
Tarih boyunca hakim sınıflar ezilen sınıflara savaştan bol bir şey getirmedi. Bundan sonra da getiremeyecektir. Çünkü doğası savaş olan emperyalizm, her zaman ve her yerde egemenlik ve kar peşinde koşar. Emperyalist cepheleşme ve her bir emperyalist cephenin ürettiği stratejik planlamalar ve her gün farklı coğrafyalara sıçrayan savaş gerçeğiyle kendisini yeniden üretiyor. Bugün kan ve ateşle yoğrulan Ortadoğu coğrafyasında yaşananlarda olduğu gibi. Emperyalistler arası kutuplaşmanın netleşmesi, keskinleşen çelişmeler ve bu gelişmelere devamla emperyalist savaş tehlikesinin artması tanık olduğumuz bir gerçek haline gelmiş durumdadır.
ABD-İngiltere-AB ortaklığındaki emperyalist blok, Ortadoğu’nun jandarması İsrail tetikçiliğinde savaşı tüm Ortadoğu’ya yaymaktadır. Türkiye, İran, Suriye ve Lübnan vb. devletlerin mevcut durumu dikkate alındığında, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Avrupa politikasına kayan yeni yönelimler ile artan gerilim alanları ve “Yeni Ortadoğu Projesi” ile şekillenen bölgesel dizayn, bu stratejinin; bölge coğrafyasının emperyalist sisteme uyumlu hale getirilme adımları olarak okunmalıdır.
İkinci Trump döneminde Avrupa’daki yaklaşık 80 bin kişilik Amerikan askerinin varlığının azaltılarak Ortadoğu ve Asya-Pasifik bölgelerine kaydırılacağı bilgileri, Ukrayna’ya yardımların NATO üzerinden yapılacağı açıklamaları, silah tanıtımları ve ülkeler arası silah anlaşmaları, satın alınacak silahlar, ortak hava savunma sistemleri vb. hazırlığın boyutlarının yansımalarıdır.
Yine geçtiğimiz günlerde ABD’nin kıyamet uçağı ve nükleer denizaltı denemeleri gerçekleştirmesi akıllara savaş provası yapılıyor düşüncesi vermektedir. Bir yandan hazırlıkları devam eden emperyalist savaş hazırlıkları diğer yandan da hali hazırda bölgesel düzeyde saldırılar, çatışma ve savaşlar devam etmektedir. Rusya Ukrayna savaşı ile başlayan 7 Ekim’de Filistin ulusal direnişinin İsrail’e yönelik saldırısıyla devam etti. Ardından İsrail’in saldırılarıyla dengeler tümden değişti. ABD’nin açıktan desteğini yanına alan İsrail pervasızlaşarak saldırılarını boyutlandırarak devam etti.
Elbette ki bu saldırganlığın kurgucusu olarak ABD, bölge stratejisinin merkez gücü olarak yayılmacılığını genişletti. İsrail’in İran saldırısı her ne kadar İran’ın karşılığı ile önemli oranda değişse dahi savaşın kısmen kazananı İsrail gibi görünmektedir. İsrail-İran savaşında İsrail’i kazançlı kılan, sadece ABD’nin desteği değil, İran savaşı öncesinde Hamas ve Hizbullah’a karşı gerçekleştirdiği saldırıların bölgede yarattığı güç dengeleridir diyebiliriz.
İran rejiminin iç çelişkilerini kendisi açısından istihbarat haline dönüştürmeyi başaran İsrail, nokta atışları ile Devrim Muhafızları’nın korunaklarında dahi infazlar gerçekleştirerek bölgede “güç” dengelerini lehine çevirmeyi başarmıştır. Bu güç dengeleri elbette iki ülke arasındaki bir güç dengesinden ziyade bölgesel güç dengelerinde de belirleyici olmaktadır. İran’ın yaşadığı gerileme sadece İran sahası ile sınırlı değildir, aynı zamanda Rusya blokunun da gerilemesi anlamına da gelmektedir. İsrail’in pervasızlaşan askeri saldırganlığı sonucu askeri kazanımları, ABD-İngiltere emperyalist güçleri başta olmak üzere, ABD-AB blokunun yayılmacılığıdır. Ve İsrail-İran savaşıyla bölge devletleri özgülünde yaşananlar bu minvalde gerçekleşmektedir.
Şam’da yeni rejimin inşası!
Bloklaşan yayılmacılığın başka bir bölgesi de Suriye toprakları üzerindeki ABD-İngiltere ve Fransa öncülüğünde hayata geçirilmeye çalışılan planlar devam etmektedir. Dünyanın gözleri önünde Alevi katliamı gerçekleştiren DAİŞ zihniyetinin artığı ve ABD’nin terör listesinden çıkardığı HTŞ ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim arasında 10 Mart’ta yapılan anlaşma sonrasında yeniden görüşmeler başladı. Ancak dikkat çeken bir ayrıntı olarak, görüşmelere katılan ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın taraflı açıklamaları olmuştur.
Bölgesel çıkarları doğrultusunda gün aşırı farklı manevralarına şahit olduğumuz üzere ABD’nin Türkiye-Suriye Genel Valisi T.Barrack’ın son açıklamaları ile ABD’nin yeni gözdesi HTŞ ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim arasında anlaşmazlık kendini korumaktadır. 9 Temmuz’da Şam’daki görüşme sonrası taraflar arasında ciddi görüş ayrılıkları olduğunu ve “Suriye hükümeti bu çıkarları uzlaştıracak bir yol bulma konusundaki esnekliğini çok iyi ve kararlı bir şekilde gösterdi” sözleri ile anlaşmazlığın sorumlusunun SDG’nin tutumu olduğunu ima eden açıklamalarda bulunmuştu.
T.Barrack, Suriye ve Irak’ta federal yönetim modellerinin işleyemeyeceğini dile getirerek aşina olduğumuz bir söylem olan “Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor; tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye” açıklamasındaki “tek”lik vurgusunda da görüleceği üzere amaç kendi bölgesel çıkarlarıdır. Şam’da yeni rejimin inşasının tıpkı diğer işbirlikçi devletler gibi, ABD-İsrail’e biat edecek şekilde hizaya gelmelidir.
Hareketliliğin adeta takip edilemeyecek boyutta olduğu Suriye topraklarında Şam rejimi ve Türk devletinin işgal ettiği topraklarda gizli planlar ve gizli hazırlıklar devam etmektedir. Şam iktidarının savunma bakanlığı kontra bir gücün hazırlığını yaparken, MİT’in Serêkaniye ye koruculuk sistemi getirme girişimleri ve Şehba’da sivil kurumların işgali gerçekleşmektedir.
Yukarı da belirttiğimiz üzere bölgede gerçekleşen hareketliliğin kazananı ABD-AB blokunun yayılmacılığıdır. Yine devamında emperyalistlerin ve onların yerli uşaklarının bölgede “barış”tan söz etmeleri gerçekler karşısında arsızlığın dipsiz çukurudur. Nitekim sınırın bir tarafındaki Kürtlerin geleceği üzerinde planlar yapılırken diğer tarafı ile barış yapmak mümkün değildir.
“Düşmanını ve kendini iyi tanırsan, yenilme tehlikesi olmadan yüz kere bile savaşırsın” sözünün rehberliğinde tanıdığımız düşmanla gerçek anlamda barışmanın bu çerçevede mümkün olmadığını, bölgede yaşanılan her hareketin emperyalist savaşın bir parçası olduğu gerçeğini belleğimize kazımamız gerekmektedir. Bilinmelidir ki yüzlerin, milyonların gelecekte belirleyici rol oynaması, evrensel bir gerçekliktir.