yapısı ve anayasal güvenceye alınmış olan etnik ve dini ayrımcılık, hegemon/emperyalist devletlerin kadim ve daima etkili olan “böl-parçala-yönet” politikası için biçilmiş kaftan niteliği taşıdığından dolayı, Hizbullah’ın silah bırakması, Lübnan’ın “makus talihini” değiştiremeyecektir.
Lübnan’daki iktidar odakları, Avrupa’da 17. yüzyıl ve sonrası gelişen uzlaşının aksine, sürekli en tepede/güçlü olma gayretiyle birbirleriyle olan gerilimi sonlandıramıyorlar.
Avrupalı emperyalist güçler kendi aralarında uzlaşıp, liberal demokrasiyi güçlendirmiş ve “birlikte” dış pazarlarda zenginleşmeyi öğrenmişlerdir. Dışarıdan akan bu zenginlik/güç, liberal demokrasinin gelişmesine zemin sunarken, bu zenginliği yaratanlardan Ortadoğu’daki sömürgelerde bulunan iktidar odakları (devlet, aşiret, kabile, tarikat, siyasi parti ve hanedanlar başta olmak üzere!) daha fazla güçlenebilmek adına, sürekli emperyal devletlere ya da bölge devletlerine yanaşarak, zaman zaman kardeşlerini bile sırtından bıçaklayabilecek iktidar/güç dalaşına girmişlerdir.
Lübnan’ın iktidar tarihi/ağı bu çerçevede yapılaştığından ve Lübnan’da toplumsal/ulusal birliği sağlayabilecek güçlü bir iktidar odağı bir türlü oluşamadığından dolayı, 19. yüzyıldan beri etnik, dini kimliklere dayalı politikalar, iç ve dış etkenlerle değişkenlik gösteren ve biçimlenen sınıfsal politikalara eklemlenerek politik arenaları yapılaştırmaya devam etmiştir.
Lübnan’ı sadece devrimci-demokratik eksenli bir toplumsal hareket ve örgütlenme kurtarabilir. Toplumun varoluş dinamiklerine göre yapılaştırılacak kurumsallaşmalar ve zihniyetin, iktidarın zayıflatılması ve arındırılmasıyla mümkün olabileceği aşikârdır.